1.2.09

Ahmet İnsel & Sezgin Tanrıkulu: Yargı her şeyi biliyordu

Radikal 2 - 01/02/2009

Devlet uzun yıllar JİTEM’in varlığını yalanladı. Ama itiraflar art arda gelince, birkaç JİTEM elemanı hakkında dava açmak zorunda kaldı. Şimdi ise, Genelkurmay’ın son basın açıklamalarından birinde icat edilen bir kelime revaçta: ‘Sözde itirafçı’!

AHMET İNSEL & SEZGİN TANRIKULU

Abdülkadir Aygan, önce PKK’lı, sonra PKK itirafçısı ve dokuz yıl JİTEM’in kadrolu memuru olarak çalışan, 1999’dan beri İsveç’te yaşayan bir JİTEM itirafçısı. Aygan’ın itirafları ilk kez yayımlanmıyor. İsveç’e gittikten sonra anlattıklarının bir kısmı, PKK ile ilgili olan bölümler ayıklanıp Özgür Gündem gazetesinde yayımlanmıştı. Daha sonra, anlattıklarının bütünü Almanya’da kitap olarak basıldı. Ardından Hürriyet gazetesi Musa Anter’in kızını Aygan’la buluşturup Ocak 2006’da haber yaptı. Aygan’ın maktullerin adını vererek işaret ettiği yerden çıkartılan kemikler, faili meçhul kalmış cinayette ölmüş bir kişiye aitti.

İsveç’te yaşayan Hakan Akçura, Aygan’la 25 Mayıs 2008’de yaptığı 3,5 saat süren söyleşinin video kaydını, kendi blogunda yayımlamıştı (http://open-flux.blogspot.com/). Akçura, Gerçekler Bilinsin Yeter başlıklı bu video filminde, Abuzer kod adlı PKK militanına, Şerif kod adlı ve Aziz Turan sahte resmi kimliğiyle kayıtlı JİTEM elemanına ve ailesinin seslendiği biçimiyle Kadir’e sorular yöneltiyor. Aygan da neden ve nasıl PKK militanı olduğundan başlayarak anlatıyor. Neşe Düzel’in geçen hafta Taraf gazetesinde üç gün yayımlanan çarpıcı söyleşisi, bütün bu bilgileri tamamlıyor.

Hepimizin bildiği gibi, devlet uzun yıllar JİTEM’in varlığını yalanladı. Ama itiraflar art arda gelince, birkaç JİTEM elemanı hakkında dava açmak zorunda kaldı. Şimdi ise, Genelkurmay’ın son basın açıklamalarından birinde icat edilen bir kelime revaçta: “Sözde itirafçı”!

Hakkında çok ağır suçlamalarda bulunulan ve dava açılması devletin bazı kademelerinin cansiperane direnişiyle yıllardır engellenen emekli bir subayın, davanın açılması kaçınılmaz olduğu zaman intihar etmesine bazı güçler bir linç girişimi görüntüsü vermeye çalışıyor. Cenazesi bir milli kahraman cenazesine dönüştürülüyor. İntihar etmiş bir kişinin yaşadığı o büyük insani dramı anlayarak, intihar etme kararı almaya insanı götüren o derin acıyı paylaşmak arzusu, bu duruşu bütünüyle izah etmiyor.

O zaman ne var diye sorarsınız, 10 yıl öncesine gitmemiz gerekecek. 8.1.1999’da, İdil Cumhuriyet Başsavcılığı, 1989 yılında üç kişinin öldürülmesiyle ilgili, sanıkların işledikleri iddia edilen suçların niteliği nedeniyle soruşturma evrağını Diyarbakır DGM Başsavcılığı’na gönderme kararı verdi.

Yedinci sanık

Savcı İlhan Cihaner’in kararında sanıklar, Ahmet Cem Ersever (o tarihte ölmüştü), emekli Jandarma Albay Arif Doğan, Jandarma Yüzbaşı Sinan Yaşar, Jandarma Başçavuş Şaban Bayram, Suriye uyruklu PKK militanı ve sonradan itirafçı olan ve o tarihte Kırklareli cezaevinde hükümlü tutuklu olan İbrahim Babat, korucu Faysal Şanlı idi. Savcı bu altı sanığın yanına, yedinci bir sanık daha ilave etmek ihtiyacı hissetmişti: “Açık kimlik ve sayıları tespit edilemeyen itirafçı, korucu ve kamu görevlileri”.

“Suç işlemek amacıyla silahlı çete oluşturmak, birden fazla kimseyi taammüden öldürmek” olarak, suç tanımlanmıştı.

Kararda ismi zikredilmeden ama açık biçimde tarif edilen bir örgüt vardı: “Kapsamı ve işledikleri suçlar tüm ülke geneline yayılan ve kamu görevlileri, itirafçılar ve koruculardan oluşan bir çetenin soruşturma konusu suçu işlediği, bu çetenin önceleri terörle/teröristlerle mücadele amacı ile kurulduğu, teröre destek veren şahısların yasal yöntemler kullanılmadan cezalandırılmasını yöntem olarak benimsedikleri, daha sonraları başka saiklerle adam öldürme/kaçırma, çek senet tahsilatı, bombalama, tehdit, vs gibi suçları işledikleri iddialarının olduğu” vurgulanıyordu.

Kararın sonuç paragrafı durumu tüm çıplaklığıyla özetliyordu: “Sonuç olarak açık kimlikleri yukarıda yazılı olan şahısların suç işlemek amacı ile çete oluşturdukları, sanık Arif Doğan’ın daha sonra farklı bölgelerde de birçok suç işleyen çetenin D. Bakır grubunun başında olduğu, bu şahısa bağlı Silopi grubunun başında ise Ahmet Cem Ersever’in olduğu” ve Ersever, Babat, Bayram ve Şanlı’nın “maktülleri önce sorgulayıp sonra Cizre-Nusaybin karayolunda öldürdükleri(nin) tüm evrak kapsamından anlaşıldığı” belirtiliyordu.

Savcı, “söz konusu çete mensubu olarak bu çetenin faaliyetlerini bildikleri halde gerekli işlemleri yapmayarak suç işleyen şahısların” hakkında başka yerde soruşturma yapıldığı için bu kararda sanık olarak gösterilmediklerinin altını ayrıca çizmek ihtiyacı duymuştu. Savcı, yargının başka suçluların var olduğunu bildiğini ima ediyordu. Çünkü daha önce “10.6.1998 tarihinde Radikal gazetesinde çıkan haber üzerine soruşturmayı genişlettiğini”, bu nedenle İbrahim Babat’ın kendisi tarafından sorgulanması için Midyat Cezaevi’ne sevk edilmesini Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nden talep etmiş, red yanıtı almıştı. Bunun üzerine kendisinin Kırklareli’ne gitmesine izin verilmesini talep etmiş, bu da reddedilmişti. Savcı, haklı olarak, Babat’ın “talimatla ifadesinin alınmasının birçok noktada delillerin, ayrıntıların kaybolmasına yol açacağına” dikkat çekiyordu. Suç dosyasını en iyi bilen kişi olarak ifadeyi kendisinin alınmasını ısrarla talep ediyor, bakanlık reddediyordu. Sonunda savcı, Babat’ın talimatla ifadesinin alınması için Kırklareli savcılığına 60 soru yolladı. Bu soruların bütünü, savcının amacının sadece üçlü cinayetin faillerini tespit etmek değil, bu eylemin etrafındaki örgütlenmeyi ortaya çıkarmak olduğunu gösteriyor. Örneğin bir Asayiş Komutanı ve Kurmay Başkanı’nı soruyor.

Savcı İlhan Cihaner, Diyarbakır DGM’ye dosyayı havale etme kararı aldığı gün, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’ne bir genel değerlendirme yazısı da yazdı. Savcıların pek ender başvurdukları bir yöntemdir bu. Beş sayfalık yazıda, önce ölü bulunan şahıslarla ilgili soruşturmayı nasıl yürüttüğünü anlattı. Kaçırma-kaybolma olaylarının arasında birçok ortak nokta olduğunu savcı tespit etmişti. Kaybolan/öldürülen kişiler, “ağırlıklı olarak terör suçundan soruşturulmuş kişiler olmakla birlikte, herhangi bir suça bulaşmamış” kişiler de vardı ve “bazılarının ailelerinden fidye isten”mişti. Savcı, “suça katıldıkları yolunda iddialar olan bazı görevlilerin hâlâ etkin olarak görevlerine devam ettikleri”nden, sanıkların açığa çıkarılması ve yargılanmalarının sağlanamamasından şikayet ediyordu.

Savcı şikayet etmekle kalmıyor, yazıda bir dizi somut önlem de öneriyordu. Bütün bunların üzerinden on yıl geçti. 1989’da işlenmiş üçlü yargısız infazla ilgili dava hâlâ 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam ediyor. Ama asker kökenli sanıklar buna dahil edilmeden. Çünkü Diyarbakır DGM Başsavcılığı’nın, Arif Doğan, Hikmet Köksal ve diğer jandarma görevlilerinin ifadelerine başvurulmak üzere adres ve kimlik bilgilerini talep eden yazısına Genelkurmay Başkanlığı’nın yanıtı netti: Konunun askeri nitelikli olmasından dolayı adli makamlarca bu konuda soruşturma yapılmasına gerek yoktur! O günden beri Genelkurmay Savcılığı’nın bu konuda bir soruşturma yapıp yapmadığını bile bilmiyoruz. Genelkurmay’a iletilmiş bir dizi suç duyurusunun akıbeti de aynı.

10 yıl geçti

1989’da işlenmiş cinayetin üzerinden 20 yıl geçince, yani Eylül 2009’da dava zaman aşımına uğrayacak. Cansiperane direniş amacına ulaşacak. Bütün bu davalarda olduğu gibi, yargıçlar ayak sürüyecekler, başlarına iş almamak için davaları sonuçlandırmayacaklar ve Türkiye zamanaşımı nedeniyle düşmüş dava sayısında dünya şampiyonluğuna oynayacak.

İşin bir de öbür yanı var. Savcı, bakanlığa yazdığı yazıda, “Olağanüstü hal bölgesinde kanunsuz işlere katılan kişilerin diğer bölgelerde de kanunsuz ilişkilerini sürdürdükleri, bu haliyle ülke genelindeki birçok suçun altyapısının olağanüstü hal bölgesinde oluştuğu”nu ifade ediyordu. “Tüm ülke geneline yayılan çetenin suç işlediğini” vurguluyordu. Kendisine soruşturma izni verilmiyor, üşenmiyor bakanlığa genel değerlendirme yazısı yazıyor ve “adalete olan güveni pekiştirme” gereğinin altını çiziyordu. Bu tür faaliyetlerin, “güvenlik güçlerimizin meşru mücadelelerini uluslararası camiada karaladığını, özelikle AİHM’e başvuruların artma eğiliminde olduğunu” belirtiyordu.

Ve savcı İlhan Cihaner’in bu çabalarının üzerinden on yıl geçmesine rağmen, devletin bazı sorumlu makamları “sözde itirafçı” lafını icat ederek, “JİTEM yoktu” demeye hâlâ cüret ederek, direniyorlar. Türk yargı kurumunun medarı iftiharı olarak anılması gereken savcı İlhan Cihaner’in 1999’dan sonra meslekte nasıl ilerlediğini bilmiyoruz.

Bugün Ergenekon davasında “her şeyden önce hukuka önem vermeli” diyen devlet sorumlularının, emekli devlet büyüklerinin, siyasetçilerinin çoğu, İlhan Cihaner adaletin yerini bulması için çabalarken, en yüksek makamlardaydı. Adaletin yerini bulmasına karşı cansiperane direndiler, bazıları direnmeye devam ediyor. O zaman insanın aklına şu soru geliyor: Acaba hukukun bazı yurttaşlarımıza karşı uygulanmayacağına dair bir gizli hukukumuz mu var?

No comments: