30.12.09
JİTEM var mı, yok mu?
Önemli not: Bu fotoğraf ve belgeler sadece yanı sıra "Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura / open-flux.blogspot.com" kaynak bilgisi eksiksiz yeralırsa, yazılı, görsel ve elektronik medyada alıntılanabilir ve yayınlanabilir.
Genelkurmay Başkanlığı, Diyarbakır 3. ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği yazıda, başkanlık bünyesinde ''JİTEM'' adında kurulmuş herhangi bir birimin mevcut olmadığını bildirdi.
Aralarında terör örgütü PKK itirafçılarının da bulunduğu 11 sanıklı ''JİTEM'' davasında Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği ve ''JİTEM adlı bir birimin olup olmadığının, var ise hangi tarihte kurulduğunun, faaliyetine devam edip etmediğinin, iddianamede belirtilen kişilerin kuruluşa üye olup olmadıklarının'' sorularını içeren yazının cevabı mahkemeye ulaştı.
Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne ulaşan ve Genelkurmay Başkanı namına Ceza Hukuk İşleri Şube Müdürü Hakim Albay Orhan Önder imzalı yazıda, ''Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' denildi.
(29 Aralık 2009 tarihli gazeteler)
2009 yılı bitmeden, Genelkurmay hala JİTEM'in varlığını inkar ederken, yani ilk kez yayınladığım 2008 yılı haziran ayının üzerinden tam 18 ay henüz daha geçmeden "Gerçekler Bilinsin Yeter"i bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyor ve yeniden o zamanki cümlelerimle sesleniyorum hepinize:
"...videoyu -sadece Türkiye'nin sanat ve kültür ortamına değil, on yıllara yayılan acıların ve akan kanın tartışıldığı tüm gündelik yaşam zeminlerine de - sunuyorum. Tüm siyaset, medya, hukuk kimlik ve kurumlarının bir kez daha sorumluluk ve samimiyetlerinin sınanacağı bir döneme bahane olsun, tek tek her Türkiyeliye daha aydınlık bir gelecek için, gerçeğin bilgisi, gücü ve yolgöstericiliğini taşısın diye..."
"... Basın, medya, ülkede gelişen yaygın milliyetçilik ve ırkçılıktan payını aldı. Madem müşterim bu nitelikte, ben de ona göre yayın yapmalıyım diyerek, korkak, özgüdüm ve özsansürlü bir haberciliğe saptı. Bu utanç verici gazeteciliğin dışında kalan çok az sayıda örnek olduğunu çok rahat söyleyebilirim. ”Kadir’in hikayesi”, TSK, bünyesinde bir zamanlar bu ölçüde yasadışı bir cinayet şebekesi kurulduğunu kabul edene, bundan dolayı özür dileyene ve dönemin sorumlularının bulunması, yargılanması için elindeki tüm belge ve bilgileri açıklayana kadar, ya da ne bileyim, savcılarımız Kadir’in nerede olduğunu, şu anda ne yaptığını, zamanında ve şimdi kimlerin koruması altında olduğunu bu videoda ihbar ettiği katillerin yakasına yapışıncaya kadar hep ”yeni bir hikaye” olarak kalacaktır. Ne yazık ki!"
Hakkında sadece yayınlandıktan hemen sonra Tempo dergisinin cesur genç gazetecilerinin, Radikal'de Ahmet İnsel ve Sezgin Tanrıkulu'nun ve geçtiğimiz ay içinde ABD'de halk televizyon kanalı PBS'in Worldfocus programının haber yaptığı, oysa Türkiye'deki tüm belli başlı tv kanalı, gazete ve dergilerin bu 18 ay içinde defalarca izlediklerini bildiğim videoyu, sadece internet üzerinden hiçbir güçlü tanıtımdan, bilgilendirmeden destek -nedense- alamayarak 20 binin üzerinde insana ulaşan bu "JİTEM'in inkar edilemez varlığının en güçlü belgesini" bir kez daha sunuyor ve sizlere okurlarınıza, seyircilerinize karşı sorumluluğunuzu bir kez daha hatırlatıyorum:
"Gerçekler bilinsin yeter"
(Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi)
Hakan Akçura 210.35 dakika Stockholm, Haziran 2008
Önemli not: Bu videoyu, ticari olmayan kaygılarla, kişisel izlenme ve yükleme niyetiyle istediğinizce yaygınlaştırabilirsiniz.
Gazeteler, TV kanalları, haber siteleri, bu videonun akan ya da sabit görsellerini, ancak iznimle ve ismimi, eserin ismini ve yayınlandığı bu blog sitesinin linkini vererek yayınlayabilir. Aksine kullanım, cezai yaptırım nedenidir.
26.12.09
Vicdana seslenmekten vazgeçip farkındalığı yükseltmeyi istemek
"Ama yaşam ve siyaset deneyimi, eğitimi bu denli geniş ve derin olmayanlarda aynı yerde, aynı biçimde tınlamıyor bu sözcük. Vicdan kavramının karşılığı onların kafasında aynı içerikle oluşmuyor. Sonuçta ne oluyor? Çarşamba günkü yazıda söylediğim gibi, nereye çeksen oraya giden, nerede ararsan orada olan ama adresi hiç belli olmayan bir kavram üzerinden tarif ediyorlar insanlar pozisyonlarını ve meşrulaşıyor söyledikleri. Benim kızgınlığım buna.
Birkaç gün önce özel bir üniversitede konuk hoca olarak siyaset felsefesi dersine girdim. Öğrencilerden biri Muş’taki eski korucu olan manifaturacının kalaşnikofla DTP’li göstericileri taramasının “son derece haklı” olduğunu söylüyordu. Bahse girerim o anda o genç adama sorsaydım “Vicdansız mısın arkadaş sen?” diye, “Hayır” der ve kendisindeki vicdanın ne uçsuz bucaksız olduğunu anlatırdı. Sevgili Oya Baydar, derdim budur benim. Yani ya tuz da kokarsa?"
Bugün okuduğum iki haber var, birbirine bağlı. İkisi de ANF'den. Birincisi şu:
Gerilla cenazelerine insanlık dışı muamele görüntülendi
12:25
Şırnak'ın Cudi Dağı bölgesinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren iki gerillanın naaşı, askerler tarafından yerlerde sürünürken ve tekmelenirken görüntülendi.
Cudi Dağı bölgesinde Gündikê Remo köyü Pikera alanında 4 Aralık tarihinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren HPG gerillaları Metin Güleç (Zafer Cudi) ile Yakup Dellayimilan (Harun Betırs)'ın naaşları askerler tarafından yerlerde sürüklenip tekmelenirken görüntülendi.
Her iki gerillanın naaşı askerler tarafından ceset torbalarına yarı bir şekilde konulup başları ve ayakları dışarıda sürüklenirken, bir başka askerin ise onları tekmeledikleri görülüyor....
GERİLLA CENAZELERİNE İNSANLIK DIŞI MUAMELE GÖRÜNTÜSÜ
HPG'li Metin Güleç (Zafer Cudi) ve Yakup Dellayimilan'ın (Harun Betırs) cenazeleri, Güleç'in ablası Adile Güleç ve amcası Derviş Güleç'in de aralarından bulunduğu 40 kişi tarafından çatışma bölgesinden alınarak Dağkonak Köyü'ne getirilmişti. Şırnak Devlet Hastanesi morguna getirilen cenazelerden HPG'li Dellayimilan'ın cenazesi Doğu Kürdistanlı olduğu için hastanede kalırken, HPG'li Metin Güleç ise otopsi işlemlerinin ardından 11 Aralık günü 10 bin kişinin katıldığı bir törenle defnedilmişti.
ANF
İkincisi de bu:
HPG: Vahşet karşısında sessiz kalmayın!
4 Aralık tarihinde Cudi'deki bir çatışmada hayatını kaybeden iki gerillanın cenazelerine yapılan insanlık dışı uygulamalara ilişkin açıklamada bulunan HPG, Kürt halkını bu vahşet karşısında sessiz kalmamaya çağırdı.
8 Aralık'ta Tokat'ın Reşadiye ilçesinde 7 askerin öldüğü gerilla eyleminden 3 gün önce gerilla cenazelerine yönelik yapılan insanlık dışı uygulamalar görüntülendi. Cudi Dağı bölgesinde Gündikê Remo köyü Pikera alanında 4 Aralık tarihinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren HPG gerillaları Metin Güleç (Zafer Cudi) ile Yakup Dellayimilan (Harun Betırs)'ın naaşlarının askerler tarafından yerlerde sürüklendiği ve tekmelendiği görüntülere yansıdı.
Askere yapılan eylemi 'katliam' diye nitelendirilenler, gerillanın cenazelerine dahi yapılan işkenceler karşısında hep sessiz kaldılar. Vahşetin görüntüleri bugüne kadar birçok kez yayınlansa da, toplumsal hassasiyetlere dokunabileceği endişesiyle, birçoğu da yayınlanmadı. İnsanlık dışı muamelenin en son görüntüleri bugün ANF'de yayınlandı.
Bu görüntüler ardından HPG Basın-İrtibat Merkezi bir açıklama yaparak, vahşete sessiz kalınmamasını istedi.
HPG şu açıklamada bulundu: 'Demokratik sürecin önünü açmak ve Kürt sorununun çözümü tartışmalarına katkı sunmak amacıyla 13 Nisan 2009 gününde ilan ettiğimiz eylemsizlik kararımıza gerilla cephesi olarak sonsuz bir duyarlılık ve bağlılıkla yaklaştığımız halde, TC sistemi ve onun faşist ordusu tarafından gerillalarımızın imhasını amaçlayan askeri operasyonlar, Önder APO'nun yaşam koşullarına saldırılar ve demokratik kurumlar ile halkımıza yönelik olarak baskılar gün geçtikçe arttırılarak devam ettirilmiştir.
Basına da yansıdığı üzere, son olarak 4 Aralık günü Şırnak'ın Cudi alanında çıkan çatışmada şahadete ulaşan Zafer (Metin Çülaç) ve Harun (Yakup Dellayimilan) arkadaşlarımızın naaşlarına yönelik olarak faşist TC askerinin içerisine girdiği saldırgan tutum, hükümetin ve ordunun ne kadar vahşi bir yaklaşım içerisinde olduklarını gözler önüne sermiştir.
Ölü bedenlerimize bile küfrederek, tekmeler sallayarak yerlerde sürükleyerek insanlıkla hiçbir alakası olmayan saldırıda bulunan TC sistemi şunu iyi bilmelidir ki HPG gerillaları şehitlerine ve varlık gerekçesi olan değerlerine kopmaz bağlarla ve duygularla bağlıdır. Yayınlanan görüntülerde uygulanan insanlık dışı tavırlarla HPG'yi test etmek isteyenler tarihten doğru dersler çıkartmalıdırlar.
Yine Tokat'ta gerillalarımızın yaptığı eylemden sonra insanlık çığırtkanlıkları yaparak hareketimizi terörize etmek isteyen kesimler, Tokat eyleminden daha 3 gün öncesinde çekilmiş olan bu insanlık dışı görüntüleri dikkatle izlemelidirler.
Halkımızın tümden imhasını hedefleyen bir politik-askeri projenin, açılım ve demokratikleşme adı altında kamuoyuna sunulması, egemen sistemin, hareketimizin çözüm adımlarına karşı yapmış olduğu bir manevra ve göz boyama olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Bizler HPG olarak şehitlerimizin anılarını Apocu fedai çizgimizde yaşamsallaştıracağımızın sözünü bir kez daha veriyor ve tüm kamuoyunu bu vahşet karşısında sessiz kalmamaya davet ediyoruz.'
ANF
Ben bu iki haberin içinde ve gölgesinde dolaşan herkesin kendince yeterli gördüğü bir "vicdanı" ve bu vicdanla birlikte "seçtiği bir konumu" olduğunu düşünüyorum. Askerlerin de, gerillaların da, izleyen halkın da, bu haberi okuyan birçok türk ve kürtün de... Bu vicdan ve duruşlar çoğunlukla, çok basit bir ilkellikte soluk alıyor, barış buluyor, ama bir yandan da karmaşık ve "cahil" bir algı ve bilinç durumundan güç alıyor.
Başka bir ülke yok.
Baydar'ın yazıp, Temelkuran'ın da alıp ötesine geçmeye çalıştığı cümleler:
"Eksik bildiğimiz, yalan yanlış uyguladığımız sınıf siyaseti ya da sınıf mücadelesini tek tek somut insandan ve vicdandan soyutladık."
Tam da o zamanlardan kalan, yani bu soyutlamanın sonuçlarıyla ne kadar yüzleşip, yüzleşmediğini bilemediğim etkin ve önde tüm muhaliflere ve bu soyutlamayı yaşamayan, daha yeni ve analitik düşünce kapasitesi daha yüksek olan genç muhaliflere ancak şunu söyleyebilirim:
Vicdanlara seslenilmemeli, farkındalık yükseltilmeli.
Varolan, ne kadarsa o kadar entelektüel muhalif (türk, kürt, yahudi, ermeni hepsi) bir "Barış ve demokratik cumhuriyet" cephesi oluşturmalı. Olabildiğince olgun ve esnek bir karar ve eylem organı olan. Nasıl bir barış, demokrasi ve cumhuriyet istediğini çok yalın ve basit cümlelerle ifade edebilen. Bu ifadeye katılan herkese açık olan. Solcu olmayan, sosyalist olmayanlarına da...
Bu yapı, bu basit ve yalın cümleleri yaygınlaştırmalı. İnsan, insan...
Artık başka ve daha solda bir yolu yok sürecin.
Varılır o barışa ve demokrasiye yakın bir yere, gerekirse epey savaşarak, yığın gösterileriyle, hep öğrenerek ve ulusal dayanışmayla.
Ondan sonra daha sola gitmek istemenin bir anlamı ve oluru yeşerir.
Ama ancak o zaman!
O sınıflarda o çocukların haklı bulduğu şeyler yaşanıyor bu ülkede ve o çocuklar gerçekten kendilerince vicdanlı ve seçilmiş duruşlarıyla soluk alıyor bu ülkede. Sayıları ise 50 milyondan fazla.
Bizi bekleyen iç savaş değil, değişik kent katliamları ve internet çağının ilk olağanüstü hali olmasa da ilk sıkıyönetimleri diye korkuyorum ama diğer ihtimal da daha iyi değil aslında.
"Öteki Sinema" 2009'da "Gerçekler Bilinsin Yeter!"i de keşfetmekten mutlu
"Öteki Sinema" sitesi yazarları kendi aralarında, "2009 yılında keşfettiğimiz filmler" başlıklı bir soruşturma yapıp yayınladı. Soruşturmaya liste sunan yazarlardan Serdar Kökçeoğlu'nun 10 filmlik listesinde "Gerçekler Bilinsin Yeter!" de yeralmakta. Kökçeoğlu, "Gerçekler Bilinsin Yeter!"i, "adından da anlaşılan meselesi ve interneti kullanış biçimiyle" seçtiğini yazıyor. Sağolsun!
Serdar Kökçeoğlu'nun 2009'da keşfettiği ve önemsediği diğer filmler ise şunlar:
"Antichrist (2009)
Pontypool (2008)
District 9 (2009)
Home (Ursula Meier/2008)
Paranormal Activity (2007)
Tôkyô Sonata (2008)
Momma’s Man (2008)
Yaşam Arsızı (2009)
Themroc (1972)"
16.12.09
Worldfocus: Turkey’s Kurds seek justice for unsolved murders
December 15, 2009 19:50
Signature story
Worldfocus
USA
Turkey’s longstanding conflict between ethnic Kurdish minority and the Turkish government flared this weekend after demonstrations erupted when the high court outlawed the main Kurdish political party. The Kurds see themselves as an oppressed minority, while the Turkish government sees them as dangerous separatists.
Correspondent Gizem Yarbil and producer Bryan Myers recently traveled to the Kurdish enclave of Diyarbakir in eastern Turkey for a closer look at the allegations that the Turkish government had engaged in a so-called “dirty war” against the Kurds.
Photos and interview of Abdulkadir Aygan is courtesy of Hakan Akçura of the blog Open Flux.
Ruling threatens reconciliation between Turks and Kurds
Gizem Yarbil
Gizem Yarbil is a producer at Worldfocus and recently reported, along with Bryan Myers, the Worldfocus signature video Turkey’s Kurds Seek Justice for Unsolved Murders. Gizem grew up in Turkey and writes of her experiences covering the story of Kurdish grievances, which remain a polarizing political issue in Turkey.
It was a blistering morning in early June and we were driving in the southeast of Turkey. Worldfocus producer Bryan Myers and I were traveling to Diyarbakir for a story about the Kurds and the latest developments in their often tragic plight. We had already shot and produced two stories around Turkey, but this one was especially important for me. Surrounded by golden fields that were illuminated by the scorching southeast sun, I was traveling to a region, which, up until a few years ago, was a no-go area in my country.
The southeast of Turkey is a predominantly Kurdish region, which has witnessed a three-decade long armed ethnic conflict between the Turkish military and Kurdish separatists. The separatists have been fighting for the region’s independence from Turkey since the early 1980s, although now they claim they would accept basic cultural and political rights. According to many sources, the conflict has claimed more than 30,000 lives, most of them Kurds.
I didn’t know what to expect from the trip in Diyarbakir, the main city in the Turkish southeast and the capital of Kurdish political and cultural life. I had heard stories about journalists who had had their tapes confiscated and erased, and been subject to aggressive behavior from the Turkish police. The local journalist who accompanied us said that the situation was slightly improved from the time when the conflict was at its most intense a decade ago, but he also warned that filming police, military personnel and official buildings was out of the question.
When I was growing up, everything I heard from Diyarbakir involved death and tragedy. Turkish media has covered the conflict extensively through the years, but generally only from the Turkish military’s point of view. Visuals of crying mothers of dead soldiers, coffins and military funerals on the evening news often accompanied our family dinners. But I don’t remember ever seeing a crying Kurdish mother or anything about the other side of the story on the news. For many of us, Kurds were the enemy, the “Other” that existed to destroy the Turkish people and the nation.
But, later in life, as I dug deeper into the subject (and especially during our trip to the region) everything was very different from what I’d been told growing up in Turkey.
The story we’ve produced in Diyarbakir is about two men, whose family members went missing in the 90s, during the height of the conflict. They long suspected that their loved ones have been kidnapped and murdered by a secret paramilitary group that is directly connected to the State security forces.
A former member of the paramilitary group, who now lives in Sweden, came out a few years ago and confessed to taking part in some of these kidnappings and murders. Now, he is leading state authorities to find the sites that may hold the remains of some people who went missing in the 90s. So far several sites have been excavated and hundreds of bones have been dug up and sent for DNA testing.
These developments would have been a quixotic dream for many Kurds only ten years ago. But now things are changing. Several government and military officials have been arrested and put on trial in connection with human rights violations in the region among other crimes.
These positive developments certainly had an impact on the people of the region. Before we left, we went to eat at a beautiful restaurant with a view of an ancient bridge just outside of Diyarbakir. As we were admiring the view, our driver pointed to the landscape spreading out before us and whispered into my ear. “A lot of bodies used to be dumped around here,” he said. When I asked him how Diyarbakir was nowadays, and how people were feeling, the waiter serving our table immediately jumped in, “Everything is great in Diyarbakir. Everything is perfect!” he exclaimed.
To my eyes, there was a more peaceful atmosphere, and people seemed to feel more hopeful and more secure. There was more investment in the area, especially in tourism. I even heard Hilton was planning to build a hotel very soon.
But that was several months ago. Recent developments have stirred up the region once again, reminding us of the turbulent days of the 1990s. After a top Turkish court banned the main Kurdish political party from parliament, violent clashes between frustrated Kurds and the Turkish police erupted across the southeast including in Diyarbakir.
This move by the judiciary will undoubtedly stall the reform process the leading political party initiated. Without more concrete steps to make peace with the Kurdish minority, tranquility will continue to elude the region.
Gerçekler bilinsin yeter / It is enough that the truth comes out
(Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi)
Hakan Akçura / 210.35 dakika
Stockholm, Haziran 2008
Abdulkadir Aygan was one of the PKK (Workers Party of Kurdistan) guerrillas, between 1977 and 1985 in Turkey. He was a kontr-guerilla working in Turkish Armies special gladio team called JITEM between 1991 and 1999 too. This recording include all his confessions from this 22 years. Aygan is now a refugee in Sweden and living with his family under the Swedish Secret Police security. Hakan Akcura found and conviced him for this long interview and talked with Aygans three identities when he was sitting on three different chairs with three different clothes, facing three different angles.
9.12.09
Hakan Akçura: "Her şey geriye her an sarabilir."
-->
Ben neredeyse sadece göründüklerimim zaten. Şunlar da eklenebilir, siz oralardan göremediğiniz için: Baba, eş, kültür emekçisi, politik aktivist, liberter sosyalist, göçmen, işsiz, egeli, melez, oğul, kardeş, arkadaş, yoldaş.
Sizin Stockholm’e yerleştikten sonra oradaki sistemle ve yabancılarla ilgili çok ciddi ve ses getiren bir çalışmanız oldu. Bize bu çalışmanızdan söz edebilir misiniz?
Birden çok çalışmam oldu göçmen politikasıyla ilintili. Üçü burada anılmaya sanırım değer:
6.12.09
Hurriyet Daily News: "Democracy is a fixed menu" (Cengiz Aktar)
My 617 cm. long visual artworks clickable preview image which is being formed with 33120 words from turkish racist readers published supportive comments on turkish news portals in only 4 days after the racist attack against to kurdish Democratic People Parties (DTP) convoy in Izmir.
Friday, December 4, 2009
Hürriyet Daily News
The amenable have been saying for years that a solution to the Kurdish question is Turkey’s number-one democratic issue.
It is not that other problems are secondary or unimportant, but the Kurdish question has spread around the country and spoiled the human, political, economic and social chemistry of Turkey by all means.
We have a historic opportunity, an incredible worksite ahead of us. The solution process is a litmus test for the entire country. This is a process turning all mindsets upside down and involving all people and institutions. An extremely sensitive, fragile yet hopeful process, this has the potential to carry the country into durable stability and a democratic atmosphere.
Those who see every single democratization move by Turkey as an attempt to ruin the Turkish nation-building process should see that the process is taking a completely different turn now. This is not, however, as they believe, a division or separatism, but a quest for a social contract to be shaped around a new Constitution.
This is what Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan means when he utters the words “national unity” when describing initiatives.
Turkey is now at the beginning of substituting an outdated model of unity with a new one. It will not be easy at all, and division may actually occur if this quest for a new model of togetherness does not work. Here is a link to artist Hakan Akçura’s blog on “Inscription for Confronting Turkish Racism,” where you can watch what may happen if.
[This link leads to my 617 cm. long visual artworks clickable preview image which is being formed with 33120 words from turkish racist readers published supportive comments on turkish news portals in 4 days after the racist attack against to kurdish Democratic People Parties (DTP) convoy in Izmir. HA]
More freedom for every citizen
The government’s wording of “democratic initiative” and Interior Minister Beşir Atalay’s statement regarding “more freedom for every citizen” are placing the target in the right direction and telling us about the dimensions of the works ahead of us.
What is meant by this is that difficulties that could emerge because of a perception that the initiative is limited to only one group of people should be overcome by future initiatives in all other problematic areas. Therefore, the initiative approach would influence all painful issues and all segments of society. This is, without doubt, an incredible worksite.
Although the Kurdish question is the main reason that has triggered the democratization process, limiting it to the Kurdish case only may affect the future of the Kurdish opening, not alone by causing unease elsewhere. You cannot expect empathy from a civil servant deprived of the right to strike, a non-Muslim who does not have citizenship rights, a student who fails to attend university just because she wears a headscarf, a man who cannot find a restaurant selling alcoholic beverages or an Alevi resisting conversion attempts to become a Sunni. And you cannot duly explain to any of these people the solutions to be found to the Kurdish issue.
Likewise, the government terming the atrocity that took place in Dersim years ago as the Dersim massacre cannot remain reluctant to address the great catastrophe Armenians faced in the past and still face today due to lack of justice.
An initiative that fails to entertain all individual freedoms cannot have a bright future; on the contrary, this could give some trump cards to those who are against all initiatives. In fact, the Republican People’s Party, or CHP, has already started to exploit the negative response given by the government to civil servants who demand the right to strike.
On the other hand, Kurdish politicians’ demands for regional freedoms may be misinterpreted in a country such as Turkey that gathers many different ethnicities and groups if devolution is not applied across the board. Not only Kurds, but people of all regions, need good governance and effective administration through decentralization and devolution. Thus the goal should be the removal of all obstacles and prohibitions.
The new mindset will touch upon all taboos not only inside, but also outside of the country. The hand reaching out to Armenia; the decision lifting visas to Syria, Albania and Libya; the claim behind the idea of embracing the entire world cannot consider the Armenian diaspora an eternal enemy, as Foreign Minister Ahmet Davutoğlu put it. Neither can it have close ties with Sudanese President Omar al-Bashir.
With the initiatives and new openings today, the Justice and Development Party, or AKP, unavoidably becomes the main actor in a mission to pave the way for Turkey, as well as the entire region. Groups questioning how a rightist conservative party can make so many changes should know that the politicians who founded the European Union were mainly Christian Democrats, not Social Democrats.
Initiatives are a turning point for Turkish politics, not only for the AKP, a point on which the CHP and the Nationalist Movement Party, or MHP, will shift to extremes and disappear eventually as the pro-Kurdish Democratic Society Party, or DTP, will have to become a political party of the whole country. The DTP should join the democratization process, but only if it manages to defend the rights of all people living in Turkey, not just of Kurds.
A historic opportunity and incredible worksite awaits us ahead.
Cengiz Aktar'ın cevabı: "İlerde kullanmak niyetiyle kestim."
Sevgili Hakan Akçura,
Aşağıdaki metni her ne kadar bana hitaben yazmadıysanız da size bir cevap borçluyum. Yazıtla ilgili bölüm sansür değil, Vatan'da böyle bir uygulama yok. Ama tam olarak otosansür de değil. Yazılarımı yer hesabı yapmadan yazarım, ardından yerim ölçüsünde kısaltırım. Bu yazı için de aynı şey oldu ve kendi tasarrufumla yazıtla ilgili bölümü, başka birkaç cümle ile birlikte, ileride türk ırkçılığı ile ilgili kenarda tuttuğum bir yazıda kullanmak niyetiyle kestim. Yazılarımı yolladığım okur/dost grubuna ise her zaman olduğu gibi makalenin tamamını yolladım. Mesele bundan ibarettir. Ayrıca makalelerimin ingilizcesi ertesi gün Hürriyet Daily News gazetesinde yayımlanır. O mecrada yer sıkıntım yok ve yazıtınıza referans yerli yerinde duruyor.
Baki selamlar.
Cengiz Aktar
Cengiz Aktar: Demokrasi fiks mönüdür [sansürlü? otosansürlü? HA]
Cengiz Aktar'ın bu ilginç makalesini önce DurDe! sitesinden okudum. Tanımıyordum. Benim cahilliğim. Kimdir, diye araştırınca Vatan yazarı olduğunu öğrendim. O zaman da bu makalenin gazetede yayınlanıp yayınlanmadığını merak ettim. Buldum, iki gün önce yayınlanmış. Ama tek bir cümle eksiğiyle... Benim yazıtımdan sözettiği cümle... Altta kırmızıyla çizili.
Sorum tek: Neden?
İlk ihtimal, o cümlenin Vatan yönetimince silinmiş olması ve Aktar'ın bu sansüre boyun eğip, yazının eksiksiz halini DurDe'nin sitesinde yayınlaması.
İkincisi, Aktar'ın o cümlenin, "Vatan'da yayınlanmaması gereken ama DurDe sitesinde yayınlanası" olduğunu düiünmesi.
İkisi de kötü ama ilkini yeğlerim. O sansür demek çünkü. İkincisi otosansür.
Hakan Akçura
Ek: Cengiz Aktar'ın cevabı
Makale:
Demokrasi fiks mönüdür
Aklı başında olanlar onyıllardır Kürt meselesinin çözümünün Türkiye’nin önündeki öncelikli demokrasi sorunu olduğunu söyler dururdu. Diğer meselelerin ikincil veya önemsiz olduğundan değil. Kürt meselesinin boyutları bütün ülkeyi kuşatmış olduğundan. Beşerî, siyasî, iktisadî, içtimaî her anlamda ülkenin kimyasını bozduğundan.
Önümüzde tarihî bir fırsat, muazzam bir şantiye var. Açılımlar, ülke çapında bir turnesol kağıdı. Bilinçlerin altını üstüne getiren, hiçbir kişi ve kurumu ilgisiz bırakmayan, bırakmayacak bir süreç bu. Son derece nazik, kırılgan ama bir o kadar da umut vadeden, ülkeyi reşit bir demokrasiye ve kalıcı bir istikrara taşıma potansiyeli olan bir süreç bu.
Her demokratikleşme hamlesini Türk uluslaşma sürecini yolundan çıkaracak girişimler olarak algılayanlar, bu sürecin artık bambaşka bir mecraya girdiğini görmeliler. Ama sandıkları gibi parçalanma demek değil yeni anayasada vücud bulacak bir toplumsal kontrat arayışı bu. Başbakan’ın, açılımları tarif ederken ‘millî beraberlik’ten kastettiği de bu.
Türkiye artık tefessüh etmiş beraberlik modelinin yerine bir başkasını ikame etme sürecinin başında bulunuyor. Hiç kolay olmayacak, ama olmazsa esas o vakit parçalanma gündeme gelebilir. Sanatçı Hakan Akçura’nın Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı'nı adresinde ibretle inceleyebilirsiniz.
Herkes için daha fazla özgürlük
Hükümetin ‘demokratik açılım’ tanımı ve İçişleri Bakanı’nın ‘her yurttaş için daha fazla özgürlük’ açıklaması hem hedefi doğru koyuyor, hem önümüzdeki şantiyenin boyutlarını söylüyor.
Bundan kasıt açılımın tek bir grup ile sınırlı kaldığı hissinin yaratacağı sıkıntının tüm diğer açılımlarla bertaraf edilmesi ve böylece açılım yaklaşımının tüm kesimlere tesir etmesi. Bunun muazzam bir şantiye olduğu konusunda şüphe yok.
Kürt meselesi genel demokratikleşme sürecinin ana tetikleyicisi olsa da açılımın bu meseleyle sınırlı kalması, sıkıntının ötesinde Kürt açılımının da bekasını etkiler. Grev hakkından yoksun memura, vatandaşlık haklarından men edilmiş gayrimüslime, üniversiteye türbanla giremeyen öğrenciye, içkili lokanta bulamayana, sünnîleştirmeye direnen Alevîye, nükleer ve barajdan bunalmış çevreciye Kürtlerin sorunlarına bulunacak çözümleri anlatamaz, onların empatisini sağlayamazsınız. Keza Dersim’de yaşanan zulme gerektiği gibi Dersim Katliamı diyen hükümet Ermenilerin yaşadığı, adalet zaafından ötürü de yaşamaya devam ettiği Büyük Felâket’e duyarsız kalamaz.
Bireysel özgürlüklerin tümünü kucaklamayan açılımın akıbeti iyi olmaz, açılım karşıtlarına koz verir. Nitekim CHP kamu çalışanının hak talebini ve buna verilen fevrî cevabı sömürmeye başladı bile. Diğer taraftan, Kürt siyasetçilerinin talep ettiği bölgesel hakların sadece Kürt bölgelerine uygulanması Türkiye gibi çok farklı kimliklerin toplandığı bir coğrafyada yanlış anlaşılır. Çünkü sade Kürtlerin oturduğu bölgelerin değil tüm bölgelerin adem-i merkezî yapılara, iyi ve etkin yönetime ihtiyacı var. Amaç tüm engel ve yasakların kalkması olmalı.
Yeni zihniyet, içeride olduğu gibi dışarıda da tüm tabulara değecektir. Ermenistan’a uzanan elin, Suriye, Arnavutluk, Libya’ya vizeyi kaldıran iradenin, dünyalara kucak açan iddianın sahibi, Dışişleri Bakanı’nın dediği gibi Ermeni diyasporasını ilelebed düşman farzedemez, Sudan’da el-Beşirle düşüp kalkamaz, Yunan dünyasıyla yaşanan karşılıklı eziyetleri tek taraflı ele alamaz.
Bugün AKP, başlattığı hamle ve açılımlarla, kendisini ister istemez tüm Türkiye’nin ve belki tüm bölgenin önünü açma misyonunun baş aktörü haline getiriyor. Muhafazakâr ve sağ bir partinin bu kadar değişime nasıl imza atacağını sorgulayanlar AB’yi inşa eden siyasetin de sosyal demokrat değil hıristiyan demokrat olduğunu bilmeli.
Açılımlar AKP’nin olduğu kadar tüm siyasetin dönüm noktası. CHP/MHP’nin siyasî yelpazede uçlara yerleşerek eriyeceği, DTP’nin ise bir Türkiye partisi olmasını dayatan bir dönüm noktası. DTP’nin bu süreçte yerini alması elzem; ama bunun koşulu salt Kürtlerin değil tüm Türkiyelilerin hakkını savunabilmesi.
Önümüzde tarihî bir fırsat, muazzam bir şantiye var.
4 Aralık 2009 - Vatan
DurDe.org
4.12.09
"Pis Hikaye"nin hikayesi üzerine
Röportaj
17 sanatçı tarafından örgütlenen ‘Pis Hikaye’ sergisi, münferit vakalardan, kadim acılara, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, derin devlet ilişkilerine uzanan bir perspektifte, adeta Türkiye’nin yakın tarihini sorguladı. Sanatçıların, içinde bulundukları koşullara dair bir ‘tespitler ve yanıtlar’ bütünü olarak var ettikleri eylem - sergi, geçirmekte olduğumuz sürece ilişkin çok önemli tarifler içeriyordu. Benim merak ettiğim bir diğer şey ise, bu serginin ve benzer pratiklerin Türkiye sanat ortamında nereye oturduğu üzerineydi. Bir bakıma sergiden yola çıkarak, tespitleri toplumsal tartışmalar yerine, sanat bağlamında da yapabilmeyi istedim. Öyle de oldu, bir süredir beklettiğimiz başlıklar üzerinden uzun uzadıya tartışabilmeyi özlemişiz.
Tayfun Serttaş: “Pis Hikaye” bağlamından ve bu serginin örgütlenme pratiğinden yola çıkarak, sanatçı kollektivitelerinin yapılanma biçimleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Deniz Erbaş: Bu sergideki kollektif duruş sanatçıların yeni keşfettiği ya da Türkiye’de ilk kez uygulanan bir model değil. Sanatçıların kendi sergilerini örgütlemeleri, uzun yıllardır varolan bir geleneğin uzantısı. Bugün bu serginin bir sanatçı kollektivitesi olduğuna vurgu yaparak öncelikle bazı kafa karışıklıklarını önlemek istedik. Örneğin, bu sergiyi içinde bulunduğu mekan mı düzenliyor, küratörü var mı, o metinleri yazanlar mı küratör gibi belirsizlikleri ortadan kaldırmak için.
Hakan Akçura: Ne iyi ki, bağımsız sanat topluluklarının, biraradalıklarının ve ağlarının gerek yerel, gerekse uluslararası alanda sayılarının, etkinliklerinin ve güçlerinin arttığı zamanlardayız. Geleneksel ve devletle köklü bağlar içeren kurumların da, artık kendi geleneklerini ve o geleneklerin beslendiği köklü ilişki, çıkar ağlarını yaratan yeni küratöryel kurumların da zamanı doluyor. Bizler sanatçının yaratımının sahiciliği ile bağımsızlığı arasında doğrudan ilişki kurulacak yeni bir algılamanın başladığı günlerin kolektiflerinden birisiyiz sadece…
T.S: Bu biraradalıklar daha çok hangi faktörler sonucu ortaya çıkıyor? Sergideki sanatçılar arasında bazı ortak kaygıların da olduğunun bir göstergesi bu yapılanmalar. “Pis Hikaye” ile bir araya gelen sanatçıların yeni bir kollektif oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Bu biraradalık yalnızca bu sergi için mi doğdu yoksa gelecek planlar var mı?
Deniz Erbaş: Burada belirli bir enerji ve paylaşım söz konusu. Bu enerji belirli zamanlarda yoğunlaşıyor. Deyim yerindeyse canımıza tak ettiren bazı anlar ve pik dönemler var. Bu süreçte, Ceylan Önkol olayı bir son nokta oldu bizler için. Çünkü gerçekten duramaz hale getiren olaylar yaşanıyor. Bu sergide yer alan sanatçılar arasında yalnızca sergi – sanat bağlamında değil, özel yaşamda da bir takım yakınlıkların olması serginin avantajı. Bu açıdan sürekli birbirinden haberdar olan, bir arada düşünen, yeri geldiğinde işlerini açıp üzerine birarada tartışan, birbirinin fikrine değer veren ve ortak meseleleri olan insanlarız. Sanattan çok daha geniş bir paylaşım kümesi üzerinden birarada duruyoruz diyebiliriz. Bir süredir farklı gruplar, örgütlenme modelleri ya da mekanlarda bu deneyimi yaşamış ve paylaşmış sanatçılar söz konusu. O nedenle bu tip sergilerin aynı zamanda bir sürece ve sürekliliğe dair olduğunu akılda tutmak lazım. Gelecek süreçte belki başka bir mekan deneyimi, başka bir yoğunlaşma daha mutlaka olacaktır. Bizler açısından biraz da, zaman içerisinde, zamana yayıldıkça anlaşılacak süreçler bunlar.
Hakan Gürsoytrak: Sokaktaki en basit ilişki alanından yola çıkalım. Birini bir diğeri üzerine kurduğu iktidar, kocanın karısı, annenin çocuğu üzerinde kurduğu iktidar alanları, birbirlerinin alanlarına müdahalenin “doğal” bir süreklilik halini alması, kaldırımın orta yerine arabasını park eden adamın cüretkârlığı ve tüm bunların merkezinde karşımıza kocaman bir iktidar mekanizmasının çıkması. Bizler, bu mevcut duruma sanat vasıtası ile de söyleyecek sözü olan sanatçılarız. Her birimizin politik duruşları ve kaygıları bire bir aynı olmasa da, yanyana geldiğimiz zaman hayatın akışındaki bu baskı alanına karşı verilecek ortak cevaplarımız var. Bir bakıma, bu süreç bizim sanat yapma nedenimiz ve sanat yapma şeklimizi oluşturuyor. Yanyana olmanın böylesi bir gerekliliği var bizler için.
Murat Başol: Yeni kolektif olmaktan çok benzer düşüncedeki sanatçıların biraraya gelip, bir deneme sergisi yaptı diye düşünüyorum. Sonuç olumlu oldu ve tertemiz bir sergi çıktı. Bundan dolayı “Pis Hikaye”ye yeni sergiler için bir referans noktası olarak bakabiliriz. Örgütlenmelerin çöktüğü bir dönemde bir sanatçı gurubunun sesini yükseltmek istemesi çok kolay değil. Zamana ihtiyaç var ve geçmişte bırakmamız gereken hastalıklar var. Mesela dünya görüşlerimiz farklı olabilir ama aynı politik ortamda bir çizgide duruyorsak beraberce bir sanat ortamında varolmayı becerebilmeliyiz. “Pis Hikaye” galiba bunu becerebilecek bir potansiyelin fotoğrafını çekmiş oldu.
Neriman Polat: Diğer taraftan her bir araya geldiğimizde başka bir yeni deneyim doğuyor. Başka başka şeylerin altını çizmiş oluyoruz aslında. Bir süredir böyle bir sergi yapma isteği taşıyorduk aslında. Şubat gibi düşünüyorduk ancak önümüze bir mekan fırsatı çıkınca işleri hızlandırdık. “Pis Hikaye”, bir buçuk aylık bir çalışmanın ürünü. Aramızdaki geçmiş deneyimler olmasaydı, bir buçuk ay gibi bir sürede böyle bir sergiyi çıkartmamız imkansız olurdu. Ancak bu birlikteliği salt arkadaşlık ilişkileri üzerinden anlamamak gerekir. Buradaki biraradalık, sürekli genişleyen, genişlemeye çalışan bir dinamiğe dayanıyor. Aktif Kollektif ile bu proje aracılığı ile yeni tanıştık mesela. Onlar hayli kalabalık bir topluluk, ilk kez birlikte birşeyler yaptık.
T.S: 17 sanatçının bir araya gelmesi ve birlikte söz söyleyebilmesi, bunu küratör gibi aracı bir kurum ve büyük sponsorlar olmadan yapması, her zaman karşılaştığımız sergi kriterlerinin dışında deneyimler gerektirmeli… Bu açıdan yaklaşıldığında, serginin üretim aşaması süresince, daha çok neleri yapmamaya özen gösterdiniz? Özel hassasiyetler üzerinden doğan kaygılar nelerdi?
Deniz Erbaş: Elememeye özen gösterdik. Bu açıdan eksiltmekten çok arttırmaya yönelik bir yaklaşım hakimdi. Kendi aramızdan çıkan önerileri dikkate aldık. Her şeye birlikte karar verdik. Mekanın yerleştirmesinden, metinlere dek, tüm adımlar birlikte değerlendirildi ve tartışıldı diyebilirim. Ancak her bir sanatçının kişisel önerileri de dikkate alındı. Mesela Erdağ Aksel, ilk başta 2009 tarihli bir işi ile katılacaktı sergiye, son anda kendisi getirip 1988 tarihli bir işini koydu. Aktif Kollektif’in nasıl bir iş üreteceğini başta hiçbirimiz bilmiyorduk. Dahil oldular ve kendi sokak pratiklerinden yola çıkarak bir hafta içerisinde üretip türettiler. Sonuç hepimiz açısından etkileyiciydi. Galeri mekanı gibi yapacağı sergiyi bir yıllık takvime oturtan bir sistem yok burada. Kendi üretimini de o şekilde kurgulayan sanatçılar değiller. Üç ay sonra şöyle bir tema yaparız, onun üzerine çalışırız gibi bir şey söz konusu değil.
Murat Başol: Ben işimi son gün teslim ettim ve o ana kadar kimse görmemişti. Küratörlük yoktu ama tema vardı; minik bir damla atıldı zihinlerimize ve mekanizma çalıştırıldı. Herkes bu serginin içeriğine tam uyumlu işler seçmek için özen gösterdi. Mesela önceden planlanmayan bir şey; 12 Eylül’e vurgu yapmak gerektiğine inanıyordum, Kenan Evren animasyonu yapmaya karar verme aşamasındayken, Fulya’nın “Necdet” işi ve İlhan’ın “Evren” heykeli ve Evrensel’in “Tablo” isimli işi. “Pis Hikaye” içinde kılcal bir Evren damarı oluşturdu. Bunu kimse planlamadı. Çok Evren oldu, şu işleri koymayalım gibi bir müdahale de olmadı. Dolayısıyla küratoryel bir tasarıma ihtiyaç duyulmadan bu serginin ortak ruhu kendiliğinden beliriverdi.
Neriman Polat: Bu tip sergiler, çıktığı zaman ortaya çıkar. Bu sergilerin en büyük özelliği de, bazı kararların baştan ve çok keskin verilmemesi zaten. Yani siz bir dizi projeye göz atıp, onları mekana yerleştirip, mekan üzerinden değerlendirip sonra bir seçkiye gitmiyorsunuz. Bu nedenle küratör yok burada. O sterilliği kaldıran, çok önemli bir noktadır bu. Bizler, bu açıdan risk almayı seven sanatçılarız zaten. Atlamamak gerekir ki, bu tür projelere alışık da sanatçılarız. Bunları zaten yapan, örgütleyen, içinde yer alan, tartışan... O yüzden çok yeni bir pratik değil bizim hayatımızda.
Hakan Akçura: Ben soruya daha sürecin içinden tanıklıkla cevap vermekten yanayım. Ben diğer arkadaşların başlattığı süreç hakkında davet edildiğim andan itibaren haberi olan bir katılımcıyım. Dolayısıyla, geleneksel algı ve alışkanlıklara göre hem benim kendimi misafir, hem onların kendilerini ev sahibi sanmaları için yeterli bir nesnellik söz konusuydu. Ama ben davete evet dediğim andan başlayarak kendimi en az diğerleri kadar serginin sahibi hissetmekte hiç zorlanmadım. Özelde, bir yerine iki işimle sergide yer almam, iki işimin de sergi öncesinde internetten yaygınlaştırılmış olmasının bir sorun olup olmadığı, genelde sergi katılımcısı metinlerin içeriği, mali sorumluluklarımızın altından kalkma yolları, serginin kurulması ve basınla ilişkiler gibi harcanması zorunlu emeğin kimler tarafından ve nasıl verileceği gibi, her zaman zorlukla altından kalkılan ve tatsız duygusal yüklenimlere neden olan sorunların, adeta yıllarca ortak yaşama deneyimi olan insanların varoluş rahatlığıyla altından kalkılması çarpıcıydı ve bence paylaşılan ortak bilincin niteliğiyle ilintiliydi.
Çağrı Saray: Bu biraraya gelişin dışavurumsal bir durum olduğunu söylemek de mümkün. İçinde yaşadığımız toplum ve her gün bir yenisi eklenen vaka/olay/kriz her birimizi bağımsız birer sanatçı olarak yönlendiriyor; hem üretim hem de yan yana geliş bağlamında… Bu sergi de bu doğal refleksin ürünüdür diyebiliriz. Gerektiği zaman belli kişiler (belli işler) biraraya gelir ve tek bir tümceyi oluşturur. Bu serginin dışında yan yana gelişler de olacaktır kuşkusuz; çünkü hem toplumsal olarak benzer sorunsallar hem de üretim pratikleri üzerinden Türkiye’deki sanat ortamı bu yanyana gelişlere bir anlamda zemin hazırlıyor.
T.S: Serginin işaret ettiği sorunsalları gözönüne aldığımızda, daha çok ‘bir kamusal sanat projesi olmalıymış’ hissi doğuyor. Özel bir mekanda olmanın sergi açısından avantajları ve dezavantajları neler oldu?
Neriman Polat: İnternet ortamından gelen işler de var bu sergide. Onları kesinlikle kamusal alanın da bir parçası olarak değerlendirmek lazım. Hakan Akçura’nın işi e-mail üzerinden sergiye dahil oldu mesela. Yine Ceylan Önkol için yaptığı çalışma, eylemlerde insanlar tarafından ellerde taşındı. Bu açıdan aslında birçoğu kamusal alanla ilişki halinde olan işler. Bir bakıma, kamusal alanı içeriye aldık gibi olduk.
Deniz Erbaş: Bu sergiye dahil olan birçok sanatçının aynı zamanda kamusal alanda ürettiğini ve sokakta iş yapma pratiğine sahip olduğunu eklemek gerekir. Örneğin Aktif Kollektif gibi çok ender olarak özel alanlara giren bir sanatçı topluluğu da dahil oldu projeye. Neriman’ın Express’te yayınlanan işleri ve Evrensel Belgin’nin internet ortamında sürdüğü çalışmaları serginin kamusal alandaki uzantıları. Ancak mekan, bu açıdan işleri hızlandıran olumlu bir etken de oldu. O nedenle bu sergi özelinde kamusal alan mı, özel alan mı olmalı gibi bir tartışma hiç geçmedi aramızda. Zaten başından beri bir mekan olanağı bulunması üzerinden hareket ettik.
Çağrı Saray: Mekanın şöyle bir avantajı daha oldu; hem bu metinler, hem de içerik bağlamında serginin genel bir aurası oluştu. Sergide yer alan işlerin birbirini tamamlayan yapısı ile mekanın planı arasında belli bir paralellik var. Bu açıdan sanatçıların ve işlerin biraraya gelişini toparlayan bir mekan oldu burası. Çünkü burada öncelikle işlerin buluşması sözkonusu. Belirli bir içerik var ve o içerik etrafında toplanabilecek işler biraraya geldi. Mekanın labirente benzer yapısı, izleyiciye 360 derece tur atabileceği bir alan sağlıyor ve bu alan izlenme açısından sergiye bir dizge ve bütünlük kazandırıyor.
Hakan Akçura: Mekanın niteliğine ve sergiyle ilişkisine dair denilecek en önemli şeyin, alışılmadık bir biçim ve bilinçle bize tanıdıkları özgür atmosfer olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bu sergi, sanat merkezinin ismiyle anılan, bulunan ve işlerimizin başında o mekanın sahip ve çalışanlarının durduğu, en önemlisi serginin konuklarıyla çoğunlukla onların ilişki kurdukları bir sergi. Aramızda akanın, böylesi işlerle, böylesi bir zamanlama ile böylesi bir sergi açmayı ortak ve arzulanacak bir mesele olarak gören “bu insanlar” arasında “olması gereken” bilinç, güven ve olgunluğun “kendiliğinden varolduğunu” anladığımız bir yeniden farkındalık zemini olduğunu düşünüyorum.
T.S: “Pis Hikaye”nin oluşum aşamasında daha çok hangi disiplinlerden faydalandınız? Örneğin medya ve siyaset gündemi, serginin tartıştığı konularla iç içe geçiyor. Bu bağlamda nasıl bir seçicilik söz konusu?
Hakan Akçura: Bence bu sergi, hiç aramızda dile dökülmese de, “oluşumunda yeralan tüm bireylerin, kendilerini birer eşit konumlu kültür emekçisi ve aktivist olarak hissettiği” bir sergidir. O yüzden, neredeyse kültür ana başlığının içerdiği tüm disiplinleri içkin kılabilmiştir: Tarih bilinci, kültür ve sanat politikası, felsefe, siyaset bilimi, kültür ve sanat aktivizminden “yeni tür sergi tasarımı”na kadar…
Serpil Odabaşı; Bu sergi, bellek kaydı gibi de değerlendirilebilir, bu anlamda evet, tarihi not etmek gibi biraz da. Gündem hızla değişiyor, örneğin Kız Şaban Tv de bir kez geçti birkaç gazetede haber olarak göründü ve sonra unutuldu, buna dair bir şey söylemek, farkındalığı yükseltmek adına önemli bence. Bu anlamda bunları unutmadık, not aldık, diyebilen de bir sergi oldu bir yandan.
Hakan Gürsoytrak: Ayrıca sergide, heykelden fotoğrafa, videodan kolaj ve resme uzanan bir çeşitlilikte farklı sanat disiplinleri de yan yana geldi. Bu açıdan plastik olsun ya da herhangi bir medyuma yakın dursun gibi bir kaygı gütmedik. Kurgusu gereği bunu öngörmeyen bir sergi “Pis Hikaye”.
Deniz Erbaş: Sergide bir takım kronolojik sıçramalar var. O hepimiz açısından önemli oldu. Tüm işler yeni değil mesela. Erdağ Aksel’in 1988’de ürettiği ‘Pandora Prizma’ isimli heykeli de var bu sergide, 2000’lerin başından gelen işler de, hemen geçtiğimiz haftanın gündemine dayananlar da... Hepsi yanyana duruyorlar. Bu açıdan baktığımızda, işler arasında da sürece ilişkin bir takım diyalogların olduğunu gözlemleyebiliriz. Bu haliyle sergi, hem Türkiye’nin siyasal gündeminin, hem de güncel sanat tarihinin içinden geçmekte olduğu bir süreç üzerinden düşülmeli.
T.S: Peki yapıtlar ne gibi ‘pis hikayeler’ bağlamında bir araya geldiler?
Hakan Gürsoytrak: Hayatlarımızı, içerisinden geçtiğimiz sosyal olaylar üzerinden değerlendirirsek eğer kendiliğinden bir tablo çıkıyor ortaya. Darbeler, krizler, faili meçhul cinayetler, provokatif eylemler gibi vakalar yaşamlarımızın birer parçası halinde. Bir süre sonra kendi özgeçmişini, hatta kendini dahi bu olup bitenler üzerinden kurguluyorsun. Şöyle bir dönüp geçmişine baktığında, ‘pis işte bu hikaye!’ diyorsun. Tüm bu pis hikayelerin, toplumun içerisine ne kadar sızmış olduğunu görüyorsun. Bir süre sonra seni de kendisine benzetmeye başlıyor ve bunun dışına çıkamıyorsun. Yaşam alanını sarıp sarmalayan tüm bu içselleşmiş pis hikayeleri deşifre etme ihtiyacın işte bu aşamada doğuyor.
Deniz Erbaş: “Militarizm”, serginin temel başlıklarından birisi. Bunun bir diğer alt başlığı “darbe” olabilir. Bunun yanı sıra bir şiddet kültürü var. Metinlerden birisinde, psikanalitik düzeyde bu da işleniyor. Buna şuursuzlaşmış olmak da şiddet kültürünü besleyen etkenlerden birisi. Bunun militarizm ile de yakından bağı var. Tüm bu etkenler üzerinden büyüyen bir şey çünkü böyle bir anlayıştan yola çıktığında, kaşının üzerinde gözü olana da tahammülün olmuyor, biraz kırıtarak yürüyene de, teni biraz esmer olana da... Bu nedenle “Pis Hikaye”, Kız Şaban’ın öldürülmesine de, Ceylan Önkol vahşetine de eşit derece mesafeleniyor. Çünkü tüm bu olayların yanyana gelerek işaret ettiği bir atmosfer var.
Neriman Polat: Bu serginin gündemle bir ilişkisi var. Tanıklık etmek var. Kendi hikayeni anlatmak var. O nedenle buraya ait imgelerden meydana gelen bir sergi. Biraz uzaklaşıp baktığım zaman buradaki tüm işlerin, dünyanın genel hikayelerini değil, gerçekte bizlerin hikayelerini anlattığını görüyorum. Kendi içinde bulunduğumuz konumlanma sorunları, büyürken başımıza gelen olumsuzluklar veya gündelik hayatta karşılaştığımız sorunları kapsayan bir yapısı var “Pis Hikaye”nin. Bu nedenle ki, yapıtların tümü metaforik olarak kamusal alandan devralınmış bir sürekliliğe sahip.
Mahmut Koyuncu: Dünyadaki genel şiddet üretme makinasının, bu sistem üzerindeki rengini taşıyan bir sergi bu. Bunun, buradaki erkeklerde bıraktığı lekeler ile kadınlarda bıraktığı lekeler farklıdır. Farklı sınıfsal ve toplumsal tabakalardaki bireylerde, farklı etnik gruplarda bıraktığı lekeler başka başkadır. O nedenle buraya ait hikayelerdir. Bugün dünyada Amerika özelinde katmerlenen bir şiddet kültürü ve sürekli oraya dönük bir eleştiri var ancak kendi içimizdeki durumla da yüzleşebilmek önemli. ABD’nin dünya ölçeğinde yaratmış olduğu korku ve şiddet sarmalı yeterince görünür durumda. Lakin, Amerikan militarizmini sembolize eden sanatsal çalışmalarının olur olmaz aşırı üretimi veya tüketimi sanatçıyı entelektüel açıdan bir zihin bulanıklığına götürdüğünü düşünüyorum. Bu noktada, bir sanatçının veya herhangi bir insanın bu ülkedeki militer kültürün yarattığı arzuları ve uygulamaları görebilmesi önemlidir. Amerikan ordusu daha büyük bir ordu olabilir ama ondan küçük orduların da aynı yıkımları gerçekleştirme arzuları olduğunu unutmamak gerek. Kısacası hiçbir ordunun diğerinden daha masum olmadığını düşünüyorum. Bu bağlamda düşündüğümüz zaman “Pis Hikaye”de sanatçıların militarizmi işleme biçimlerinin bu algı üzerinden sağlam bir farkındalık noktasına tekabüliyeti söz konusudur. Coğrafyamızdaki şiddet geleneği de derin köklere sahiptir. Sergideki çalışmaların işaret ettiği veya sorun haline getirdiği meseleler gündelik münferit olaylarmış gibi görünüyorsa da her birinin derin bir şiddet ve kıyım geleneğinin uzantıları olduğunu görmek gerek.
Evrensel Belgin: Pis Hikaye, bir başlangıcı ya da sonu olmayan bir hikaye. Belli bir zamanda ya da yerde başlamış ya da yine belli bir zamanda/yerde bitecek bir hikaye de değil. Bu anlamda, 'öncesiz' ve 'sonrasız' bir 'hikaye' aslında...
Çağrı Saray: Türkiye’deki sosyo-politik olay ya da vakaların elbette uzun bir geçmişi ve gelişim süreci var, fakat her gün tazelenen ve volümü her daim yüksek tutan şiddet geleneği bize birey olarak sürekli bir farkındalık ve tam da olay yerinin ortasında/’ateş hattında olma’ duygusunu veriyor. An’a tekabül eden bu durum, bir öncesiz ve sonrasızlığı da beraberinde getiriyor. Şu an, bu serginin içeriğini oluşturan tüm gerçekler dışarıda yaşanmaya devam etmekte.
T.S: Bu açıdan “Pis Hikaye”yi lokal bir sergi olarak mı tanımlamak gerekir? Örneğin sergi, bu hali ile Londra’ya taşındığında oradaki izleyici için nasıl bir sunuma ihtiyaç duyarsınız? Mesela ne gibi metinleri eklemek gerekir?
Neriman Polat: Meselesi her ne kadar burası olsa da, “Pis Hikaye”yi kendi coğrafyası ile sınırlı bir sergi olarak tanımlamak sorunlu olur. Sonuçta bizler burada Filistin’den gelen bir işi izliyor ve anlayabiliyorsak, “Pis Hikaye” için de benzer bir dolaşım sözkonusu olabilmeli. Bu açıdan sergi, genel dünya düzeni için de bir şey söylüyor. Çünkü bahsi geçen konular, buradaki örnekler dışında, dünyada benzer karşılıkları olan meseleler.
Murat Başol: Başka bir ülkede sergilemelerde her zaman problem vardır. Burada bile alt metinler olmadığı için sergilenen bazı işleri değerlendiremeyen izleyiciler oldu. Sergi kendini ifade edebilecek durumda, fakat çok genç yaştaki bir izleyici de yakın tarihi ya da ülkede yaşananları genel kültür düzeyinde dahi takip etmemişse, bu sergi onun için bir şey ifade etmez. Bazı işler için metin desteği gerekli olabilir.
Çağrı Saray: Sergideki işlerde, hatta özellikle bazı işlerde daha net bir biçimde ortada olan temsili figürler ve semboller esasında birer gösterge. Bu serginin geneli için de, tek tek işler için de bir okuma yapacak olursak, bu okumaları şekillendiren unsurlar da bu göstergeler olacaktır. Bu bağlamda göstergeleri sadece gösterdikleri/işaret ettikleri temsili imajlar üzerinden anlamlandırmaya çalışırsak, o zaman sözünü çok direkt söyleyen ve yerelliğin içine hapsolmuş bir sergi karşımıza çıkar. Kısaca mesele okuma yöntemlerine ilişkin farklılıklarla ilgili.
Hakan Akçura: Henüz çok az yerde adı anılan ve üzerine yazılan sergimiz hakkında adını ilk kez duyduğum, aynı zamanda yazar, video sanatçısı, küratör ve korsan radyo aktivisti de olan Michael Lithgow isimli bir iletişim öğrencisi Kanadalı, oldukça yaygın okunduğunu anladığım “Artthreat” isimli ortak kültür ve politika sitesinde bir yazı yazmaya ve bu sergi bahanesiyle Kanada toplumunun kendi “pis hikayeleriyle” yüzleşmesinin gerekliliğini vurgulamaya kalkıştıysa, bu sorunun cevabı bizim niyetimizden bağımsız, nesnellik tarafından veriliyor demektir zaten. Sergimizin hiç yerel bir sergi olmadığını, hiç değişmeden taşınabileceğini de, taşınmamız söz konusu olduğunda orası neresi ise oraya yönelik yeni bir kollektif ve sergi oluşturulabileceğimizi de rahatlıkla söyleyebilirim. Aynı isimlerle, yeni isimlerin katılımıyla ya da yepyeni -eminim bu sergiyle dost - bir başka kollektifle…
T.S: Buradaki sanatçıların her birisi aynı zamanda farklı farklı alanlarda aktivistler. Bunun sergiye getirdiği bir boyut var mı?
Erdağ Aksel: Evet, sanatın hem yetersiz olabildiği, hem fazla geldiği durumlar olabiliyor. Unutmayalım ki hepimizin “sanatçı” kimliklerimizin yanı sıra bir dizi farklı kimliklerimiz de var. Sanatçı kimliğimizle siyasi kimliğimiz zaman zaman çakışır ve bu çakışma siyasi yanı ağır basan bir sanat ürünüyle neticelenirse ne ala. Zaten “site specific” (bunu Türkçeye mekana özgü diye mi çevireceğiz?) işler yapmaya soyunan birçok sanatçı için “site”, yani mekan sadece serginin yer alacağı odaya, binaya yani fiziksel mekana tekabül etmeyebiliyor. Sözgelimi siyasi mekandan söz etmek mümkün. Ayrıca bir sanatçının çalışmalarını mekanın sosyolojik, psikolojik özelliklerine uyumlu ya da karşı yapması da söz konusu. Belli ki burada etrafında olup bitenin farkında bir grup sanatçının biraraya gelmesi söz konusu. Ama tabii ki her zaman sadece siyasi sanat üreteceğiz, ya da her siyasi eylemimizi sanat ürününe dönüştüreceğiz diye bir önkoşul yok. İyi ki de yok. Aşk üzerine de sanat yapabilme hakkımız, sanatla ilişkisiz siyasi eylem yapabilme hakkımız kadar kıymetli.
Hakan Gürsoytrak: Sanat atmosferi çok cilalı ve çok süslenmiş bir ortam. Bir bakıma yaptığın şeye de bir yerden sonra yabancılaşmaya başlayabilirsin. Adına “Pis Hikaye” diyorsun ama temiz bir sergi çıkıyor ortaya. Bu yanyana gelişler, bir bakıma olaya daha doğru bir yön veriyor. O nedenle ben sanat ortamı içerisinde böylesi biraradalıkları kendi adıma tercih ediyorum. Sanatın yetersiz kaldığı yerde farklı alanlarda zaten biraraya geliyoruz.
T.S: Serginin, Türkiye’nin sosyo-stratejik ve siyasal ortamı içerisinde durduğu yeri göz önüne aldığımızda, ciddi bir perspektif doğuyor. Bu bağlamda “Pis Hikaye”den beklentileriniz neler?
Evrensel Belgin: İçinde yaşadığımız hikayeye ilişkin bir söz oluşturma ve tavır alma anlamında önemli buluyorum serginin niteliğini. Çünkü bu onun, bu hikayeye ‘karışması’, müdahil olması anlamına da geliyor. Tarihin ilerideki bir noktasında, dönüp, bu “travmalar ülkesi”nde tüm bunlar yaşanırken, peki karşısında ne yapıldı, neler oldu?!” denildiğinde söylenebilecek şeylerden biri olacak oluşudur önemli olan. Bu tavrı, bu gardı alabilecek enerjiyi kendinde bulabilmesidir.
Hakan Gürsoytrak: Diğer taraftan, günümüz mantığı içerisinden bakıldığı sürece, sen böyle 10 tane sergi yapsan da, anlamak istemeyenlerin bir tarafından girip diğer taraflarından çıkacaktır. O nedenle bu sergi öncelikle bizlerin bu ülkedeki suskunluğunu ve rahatsızlığını gidermesi açısından kıymetli. Onun dışında kanunlar mı değişiyor? Mevcut durum daha iyiye mi gidiyor? Uzun vadede belki bir iyiye gitme durumu ve buna katkı sunmak söz konusu olabilir. Bunu söylemeye inatla devam ettikçe belki, bakacağız... 1988’de yapılan işler bugün bu sergide hala geçerli, umarız daha uzun süre geçerli olmaya devam etmez. Ancak gidişat, bir süre daha geçerli olacakmış sinyalleri veriyor. Bu bağlamda, çok içtenlikle söylemek gerekirse bir ‘çaresizlik’ tarafı var bu işin.
Neriman Polat: Bu tip sergilerin her zaman belirli bir takipçi kitlesi olmuştur Türkiye’de. Bunun yanı sıra üniversite öğrencilerinin ve gençlerin ilgisi çok yüksek. Bu bizler açısından çok umut verici. Okullardan çok fazla izleyici geliyor.
T.S: Diğer taraftan sanatçı ve anlatım ilişkisi açısından, böyle bir alanda üretmek hayli külfetli ve dezavantajlı görünüyor. Çünkü bir bakıma, burada ortaya koyulan şey, ne kimsenin gerçekten yapmayı istediği şey, ne de orjinal olan. Bu üretim biçimini bir refleks ya da etki – tepki olarak tanımlarsak, sanatçıdaki izdüşümü nedir bu pratiğin? Dünyanın türlü güzelliği yanında, cinayetleri, darbeleri, yoksulluğu ve şiddeti resmetmek, onun arkasından gitmek, nasıl?
Evrensel Belgin: Hayatla kurduğunuz ilişkiyle ilintili bu biraz da. Hayatın sizin karşınızda biçimlenişini nasıl tarif ediyorsanız, malzemeniz de o tariften besleniyor elbette. Örneğin, “Dünyanın türlü güzellikleri dururken“ gibi bir ‘ikilem’, benim için bir şey ifade etmez. Çünkü sorunsallaştırdığım şeylerle var olduğuma inanıyorum.
Hakan Gürsoytrak: Modern düşünce öyle bir ütopyayı barındırır ki aslında, sanat ile hayatı aynılaştırmak... Özünde, sanatı da ortadan kaldıran bir ütopyadır. Sanatla hayat aynılaştığı oranda, sanat da ortadan kalkacaktır çünkü. Ancak bundan bağımsız da olmuyor, çünkü hayata dönüp baktığın anda sayısız aksilikle burun buruna geliyorsun. Bu çelişkiden çıkıyor bahsi geçen şeyler.
Burak Karacan: Arkasından gitmekten ziyade içine doğmakla ilgili bu; içine doğduğumuz atmosferle, onun diliyle ilgili. Travma yaşamamış birilerinin olduğunu pek sanmıyorum doğrusu. Baskının olduğu her yerde direnişin, en kötü ihtimalle direniş imkânının olduğunu düşünürsek, külfetten, dezavantajdan söz etmek yerine, direnişten ve dayanışmadan söz etmek daha anlamlı görünüyor bana. Evet, ardı ardına cereyan eden olaylar, bize başka türlü bir dünyayı düşünebilecek kadar soluk bırakmıyor bir yandan, ama öte yandan işte bu bizim hikayemiz.
Neriman Polat: Sanatçının kendisiyle başbaşa kaldığı anlarda, rahatsız edici bir tarafı da var bu sürecin. Belki de asıl yapacağınızı yapamıyorsunuz çünkü. Ancak bunu çok yeni bir mesele olarak düşünmemek lazım. Bizler şimdi kendimize böyle bakıyoruz, fakat bizden önceki kuşak bizim yaptıklarımızı çok az buluyor. Onlar da çok mücadele vermişler çünkü. Aynı zaman da hiç sanıldığı kadar özgür bir alan değil. Üzerinizde her an bir sansür baskısı var. İşinden dolayı hakkında davalar açılmış, yıllarca mahkemelere gidip gelmiş sanatçılar var. O nedenle herkes burada özgür bir şekilde kendisini ifade etmiyor. Aynı zamanda, onun sınırları ile oynuyoruz, nereye kadar genişletebileceğimize bakıyoruz. O açıdan bizler üzerinde türlü sorumlulukların olduğu bir süreç bu.
Murat Başol: Bu coğrafyada maalesef bize düşen hikayeler pis oldu. Bizim neslin şansı diyeceğim ama koca yüz yıl çalkantı içinde geçti özellikle son yarım asırda hiçbir sanatçıya güzel hikayeler nasip olmadı. Neriman’ın söylediği çok doğru, bizden öncekiler çok çekti ama bu bizim üzerimize giydirilen bir gömlek. Nasıl taşırsak taşıyalım üzerimizde duracak. Bu yüzden politik sanat diye bir isimlendirme yapılmamalı. Ülkenin malzemesi bu ne yapalım, gidip peyzaj resmi de yapmak istiyorum ama olmuyor. Sürekli rüzgâr esiyor.
T.S: Peki buradan ve ‘Pis Hikaye’den yola çıkarak, yönümüzü ‘politik sanat’a çevirirsek, bu yaklaşımın Türkiye’deki işleyişini nasıl buluyorsunuz? Bu alandaki üretimlerin katmerlenerek artmakta olduğu bir dönemdeyiz. Bu süreci nasıl anlamak gerekiyor?
Deniz Erbaş: Burası aynı zamanda çok politik bir ülke. Bu anlamda, sosyal alan da, sanat alanı da bu ortamın bir sonucu. Kimi insanların bu durumu mesleğine yansıtma şansı yok. En basitinden bir sendikaya dahi üye olsa, işyerinde patronu buna karşı çıkıyor. Herkesin, bunu belirli oranlarda yaptığı işe yansıtma şansı var. Sanatın öncelikle böyle bir avantajı var çünkü sanat üzerinden bunu istediğin gibi ifade edebilirsin. O zaman daha görünür oluyor. Ancak toplumun büyük genelinde politik olana kulak kabartmak gibi bir pratik var zaten. İlk etapta ‘politik sanat’ gibi bir tanım, kulağa marjinal bir alan gibi gelebilir ancak sanatçıların bir kısmı da toplumdan bağımsız hareket etmek istemiyor ve bu haliyle sanatın dinamiğine yansıyor. Bu sergide aynı zamanda öğretmen olan, bizzat çocukları eğiten sanatçılar da var. Bir ajansta ya da bir galeride, tam sistemin göbeğinde çalışan sanatçılar var. O açıdan, hayattan o kadar da kopuk olmamız beklenememeli.
Mahmut Koyuncu: Bu süreci politik olanın sanat alanına olan müdahalesi olarak görebiliriz. Çünkü sonuç olarak, bu olaylar olmasa bizlerde bunları yapıyor olmazdık. Hem bu sergi özelinde, hem de genel durum açısından, politik ortamın sanatçıyı yönlendirmesi gibi düşünülebilir. Tersten baktığında ise sanatçının politik olana söz söyleme ve ona kendi pratiği üzerinden cevap verme ihtiyacıdır. Diğer taraftan toplumda öyle olaylar oluyor ki, Hrant meselesi mesela, artık sanatı, tuvali falan bırakırsın, sokağa çıkarsın. Bu açıdan mevcut pratiği refleks olduğu kadar, tavır geliştirmek olarak da düşünmek gerekir.
Evrensel Belgin: Ya da bazen 'resim' yapmakla eylem yapmak arasında fark kalmaz. ‘Pis Hikaye’ bu anlamda bir eylem-sergi aynı zamanda.
Neriman Polat: Bir ek olarak, ‘politik’ kelimesinin içinin böylesine boşaldığı bir ortamda, bence politik sanat tanımı da çok doğru bir yerde durmuyor. Ayrıca hangi politikanın sanatı? Milletçi bir imgenin söylediği şey, bizim yaptığımız sanattan daha mı az politik? Bu açıdan konumuz yalnızca politik değil ve politik olanın bütünüyle değil. O nedenle ben kendi adıma ‘politik sanat’ yapıyorum gibi bir iddianın içerisinde hiçbir zaman olmuyorum. Burada bir seçicilik de söz konusu çünkü.
Hakan Gürsoytrak: Dünyada gelişmekte olan politik sanat değildi aslında, sanatın daha çok sosyoloji ile iç içe geçmesiydi. Küreselleşme ve yerel kimlikler bağlamında, olaylara daha fazla sosyal içeriği üzerinden bakıldıkça sanatta yeni bir politik gündem kazandı ve onun içinden politik sanat da çıktı. Örneğin mimariye baktıkça, sosyal konulara baktıkça, bir anda o mimarinin yapısının da politik olduğu görüldü. Bu açıdan politik sanat otomatik olarak yeniden keşfedildi diyebiliriz.
Burak Karacan: Politik derken ne kastedildiği de mühim. Nihai olarak hayatın her alanında, her edimimizde politiğiz. Sanat üretirken de, alış veriş yaparken de, dolmuşla bir yere giderken de. Bu nedenle politik sanat, politik olmayan sanat gibi bir ayrım, karşıtlık yaratmanın ötesinde bir şey söylüyor mu? Emin değilim.
Murat Başol: Küreselleşme herkesin kafasını karıştırdı. Sanat dünyası ise yeni sermaye dağılımı içinde yerini elbette alıyor. Ama bu değişim politik geçişlere de sebep oldu. Sanat da bu değişim içinde kontaklar kurarak evrensel yerini arıyor. Temiz ve yalın olmaya da ihtiyacı var çünkü bu küresel değişim yolundayken pis hikayeleri atlamadan iş yapmak gerekir. Varacağımız noktada buna fırsatımız olmayabilir. Eskiye göre daha fazla mücadele etmeliyiz.
Hakan Akçura: Ben bugünlerde yeni genel kurulunu yapacak olan, kimi yönetim kurulu üyeleri Ergenekon yanlısı sitelerin abonesi olan ve katıldığı son iki etkinlik Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü ve "Cumhuriyetin temeli kültürdür” Korolar Konseri olan Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin olağanüstü politik varoluşu ile bizlerin politik varoluşu arasındaki farkı gösterecek ayırt edici terimin “entelektüel muhalifliğimiz” olduğunu düşünüyorum. Edward Said’in dediği gibi, “elimizden geldiğince hakikati temsil etmek ile haminin ya da otoritenin bizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın bizim elimizde olduğunu kendimize hatırlatmamız”. “Görevimizin krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmek” olduğunu düşünmemizdir.
T:S: Diğer tarafta, bu mecranın, dünya güncel sanat endüstrisi içerisinde ciddi bir payı ve piyasası var. Tam da karşısında durduğu sistem tarafından yutulma ve sistemin bir parçası haline gelme riski çok yüksek. Öylesine ki, bu durum çoğu zaman mevcut meseleleri ya da sanatçıları egzotikleştirmeye götüren bir risk tablosu çiziyor. Tüm bu risklere nereden mesafelenmek gerekiyor?
Erdağ Aksel: Sanatı neleri düşünerek yapacağımız ciddi bir mesele. Tabii ki her şeyi düşünerek yapabilmek hoş olurdu ama bu imkansız. Dolayısıyla zorunlu olarak önemliden önemsize doğru bir sıralama yapıyoruz. Bu sıralamada “endüstri” ve “piyasa” ne denli önde olmalı sorusunun yanıtı kuşkusuz kişisel bir yanıt. Üretim sürecindeki bu öncelikli düşünceler sıralamasına istersek “sergileme”, “gösterme”, “kürotoryal sistem” gibi konuları da ekleyebiliriz. Kapitalist sistemin her şeyi yutma ve kendi parçası haline getirme eğilimine sanat yoluyla karşı çıkmanın tarihçesi maalesef hüzünlü ve başarısız bir öykü. Bu koşulları ve tarihçeyi bilen birinin tabii ki hala değirmenlere karşı savaşması mümkün ama bu belki biraz da sanatın her şeyi yapmaya muktedir olduğu inancını da içinde barındıran bir düşünce. Yaptığımız işin etkisini abartmadan, sanat yoluyla söylenebileceklerin değil ama yapılabileceklerin bir sınırı olduğunu anımsamak fena olmayabilir. O zaman da sanat üretme sürecinde, “piyasa” ve “endüstri” üzerine düşüncelerin öncelik sıralamasında daha gerilerde bir yerde bırakılması anlamlı. Aynı şey sanatın gösterilmesi konusundaki düşünceler için de geçerli olabilir. Bu konular önemsizdir demiyorum ancak sanat üretiminin bunlardan çok daha önemli meseleler ve süreçler içerebildiğinin altını çizmek istedim.
Deniz Erbaş: Dünya sanat piyasası üzerinden düşündüğümüzde, bahsettiğin türden bir ilişki kolaylıkla kurulabilir. O da ayrı bir ‘pis hikaye’ zaten. Ancak bizim coğrafyamızdaki fark şu oluyor, burada henüz böyle bir yapı dahi yok. Konu güncel sanat olduğunda, henüz endüstri diyeceğimiz kadar olgunlaşmış bir yapı ve koleksiyoner - piyasa ağı mevcut değil. İşini satabilen sanatçıların sayısı dahi parmakla gösterilebilecek kadar. Bir takım kurumsal yapılar var, ancak onların da sanatla ilişkisi henüz bu düzeyde değil. Sistemli bir üretim ve tüketim ağından bahsedemediğimiz bir ülkede, aslında bu boyutunu konuşmak biraz zor oluyor. Henüz bir kültür sanat politikası çizilmiş değil çünkü. Batı’daki kadar sistemli olmasa da, Türkiye’de de bu durumun bir süre sonra sisteme dökülmesi riski hep var.
Diğer taraftan politik sanat yap ya da yapma, aslında bu herkesi belirleyen bir şey. Venedik Bienali’nde ülke pavyonu olarak bir de Kürt Pavyonu açılıyor mesela. Kürt Pavyonu’nun, öncelikle oradaki ‘ülke pavyonu’ mantığına karşı çıkması beklenirdi ama bunu yapmıyor. Böyle bir ortamda sanatçılar da, mekanlar ve kurumlar da bazen ters köşe olabiliyor. Bu durum politik olanı da egzotikleştirme riski taşıyor haliyle. Ayrıca bu sergiye katılan sanatçılar Avrupa’da olsalardı, çok kolay bir devlet ya da belediye fonundan kaynak alıp, projelerini çok daha rahat koşullarda gerçekleştirebilirlerdi. O zaman gerçekten böylesi bir tartışmaya da dahil olmuş olabilirlerdi. Ancak burada böyle bir şey yok. Bunun da kendi avantajları ve dezavantajları var.
Sonuç olarak, egzotizm riski taşısın ya da taşımasın, yapılan iş sırf ‘politik’ olduğu için bazı avantajlar yakalasın ya da yakalamasın, işin özünde bu özgürlük alanını savunmak var. Çünkü elimizde kalan son özgürlük alanlardan birisi bu. Diğer alanlara bakalım, medya ve basının haline bakalım mesela, o da bağımsız ve politik olmalıydı sözde. Ne hale geldi? Böyle bir ortamda önceliğimiz, alanı korumak olmalı gibi geliyor bana. Bu açıdan, salt mevcudiyeti gereği dahi sanat ortamı içerisinde korunması gereken bir olgu olarak düşünmek gerekiyor bu alanı.