Showing posts with label video. Show all posts
Showing posts with label video. Show all posts

30.5.14

25. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde "Türkiye'de video sanatının 40 yılından 40 video" seçkisi

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen, Türkiye’nin en köklü film festivallerinden olan 25. Ankara Uluslararası Film Festivali bu yıl 5-15 Haziran tarihleri arasında yapılacak.

Video Art gösterimleri konusunda öncü olan, bu yeni dili önemseyen ve programına dahil eden Türkiye’deki tek film festivalinde, 'Türkiye’de video sanatının 40 yılından 40 video’ isimli bir seçki yer alacak.

Nil Yalter’in Paris’te “Başsız Kadın ya da Göbek dansı” videosunu yapmasından bu yana 40 yıl geride kaldı. Ankara Uluslararası Film Festivali başından beri destekçisi olduğu video sanatının 40. dönüm yılını, Nil Yalter, Zeyno Pekünlü, Artıkişler, Başak Kaptan, Ferhat Özgür, Hakan Akçura, Işıl Eğrikavuk, Nancy Atakan, Neslihan Tanju Ercan, Nezaket Ekici & Yao Ladzepko, Dilek Aydın, Oktay İnce, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Yaman Kayıhan, Seza Paker, Hakan Topal, Erkan Özgen, Hatice Güleryüz, Genco Gülan, Candaş Şişman, Esra Ersan ve E. Belit Sağ’ın yani 24 sanatçı ve sanatçı grubunun 40 video işiyle kutluyor. Seçkinin sahibi ve sunucusu Ege Berensel.
Seçki kapsamında, videolarım Kürtçe Dersi 1, Kürtçe Dersi 2, Kürtçe Dersi 3 ve Pax Rhetorica, diğer sanatçıların videolarıyla birlikte 7 Haziran 2013 Cumartesi günü saat 15.00-19.30 arasında, Ankara Goethe Enstitüsü'nde gösterilecek.

3.8.13

"Yersiz: Kader Birliği"nden fotograflar ve video



15-28 Haziran 2013 tarihleri arasında Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, geniş bir sanatçı katılımı ile gerçekleştirilen "Yersiz: Kader Birliği" sergisinin video ve fotograflarını paylaşıyorum

Birçoğu Mardinli ve Kızıltepeli olan serginin tüm katılımcıları şunlardı: Erinç Seymen, Vahit Tuna, T. Melih Görgün, Hakan Akçura, Volkan Kızıltunç, Turgut Yüksel, Şerif Kino, Serkan Demir, Fatih Tan, Abdo, Stella Angelidou, Mehmet Ali Boran, Gökçe Süvari, Erdal Arslan, Mehmet Fahracı, Ferhat Dalmış, Mahmut Celayir, Feyzi Çelik, Fahir Kuzu, Sevil Tunaboylu, Seyfettin Arslan, Erdal Duman, Mehmet Çeper ve Elena Constantinou. 


Sergide Kürtçe Dersi videolarım (1,2,3) ve Pax Rhetorica sergilendi.












Fotograflar: Fatih Tan

29.7.13

"İsveç'te olmak, göçmen olmak, sanatçı olmak"



Adalar Müzesi'nde 2013 Aralık ayına kadar sürecek "Göç Bağlantıları Sergisi" kapsamında, 30 Haziran 2013 tarihinde Adaevi'nde yaptığım sanatçı sunumunun tam kaydını sizlerle paylaşacağımı iletmiştim. Nihayet bunu yapabiliyorum.



Altta iki ayrı kameranın kaydıyla tüm sunumum yeralıyor. 

İlki benim kameramdan ve yerleştirirken düşüncesizlik edip ne yazık ki projektör fanının sesini de sesime katmışım. Yine de videonun sesini biraz açarsanız, duyma sorunu yaşamazsınız.



İkincisi Harikalar Kutusu'ndan Banu Barmak'ın kaydı. Onda da ses çok geride kalmış ama benimkinde görünmeyen projeksiyon perdesini bu kayıtta izleyebiliyorsunuz. Sonuçta seçim sizin...



İsveç'e göçtükten sonra, yani sekiz yılı aşkın bir süredir İstanbul'da yaptığım ilk toplu etkinlikti bu. Göçmen kültür emekçisi kimliğiyle yüzümü kimileyin anavatanıma, kimileyin yeni şehrime ve ülkeme, kimileyin de dünyanın değişik coğrafyalarına ya da geçmiş zamana dönerek yaptığım, ettiğim, yaşantıladığım hemen her şeyi, genel hatlarıyla taşıdığımı düşündüğüm bir sunum... 



Sunumumun akışını da zaten bu blogumun zamandizimi belirledi. Değindiğim her işimin kesintisiz kayıtlarını, arkaplan öykülerini ve yankılarını bu blogun arşivinde bulabilirsiniz. Sağ yukardaki "blog içinde ara" yazan yere aradığınız işimin ismini yazmanız yeterli.


(Fotograflar: Bülent Özden / Harikalar Kutusu )

Konuklarıma, beni bir hafta Büyükada'da ağırlayan, sunumun duyurusu, belgelenmesi, konuklarımın hoşnutluğu için uğraşan tüm Adalar Müzesi ile Adaevi yönetici ve çalışanlarına, Harikalar Kutusu'na çok teşekkür ederim. 

Sunumuma dair yazacağınız her türlü yorumunuz beni sevindirir.

Kayıt 1


Kayıt 2

25.12.12

Göç Bağlantıları Sergisi Projesi'nin açılışından... / From the opening of Migration Connections Exhibition Project

Yenileme (30.12.2012): Bu kez fotolar sevgili Eda Yiğit'ten. Sağolsun...






 





Sağolsun o karda kışta Gökhan gitmiş de, açılış fotograflarını çekmiş...
Son iki fotografta sorunlu görünen o ekranda "İsveç Göçmen Dairesi'ne Mektup"un daha sonraları sorunsuzca gösterilebildiğini sanıyor, umuyorum.
Sergi hakkında geniş bilgiyi geçen hafta yazmıştım.







Fotograflar: Gökhan Akçura

22.12.12

Bugün açılan Göç Bağlantıları Sergisi Projesi'nde üç eski işim yeralıyor


“İstanbul’un ilk kent müzesi” unvanına sahip olan Adalar Müzesi, 2011’in Ekim ayında başlattığı Türkiye’de Kent Müzeciliği adlı Avrupa Birliği destekli projesinin kapanış etkinliği olarak Göç Bağlantıları adlı bir sergi düzenliyor. Farklı sanatçıların, akademisyenlerin, araştırmacıların ve müzelerin çalışmalarını Adalar Müzesi çalışmalarıyla birlikte sunan serginin küratörlüğünü Müze küratörü Deniz Koç yapıyor. Adalar Müzesi Büyükada Aya Nikola Hangar binalarında açılışı bugün yapılacak sergi 1 yıl açık kalacak. 
Uluslararası Müzeler Konseyi ICOM üyesi Adalar Müzesi, Türkiye’de çağdaş anlamda kent müzelerinin geliştirilmesi amacıyla Avrupa Birliği Kültürlerarası Diyalog Müzeler Programı’na sunduğu “Türkiye’de Kent Müzeciliği” adlı proje kapsamında “Göç Bağlantıları” sergisini düzenliyor. 
Hazırlıkları 2011 yılında başlayan, küratörlüğünü Deniz Koç’un yaptığı sergide, kentler arası yer değiştirme, insan hikâyeleri, yeni yaşam deneyimleri, paylaşım, yalnızlık, sevme ve sevilme bağlantıları, gidenlerin ve gelenlerin gözünden sunuluyor. 
Avrupa’dan “Göç Esintileri” 
Serginin Avrupa deneyimleri bölümü olan “Göç Esintileri”, aşağıda ayrıntılarıyla tanıttığım üç eşimle beni konuk ediyor. 2013 yılı Haziran ayında sergi kapsamında İstanbul'a gelecek ve sergilenen işlerim ve genel olarak yaratımım üzerine bir tanıtıcı etkinlikte yeralacağım.
Aynı bölümde yer alan proje destekçilerinden Kreuzberg Müzesi, Berlin’e Göçün 300 yılını interaktif video ve arşiv çalışmalarıyla özetlerken, proje ortağı Xanthi Folklor Müzesi ise, “Xanthi’den” başlığı ile sergiye katılıyor. 
Sergi, hazırlıkları öncesinde Adalar Müzesi çalışanları Stockholm Nacka Kommun işbirliği ile HAMN Müzesi’nin organize ettiği müzecilik atölye çalışmalarına katıldı. İsveç ziyareti sırasında gerçekleştirdikleri İsveç’te yaşayan Türklerle yapılan Sözlü Tarih görüşmelerinden elde edilen filmler de sergide görülebilir.
İçimizdeki göç
Avrupa bağlantılarının yanı sıra Türkiye’den Adalar’a göçün iç bağlantıları da serginin ilgi çekici bir diğer bölümünü oluşturuyor. Proje kapsamında Maltepe Üniversitesi’nden Prof. Belma Akşit ve Prof. Bahattin Akşit ile öğrencileri tarafından yürütülen araştırma ve belgeleme çalışmaları, ilginç grafikler, haritalar ve video performanslar eşliğinde sunuluyor. 
Aynı bölümde Tarih Vakfı’nın fotoğraf ve belge arşivlerinden Adalar Müzesi ile paylaştığı görseller yer alırken, Adalar Müzesi’nin iki yıl önce Kültür Üniversitesi desteğiyle gerçekleştirdiği “Adalı Esnaflar” belgeleme videolarından hazırlanan klipler de izlenebilecek. 

Sergilenen işlerim:

İsveç Göçmen Dairesi'ne açık mektup (Öppet brev till Migrationsverket)
Hakan Akçura 
videoperformans, 2006, 51 dk.






Sanatçının ikinci kez oturma ve çalışma izni almak için başvurduğu 2006 yılında, İsveç Göçmen Bürosu'nun çağrısını aylarca bekledikten sonra yaptığı ve kaydettiği tek taraflı görüşme kaydı. Akçura, videoperformansın kaydını Göçmen Bürosu'na yolladığı gün içeriğini kamuya da açıklıyor ve diğer binlerce göçmenle paylaştığı bu sorunu medyaya taşıyor. Sanatçı, videoperformansında Göçmen Bürosu'nun soracağını bildiği soruları cevaplamakla kalmayıp, onların asla sormayacağı soruların cevaplarını da vermek, bir yeni göçmenin İsveç'e dair ilk yılının tanıklıklarını, düşüncelerini paylaşmak derdinde.

Medyada yansımaları:





Asansörler, Asansörler!
Hakan Akçura
iki bölümlü fotoğrafik düzenleme, 2007

Göçmen sanatçının bir gazete dağıtıcısı olarak asansör aynalarından yansıyan portresi.




Medyada yansımaları:


"Günaydın"
Hakan Akçura
 
videoperformans, 2007, iki ekranlı video düzenleme, 8 + 78 dakika





Sanatçının İsveç'e göçtüğü ve geçinmek için sadece üç kuruşa göçmenlerin çalıştırıldığı kimi işleri bulabildiği yıllarda yaptığı bir video-performans. İş, günlük bedava gazeteleri metro ve tren istasyonlarında inen, binen yolculara dağıtmak. Karar verdiği ve uyguladığı basit sunum tekniğinin nedenlerini bize bir "Epilog"la anlatan Akçura, gazeteleri yüzyüze, gözgöze "Günaydın" diyerek dağıtmanın, basit ama etkin bir iletişimin, verili toplumun davranış kodlarını ortaya çıkaran bir niteliği olabileceğini gösteriyor.

Medyada yansımaları:

Haber portalı Habertürk H2, Ekim 2007'de Stockholm Tegen 2'de açılan "Ben, sahibimin köpeği" sergisi   ve bu sergide ilk kez sergilenen "Günaydın"a dair bir söyleşi yayınlamıştı. O söyleşinin ilgili bölümlerini yeniden yayınlıyorum:

İSVEÇ'DE IRKÇILIK KARŞITI BİR TÜRK 


Necati Yıldırım / H2

İsveç'te yaşayan güncel sanatçımız Hakan Akçura Avrupa tarzı ırkçılığa eleştirel bir bakış atan "Ben, sahibimin köpeği" adlı sergiye katılıyor. Perşembe günü açılacak sergide Akçura İsveç özelinde Avrupa'da ırkçılığın artık müslümanlar ve diğerleri olarak alt kategorilere ayrıldığını belirtirken sergide "Günaydın" adlı eseriyle yeralıyor. 
...

Serginin adı neden “Ben, sahibimin köpeği”?

Sergi fikri, mekanın sahipleri, çok değer verdiğim sanatçılar olan ve biri sergiye de katılan Dror ve Gunilla Sköld Feiler çiftiyle, çok kısa sürede ama çok yoğun akan bir tartışmanın sonucunda ortaya çıktı. Biliyorsunuz, Lars Vilks isimli isveçli bir sanatçı, bir “meydan köpeği heykeli” önerisi olarak Muhammed’in suretini içeren bir çizim yaptı. Bu çizimi yolladığı sergi sergilemeyi reddetse de, yerel bir gazete yayınladı ve kıyamet koptu. El Kaide sanatçının başına ödül koydu, sanatçı koruma altına alındı ve İsveç’teki tüm basın yayın organları, olayı ve genel olarak “özgürlük” kavramını yoğun bir biçimde tartışmaya başladı.

Ne demek “meydan köpeği heykeli”?

İsveç’te son senelerde bir şehir sanatı olarak kimi meydanlara, değişik niteliklerde köpek heykelleri tasarlanıp uygulanıyor. Ama müslümanların mundar bulduğu “köpek kavramı” ile çizilmesi bir tabu olan peygamberlerinin, üstelik çirkin ve önyargılı bir suretini birleştiren bir tasarım, bu yaygın, hoş meydan heykelciliğine masum bir öneri daha eklemek demek değildi ve sözkonusu sanatçı bunu en başından beri çok iyi biliyordu.

Sergiye dönersek, başlığında yeralan “köpek” kelimesi bu gelişmelerle mi ilintili?

Hem hayır, hem evet… Şöyle ki, biz bu tartışmaları yeni bir zemine yükseltip, aslında bizce tartışılası olan şeyleri gündeme getirmek istiyorduk ve Dror’un elinde bir Orhan Pamuk metni vardı: “Benim adım kırmızı”dan köpeğin dillendiği bölüm. Bu bölüm, sergi boyunca bir duvarda akacak zaten.

Aynı günlerde İsveç’in en büyük günlük gazetesi Dagens Nyheter’de bir çokkültürlülük araştırması nedeniyle yazılan bir başyorumda şu kendi içinde çelişen iki cümle yayınlandı: “Göçmenlere karşı İsveçli yaklaşımı karşıtlıkları içerse de, temelde hoşgörü ve önyargısızlığa dayanıyor. Buna karşılık müslümanlara karşı varolan potansiyel düşmanlığın boyutu ise kaygı verici.” Hangi hoşgörü ve hangi önyargısızlığı tartışacağız? Artık, göçmenler ve göçmen Müslümanlar diye ayrı iki kategoriden mi sözedeceğiz? Varolan önyargılar ne? Ezberler bozulabilir mi? Tartıştık…

Sonuçta ortaya çıkan sergi, tanıtım metnimizden alacağım cümlelerle, “abartılı kibrimize ve doğudan da batıdan da gelsek, yahudi ya da arap, isveçli ya da göçmen de olsak sahip olmadığımızı sandığımız kendi önyargılarımıza da meydan okuyor.”

Sergimiz şu soruların sorulmasına vesile olmayı umuyor: “Güncel sanat keyif vermenin, bazılarının mal ve statüsünü yükseltmenin ve/veya bir sürüleri için de boş bir provokatif jest olmanın ötesine geçebilir mi? Sanat, çok sayıda insanın haberdar olduğu kamuya açık tartışmalarda da gerçek bir rol oynayabilir mi?”

Nasıl bir işle katılıyorsunuz sergiye?

1.5 saate yakın süren uzun bir videoperformansla… Adı isveççe “Godmorgon”, yani “Günaydın”. Sabit kamerayla, günlük bedava bir gazeteyi, herkese “Günaydın” diyerek dağıtırken beni belgeleyen bir çekim.

Nasıl ortaya çıktığına ve ne içerdiğine gelince, aslında sayfalarınızda yer vereceğinizi söylediğiniz ve videoperformansın ilk 8 dakikalık “Epilog” bölümünde, siz beni sözettiğim gazete dağıtımına çıkmadan önce, evimin mutfağında ilk sigaramı içerken yapıyorum bu açıklamaları.

Peki bize biraz sizi bu sergiye taşıyan süreçten bahseder misiniz?

Uzundur iş arayan ama bulamayan bir göçmenim İsveç’te. Yüzlerce işe başvurdum. Sanat yönetmeni, grafik tasarımcı, sayfa tasarımcısı, medya teknikeri olarak… 20 yılı aşkın bir iş kariyerim var bu alanlarda. Ama göçmenim. İş bulmak bir yana, görüşmeye bile çağrılmadım. O zaman genellikle göçmenlerin yaptığı, beden emeği yoğun, parası az olan işlere de başvurmaya başladım.
Sonunda buldum ve yaz aylarında gazete dağıttım bir ay, metro, banliyö istasyonu kapılarının önlerinde.

Sabah beşte kalkıp yola düşmem gerekiyordu bir güneyine, bir kuzeyine doğru Stockholm’un…

Gazete dağıtırken bizlere söylememiz gerektiği söylenen iki cümle vardı. İsveç’te biraz daha sık ve geniş bir kullanımı olan bir tür “buyrun” ya da “bugünün şu ya da bu isimli gazetesi”. Daha ilk gün, bu kadar pasif bir seslenişle değil de, onların çok şaşırdıkları basit bir kelimeyle dağıtmaya karar verdim gazeteleri: “Günaydın”.

Gördüm ki, orta sınıf hiçbir isveçli, hatta isveçlileşen göçmen, sabahın köründe, onlardan hiçbir şey talep etmeyen, hatta isterlerse üzerine bir gazeteyi bedava verecek olan, gözlerinin dibine gülerek bakan, orta yaşı geçmiş, göçmen mi, değil mi anlaşılmayan, ama belli ki göçmen işi yapan bir adama hazırlıklı ve donanımlı değildi. Çoğu seviniyor, renk değiştiriyor, cevap veriyor ve gazeteyi ister istemez alıyor, ardından neden yaptığını pek anlayamayarak beni, yani arkadan gelene de aynı sıcaklıkla “günaydın” dediğim halimi izleyerek metroya giriyordu.

Hasbelkader aynı yerde ikinci kez yine benim gazete dağıttığımı görürse, ertesi ya da bir sonraki gün, sıraya giriyor, donanımlı “günaydın”ı ile karşılıyordu beni. Ödülünü elimden alıp gidiyordu. Gelen, bir önceki gün, olanca sevimsizliği ile yüzüme bile bakmaz, gazeteyi almaz, yanımdan geçerken, ona ve arkasından gelenlere yönelik “günaydın”ımı fark edip, garipseyerek geçen bir başkasıysa, bu kez beni izleyerek ama daha yavaş yaklaşıyordu kapıya.

O başkalarını genellikle hatırlıyordum. Bakıyor, gülümsüyor ama “saygım bir yana, gazete almayacağını biliyorum” dediğim bir beden diliyle diğerlerine dönüyordum elimdeki gazeteyi uzatmak ve “günaydın” demek için.

Bu tanınma, hiç bekledikleri bir şey değildi. Bir diğerinden ayrılabilecekleri, fark edilebilecek bir özellikleri mi vardı! O fark neydi? Bir önceki günün sevimsiz suratı mı? Bir göçmen mahallesinde kaldığını unutturmaya çalıştığı, herkesi küçümser, hırslı ve korkak sulu mavi gözleri, kaldırdığı soluk çenesi, beyaz yeşil ince yatay çizgili ütüsüz gömleği üzerine çektiği siyah ceketi ve elindeki çantası mı? Tayyörünün altından aşağı iki kalın salam gibi uzanan tutuk ve doyumsuz bacaklarıyla ikide bir sol kenarı hafif titreyen dudaklarını ve balık donukluğundaki gözlerini indirip de düzelttiği “yaz geldi dekoltesi” mi?

Aralarından bazıları hafif utanarak, bu kez “talep ediyordu” gazeteyi. “Sevindiğimi anladıkları” bir beden diliyle ve bu kez “günaydın”ımla uzatıyordum. Ödülleri gibi alıyorlardı.

Dağıttığım gazete sayısı şaşkınlık vermeye başladı işverenlerime. Değişik değişik yerlere yollamaya başladılar beni. Genellikle sıkıcı bulunan otoban altı metro girişleri, uzak banliyölerin tren istasyonları… Yolcuların tek bir yönden akarak geldikleri ya da iki, giderek üç yönüne birden hakim olmak zorunda kalacağın kapılar. Merdivenden aşağıya inenlere, yukarı çıkanlara, merdivene inmek ya da çıkmak üzere yaklaşanlara dağıtmak zorunda kaldıklarıma. Yanım sıra başka gazeteleri dağıtanların olduğu ya da kuruyan boğazımı termosumdan içtiğim su ile sık sık ıslatmak zorunda kaldığım üç saatlik keyifli yalnızlıklarımın kapılarına.

Gazete dağıtırken metro kapılarının önlerinde, her gülümsemenin ve her “günaydın”ın ardından, belki de binlerce insana, hangi tende, yaşta, hal ve edada olurlarsa olsunlar usanmadan -nedense- tek tek, iyice bakmak istememden dolayı, yorgun düşüp uyuyorum öğlen suları. Tuhaf düşler görüyorum haliyle.”

Üç hafta boyunca aynı yerde, Stockholm’un uzak bir banliyösü olan ve adı Türkçeye Yakup’un dağı olarak çevrilebilecek Jakobsberg’de dağıttım gazete. Sonra bu videoyu yapmaya karar verdim: Üç haftanın ve bu yazlık geçici işim bittiği gün, gazete dağıtan kendimi ve yolcuları, yani müşterilerimi sabit kamerayla belgeledim. Yüzlerce “günaydın”ımla…

Eminim birçoğu için o gün kendisine söylenmiş tek “günaydın”la…

Yarın da, yani Perşembe açılacak sergimin iki gün öncesinde aynı yere gidip, aynı yolculardan bu kez seçtiğim kimilerine bu kez açılış davetiyemi dağıtacağım.

Bu kez de sizi videoya çekecek biri var mı?

Dror Feiler şaka yollu önermişti ama istemedim. Bu kez yapmak istediğim belgelenmesini isteyeceğim bir performans değil, samimi, yüzyüze bir davet diyaloğu.


...



11.10.11

Yeni videom "Phuket: Adaların iki yüzü"



Bu yılın Temmuz ayında Tayland'ın en büyük adası Phuket'te çektiğim kimi sahneler ve planlar, çok alışıldık olmayan bir tür video belgesele dönüştü.

Yaklaşık 45 dakikalık (44:25 dk) videom "Phuket: Adaların iki yüzü" (Phuket: Two sides of the islands) adını taşıyor ve iki bölümden oluşuyor: "Adaların istilası" (Invasion of the islands) ve "Deniz çingeneleri: Adaların kanadı kırık koruyucuları" (Sea gypsies (Chao Lay): Broken-wing guards of the islands).

Deniz çingeneleri, Phuket'e bin yılı aşkın bir süre önce -Malezya'dan- gelip de yerleşen en eski halk. O günden bu yana sadece balıkçılıkla, deniz kabukluları ya da el sanatlarını satarak geçiniyorlar. Gerçek bir avcı-toplayıcı çağdaş toplum.

Tayland'ın Andaman Denizi sahillerinde 30 ayrı gruptan oluşan 12000'e yakın deniz çingenesi yaşıyor.

El yapımı tekneleri, yüzlerce yıllık avcılık gelenekleri, gizli avlanma alanlarıyla tek geçim kaynağı balıkçılığı sürdüren deniz çingeneleri, Phuket'te gelişen turizmle, turizm "seferlerine" dahil edilen, her yeni sahil, gezi, otel alanı ve adayla bu olanakları bir bir yitiriyorlar.

Ötesi, "korunan yaşam türleri"ni pazarlamak gibi aslı olmayan suçlamalarla tutuklanıyor, dalarken soluk almalarını sağlayan hava pompalarına bağlı olan borular jet ski ataklarıyla kesiliyor.

Binlerce kurban verdikleri 2004 tsunami felaketinde birçoğu zaten sualtında kalan sahiller ve adalardaki barınaklarını, köy alanlarını teker teker yitiriyorlar.

Çoğu deniz çingene toplulukları, yerleştikleri sınırlı toprak alanlarına ilişkin hiçbir yasal hakka sahip değil. Hiçbirinin tapusu yok. Mezarlıkları ve kutsal bölgelerinin çoğu yeni oluşturulan turistik doğal deniz parklarının ve turistik "sefer" alanlarının sınırları içinde...

Phi Phi adası deniz çingenelerinden Yupa Chaonam durumun vehametini şöyle tanımlıyor: "Biz tüm bu gelişmeler karşısında düşüncesi sorulmayan, sürece dahil edilmeyen, dönüştürülen alanlara girişine izin verilmeyen unutulmuş bir toplumuz. O zaman bari hangi yaşam alanlarının hala bize ait olduğunu, hangilerinin olmadığını söylesinler."

Daha önce yazdığım gibi bu türü (tekniği, kesimi, sunumu) çok alışıldık olmayan video belgeselimin şimdilik sizle sadece tanıtım filmini ve kimi fotograflarını paylaşabiliyorum. Başvurduğum ve daha da başvuracağım bir dizi belgesel festivali, internetten videonun tümünün paylaşılıyor olmamasını koşul belirlemiş ben görmeyeli... (Edit: Yukarda da gördüğünüz, bulduğunuz, umarım seyretmeye başlayacağınız gibi, 2014 yılında videomun tümünü Youtube kanalıma ve buraya ekledim)


Sonuçta bu renkli, onurlu, neşeli ve yaşam alanlarının kapılarını kolay kolay yabancılara açmayan halkın güvenini kazandığıma çok memnunum. Videoma yaptıkları müzik -uzun kurgu saatlerinin etkisi dışında da- epeydir kulağımdan gitmiyor. İlk fırsatta çağrılarına evet diyebilmek ve o gizli adalarına varacak senelik yolculuklarından birine katılmak ise arzum.

Bu "diyalogsuz" belgeselim, "turizm cenneti Phuket"in tersten bir video-okuması. Umarım en kısa zamanda bir gösterim, sergi ya da festival eliyle tümü sizlerle buluşur.

17.5.11

Ars retorica: Words tell the world / Les mots dénotent le monde




A video exhibition with / Une exposition vidéo avec:

Hakan Akçura

Video stills, Kurdish Lesson 1, Kurdish Lesson 2, Kurdish Lesson 3, Hakan Akçura, 2010-2011

Video still, "America", Liselot van der Heijden, Single channel video, 4 minutes, 2004

Video still, "Laboratoire Italie", Marcantonio Lunardi, Single channel video, 2:15 min, 2011

Opening the 24th may at 12 am / Vernissage le 24 mai à partir de 12h
Exhibition from the 24th may till the 2nd june 2011 / Exposition du 24 mai au 2 juin 2011

Hall the university library of Paris 8 – Saint Denis
2, Rue de la Liberté, 93526 Saint-Denis
Entrance in front of the station Saint-Denis Université – line 13
From Monday to Friday 11.30 – 19.00, on Saturday 10.00 – 17.30

Hall de la Bibliothèque universitaire de Paris 8 – Saint Denis
2, Rue de la Liberté, 93526 Saint-Denis
Entrée face au métro Saint-Denis Université – ligne 13
du lundi au vendredi de 11h30 à 19h et le samedi de 10h à 17h30

Eng:

Words tell the world. They signify the things surrounding us and represent them by names. They exist exactly because we cannot have everything near ours hands and often they become the presence of the absence of things here and now. On the other hand, words also have their own independence. For this reason, the non-sensical, absurdity and paradoxes have been born. For this reason, we can use them strategically and construct new worlds instead of expressing the real one. Writing, poetry, art and fiction in general find their source in this aspect of words.

Indeed, we agree with Jacques Rancière that we always need to turn into fiction the world in order to speak and think about it. At the same time, representing the real as our eyes see it is one thing, representing it untruthfully, turning it into fiction without represent anything real, is another. The partiality of information given by media, the lies of any kind, and the vacuity of public speeches are examples of this.

Ars retorica wants to explore the circumstances in which the independence of the world of words is exploited for demagogical objectives, the situations in which a group of words is like sand in a hand: it falls down without leaving anything behind it.

Irene Panzani

Fr:

Les mots dénotent le monde. Ils expriment ce qui nous entoure et le représentent dans la parole. Ils existent justement parce que nous ne pouvons pas avoir tout à notre porté et souvent deviennent la présence de l’absence des choses ici et maintenant. Mais les mots ont aussi leur propre indépendance. D’où le non sens, l’absurdité, les paradoxes. D’où aussi leur utilisation stratégique qui rend le discours comme une construction de mondes et non pas l’expression de la réalité : l’écriture, la poésie, la fiction, les arts du discours en générale trouvent ici leur source.

Oui, nous sommes d’accord avec Jacques Rancière que les hommes ont toujours besoin de "fictionner" le monde pour pouvoir le dire et même le penser. Pourtant, une chose est de se représenter le monde de façon subjective ; une autre chose est de le présenter à autrui faussement ou "fictionner" sans rien représenter. Des exemples de cela sont la partialité des informations données par les média, les mensonges d’Etat et la vacuité de certains discours publics.

Ars retorica veut enquêter justement les cas dans lesquels l’indépendance du monde des mots vient exploitée à des fins démagogiques, les situations où une poignée de paroles sont comme du sable dans les mains : il tombe et laisse le vide derrière.

Hakan Akçura, Kurdish Lesson 1, 2, 3 (2010 - 2011)

Dans cette série de vidéos, Hakan Akçura coupe les discours d'hommes politiques turcs, de façon à ce qu'ils parlent kurde. Leur langue est transformée en celle qu'ils ne reconnaissent pas: leurs paroles sont utulisées pour construire des phrases qu'ils n'auraient jamais prononcées.

Dans Kurdish lesson 1, le premier ministre turc Tayyip Erdoğan s'exprime à la tv. L'artiste lui fait dire: "le droit à l'éducation dans sa langue maternelle est le premier droit humain que je defends", alors qu'encore aujourd'hui le people kurde est obligé à parler Turc à l'école. Kurdish lesson 2 est le "cadeau" de Hakan Akçura au chef des affaires générales İlker Başbuğ. L'artiste modifie le discours adressé aux forces armées de terre, aériennes et maritimes. Après la modification de la vidéo, l'homme politique dit: "Nos martyres son notre honneeur. Les martyres ne meurent jamais." L'artiste est en train de trevailler sur Kurdish lesson 3, la dernière vidéo de la série. Ici, la victime sera le président de la République turque Abdullah Gül qui fait son discours au Parlement pour sa dernière année législative.

Liselot van der Heijden, America, 2004

America est une parodie du discours de George W. Bush qui présente son programme pour l'année 2004 et dans lequel il mentionne 61 fois le mot Amérique. Dans cette vidéo, tout le discours est cupé sauf le mot Amérique et les applaudissements qui le suivent ou le précèdent. Les paroles étaient bien choisies et les phrases bien construites avec un control et une manipulation astucieuses.

En s'adressant au congrès et aux citoyens américains, le discours ne contenait pas des mots tels que victimes, Osama bin Laden, palestine, Israël, responsabilité fiscale, budget équilibré, débit, salaire minimum, désoccupation.

Pourquoi utiliser 61 fois le nom Amérique? Pourquoi la nécessité d'exploiter stratégiquement des sentiments nationalistes et une unité illusoire? Quel est le message pour le reste du monde?

Marcantonio Lunardi, Laboratoire Italie, 2011

Une voix épurée, une image en moir et blanc. Ambiance aseptisée, scientifique, comme le soulignent les objets en premier plan. Les personnages de cette ce uvre sont trois petits vers qui luttent contre la gravité pour ne pas chuter dans le récipient placé sous eux. Pourtant, ils ne sont pas seuls, il y a la voix ferme et charismatique d'un homme politique qui depuis presque 20 ans est omniprésent sur la scène parlementaire italienne: Silvio Berlusconi. L'artiste n'a pas voulu montrer le visage de ce dernier. Ce qui reste sont ses mots, son discours. Le décalage entre le son et ce que l'on voit crée un court-circuit, nous aide à percevoir le sens de ce que l'homme politique prononce, tandis que les animaux deviennent, alors, une métaphore du peuple italian. Laboratoire Italie est une image forte d'un pays qui se fatigue à lutter contre une crise économique, mais surtout morale. Face à la censure et aux lois menaçamtes la liberté d'expression, l'art semble être la seule façon d'affirmer le désaccord de certains italiens.

Irene Panzani
Commissaire de l'exposition