18.7.06

Radyoda - At the Radio

Swedish Radio-International Departmant (English) will publish an interview with me about "Open Letter to Sweden Migration Board" at 22.07.2006, friday 13:30 (time of Sweden).
PR2, FM 89.6 (in Sweden), in the "Inside Sweden" program.

10.7.06

Basında - At the Press

SWEDEN

Svenska Dagbladet
Väntan på att få stanna blev konst
Nu har Migrationsverkets väntetider blivit konst. Det är den turkiske konstnären Hakan Akçura som gjort en videoperformance av sin väntan på besked om förlängt uppehållstillstånd i Sverige.

I väntan på besked om att få stanna i Sverige har Hakan Akçura fullt upp. Vid sidan av svenskastudier försöker han fixa konstnärsbidrag och utställningar.

Många av idéerna och projekten tycks röra Sverige, svenskhet och hans nya kunskaper om sitt nya hemland. En nyhet som väckt hans intresse är begreppet "lagom": en av de saker han reflekterar över i sin performancevideo han nyligen skickade till Migrationsverket för att berätta om sin situation och ge röst åt alla som väntar.

- Vi fluxuskonstnärer är inte så värst kräsna, vi tänker inte hierarkiskt utan att alla människor och vardagliga ting har en utvecklingspotential. Det är vad vi försöker mana till. Ta till exempel reflexer. Det är något vardagligt. En av mina projektidéer är att tillsammans med dem som bor i invandrartäta områden sy reflexskynken som man tillsammans hänger på fasaderna under de mörkaste vintermånaderna. Det säger egentligen samma sak som den reflex man bär på kläderna och betyder "Krocka inte med mig". Hänger man reflexer på en fasad i Rinkeby säger det samma sak till svenskar som ser det när de åker förbi på motorvägen. Se oss, skydda oss, behandla oss lika.
För fyra år sedan träffade han sin stora kärlek Leyla via ett konstprojekt på en dejtingsajt. De gifte sig och i början av 2005 flyttade han till henne i Sverige. Just nu ägnar han dagarna åt att lära sig svenska och hitta ytor att förmedla sin konst i sin nya stad, Stockholm.

- För att lära känna Stockholm köpte jag ett SL-kort och reste över hela stan. Från Akalla till Skärholmen, till Hjulsta och Rinkeby. Alla de förorterna där många invandrare bor. Jag observerade människor och fotograferade samtidigt den konst som är olaglig: grafittin och klistermärkena. De som gör det står för utsmyckningen av staden.
Att grafitti är ett så grovt brott i Sverige var en överraskning. Inte ens i Turkiet är straffet så hårt. Han följde hela kedjan, från målarna i sina ateljéer i skog och bergsrum till arbetarna som tvättar bort grafittin. Han såg också den uppdelade staden under sina resor i t-banan.

- Under mina resor fram och tillbaka mellan centrum och periferin såg jag mellan varje station hur det sociala och etniska porträttet, språket och attityderna förändras. Ju längre ut i periferin, desto tydligare hur svenskarna blev färre och hur mycket svårare relationerna mellan svenskar och invandrare blir ju längre ut man kommer. Barnen som utan förvarning bankar till tunnelbanerutan och får folk att hoppa till och får dem att tappa sina "lagomansikten".
Hakan Akçura är inte ensam om att vänta på besked från Migrationsverket. Vid maj månads utgång väntade 6 590 så kallade anknytningärenden, alltså personer som är gifta eller sambo med en svensk medborgare, på besked om uppehållstillstånd i Sverige. För en och en halv månad sedan EU-anpassades reglerna.

Numera ifrågasätter inte Migrationsverket relationens seriositet, men bibehåller en viss kontroll genom att bara ge tidsbestämda uppehållstillstånd under relationens två första år. De nya reglerna ska minska väntetiden, men Hakan Akçura har väntat i åtta månader. Möjligen kommer ett besked de närmaste veckorna.

Vad tycker Migrationsverket om att väntetiderna inspirerar till konst? - Vi har ingen åsikt. Om det är trevlig konst är det trevligt. Om det är ilsket är det intressant. Det kan ju vara kritik som vi kan ta åt oss av. Vi är inte stolta över våra handläggningstider säger Marie Andersson, pressansvarig på Migrationsverket.

Akçura säger att hans video är ett uppriktigt försök att förklara sig och svara på verkets frågor.
- När jag var på intervju hos Migrationsverket frågade de mig om hur många lås som finns på vår dörr, vad vi har för portkod, vem som tvättar och så vidare. Om de vill veta kan de ju ringa upp till skolan och fråga vem av oss lämnar barnen. Målet med min video var att Migrationsverket skulle få veta vad jag tycker om det här landets invandringspolitik. Att man fortfarande ser på människor som "invandrare", till och med den som är född här och egentligen bara har detta land att kalla ditt. Jag vill visa vad jag tycker om svenskarnas rädslor, blyghet och begreppet lagom. ÜLKÜ HOLAGO


TURKEY

Radikal
Göçmen ofisinin soramadığı sorular
Hakan Akçura, kendi durumunu anlattığı videosuyla, İsveç'in en çok satan gazetelerinden Svenska Dagbladet'e manşet oldu. Güncel sanatçı Hakan Akçura, İsveç Göçmen Dairesi'nden bir türlü alamadığı görüşme talebini bir performansa dönüştürdü. Akçura'nın videoya kaydedip Göçmen Dairesi'ne yolladığı 'cevapları' İsveç'te ilgi gördü

STOCKHOLM - Güncel sanatçı Hakan Akçura'nın İsveç serüveni bundan dört yıl önce sanal ortamdaki ilginç bir tesadüfle başladı. Sanatçı, internet üzerinde bir sanat etkinliği sürdürürken gönlünü bir İsveçliye kaptırdı, bir süre sonra alınan evlilik kararı, Akçura'nın adres değiştirmesine neden oldu. Çiftin Mayıs 2004'te evlenmesiyle, Akçura Ekim 2004'te bir yıllık oturma ve çalışma izni aldı, ardından Ocak 2005'te Stockholm'e yerleşip İsveç'te yaşamaya başladı. İzin Ekim 2005'te sona erdi. Akçura, her göçmen gibi iznini uzatmak için Migrationsverket'e (İsveç Göçmen Dairesi) başvurdu. Ve kendisi gibi binlerce insanla izninin çıkmasını beklemeye başladı. Uzun bir bekleyiş olacaktı bu. Bir yandan İsveçce kursuna giderken bir yandan sanatsal destek başvuruları yapıyordu. Öte yandan ise aylık metro kartı almıştı ve Stockholm'ü keşfediyordu. Şehrin merkezinden çevresine doğru yolculuklar yaptı, tüm göçmen banliyölerini gezdi. Bu bölgelerde çok etkilendiği, kenti güzel kıldığını düşündüğü ve cezası çok ağır olan graffitileri fotoğrafladı. Graffitilerle ilgili tüm izleri takip etti, graffiti ressamlarının orman içlerinde alıştırmalar yaptığı atölyeleri de, o graffitilerin yok edilmesini de belgeledi.

'Merkez'den uzaklaştıkça Akçura, bu yolculuklar sırasında kentteki hayatın merkezden çevreye nasıl değiştiğini gözlemledi: "Yolculuklarım boyunca, merkezden çevreye gide gele, bir istasyondan diğerine, sosyal ve etnik çehrelerin değişimini gözlemledim. Çevreye doğru uzaklaştıkça, sayıları azalan İsveçlileri, kalabalıklaşan göçmenleri ve aralarındaki giderek daha da zorlaşan ilişkileri... Göçmen çocukların metro vagonlarının pencerelerine hiç uyarmadan ardı ardına vurarak, diğerlerinin yerinden sıçramasına ve 'lagom' çehrelerinin düşmesine neden oluşunu gördüm..." (Lagom sözcüğü İsveç günlük yaşantısına hakim olan hayat tarzını simgeliyor. Akçura'nın tanımıyla kavramın içeriği şöyle: Her şey kararınca, ne az ne de çok diye çevrilebilecek ve özetle, sıradan İsveçli günlük yaşantısının her alanına hakim, İsveçli ruhunu tutsak eden, içinde zaman zaman gizli ırkçılığı da taşıyan, binlerce kalıp, davranış, tavır ve duruşun nedeni olan hayat felsefesinin adı) Akçura bu dönemde göçmenlerle ilgili bir tanıklığı daha yaşamaya başladı, göçmen mahalleleriyle ilgili bir raporun tanıklığını: "Bu sefer bir raporun, bir araştırmanın, karımın bizzat yaptığı bir işin tanıklığı. Onun yanında olmaktan, onunla birlikte okumaktan, ona yardım etmekten dolayı yaşanan... Göçmen mahalleleri üzerine bir araştırmaydı. Bu rapor, suç çetelerinin olduğu göçmen mahallelerinde yaşayan diğer insanlarla yapılan röportajlardan gücünü alıyordu ve çok net sonuçlara varmıştı. Oralardaki insanların birçok istekleri vardı. Görülmek istiyorlardı. Eşitlik istiyorlardı, özellikle de iş bulmada, iş seçebilmede, iş niteliklerinde..." Akçura, Göçmen Dairesi'ne gidip gelmeye devam ederken onun göçmenlik sorununa bakışını etkileyen bir gelişme daha yaşandı. Dairede çalışanlar arasında ırkçı nitelikte yazışmaların açığa çıkması üzerine, kurumda köklü değişiklikler yapılmasına yönelik geniş bir kamuoyu baskısı oluştu. Sekiz ay geçmişti ve Akçura hâlâ karar verilmesini sağlayacak olan görüşmenin ne zaman yapılabileceğine ve bu gecikmenin nedenlerine dair hiçbir net açıklama alamamıştı. Bu uzun bekleyiş sürecinde biriktirdikleri Hakan Akçura'ya bir sanat eserine 'mal oldu'. Akçura, sekiz aylık sürecin sonunda 3 Mayıs'ta kameranın karşısına geçti ve hiç ara vermeden 51 dakikalık bir performans kaydetti. 'Göçmen Dairesi'ne Açık Mektup' adlı video performansında Akçura, göçmen dairesinin kimi soracağı, sormayı düşündüğü ve asla soramayağı soruları cevapladı. İşini 'Geciken görüşmenin bana düşen tarafı olarak, görüşmeyi tamamlamak, süreci kendim için hızlandırmak ve bekleyen tüm göçmenlere ne kadarsa o kadar destek olabilmek adına' diye tanımlıyordu. Akçura, transferi, kurgusu, metin çevirisi, redaksiyonu ve İsveçce altyazı eklenme süreci sonucu 40 günde ürettiği eseri, 13 Mayıs'ta İsveç Göçmen Dairesi'ne yolladı. Akçura'nın sanat eseri kısa süre içinde tüm İsveç'te tanındı. Ülkenin en büyük günlük gazetesi Svenska Dagbladet Akçura ile uzun bir röportaj yaptı. Gazete, haberinde Göçmen Dairesi'nden de görüş almayı ihmal etmemişti. Daire'nin basın sözcüsü Marie Andersson beklendiği gibi 'politik' cevap vermeyi tercih etmişti: "Hiçbir fikrim yok. Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz". Video performans şimdiye kadar yalnız bir kez sergilendi: Akçura'nın birçok göçmenle birlikte İsveçce eğitimi aldığı okulda. Eserde kendilerini bulan göçmenler çok etkilenmişti. Akçura şimdi eserini İsveç'te ve Türkiye'de sergilemenin yollarını arıyor. Kış aylarında Stockholm'de önceki işlerinin de yer aldığı bir sergi açması için girişimlerini sürdürüyor. Tabii bu arada binlerce göçmenle birlikte uzun bekleyişi devam ediyor. Ama sonuç ne olursa olsun, Akçura şimdiden sanatıyla göçmen sorununda sisteme güçlü bir nanik yapmış durumda. MAHMUT HAMSİCİ


Bianet
"İsveç Göçmen Dairesine Açık Mektup"
İsveç'te oturma izninin uzatılmasını bekleyen Akçura: Amacım, Migrationsverket'in, bu ülkenin göçmen politikası hakkında ne düşündüğümü bilmesini sağlamak. İsveçlilerin korkuları, utançları ve lagom kavramı hakkında ne düşündüğümü göstermek istedim.


Bia Haber MERKEZİ BİA (Stockholm) - Hakan Akçura, Ocak 2004'te evlendi ve bir İsveç vatandaşı olan eşiyle birlikte 2005 Ocak'ından bu yana İsveç'te yaşıyor.


Ekim 2004'te aldığı oturma izni, Ekim 2005'te sona erdi ve sekiz ayı aşkın bir süredir -mayıs ayı itibariyle- uzatma için 6.590 kişiyle birlikte sırasını bekliyor.

Tüm bu süre boyunca, İsveç Göçmen Dairesi'nde (Migrationsverket) ırkçı nitelikte iç yazışmalar açığa çıktı ve kurumda köklü değişiklikler yapılmasına yönelik geniş bir kamuoyu baskısı oluştu.

Göçmen mahallerinde gelişen suç çeteleri, devletin göçmen politikası, ayrımcılık,ırkçılık, 2. ve 3. kuşak göçmen varoluşu ve gelişen yeni-İsveç kültürü, toplumun tüm kesimlerinde ve medyada yoğun bir biçimde tartışılmaya başladı.
Birçok göçmen ailesinin bu bekleme süreçlerinde yaşadığı derin travmalar, apatik çocuklar ve ebeveynler yarattı.
Akçura, Mayıs 2006'da "Migrationsverket'e Açık Mektup" başlıklı 51 dakikalık bir videoperformans yaparak, bunun kaydını İsveç Göçmen Dairesi'ne yolladı.

Akçura, videoperformansı için şunları söylüyor:

"Kimi soracakları, sormayı düşünmedikleri ve asla sormayacakları soruları cevaplayarak yaptığım bu videoperformans, geciken görüşmenin bana düşen tarafı olarak, görüşmeyi tamamlamak, süreci kendim için hızlandırmak ve bekleyen tüm göçmenlere ne kadarsa o kadar destek olabilmek adına..."

Akçura'nın videoperformansı ve yaşadıkları, İsveç'in en büyük günlük gazetesi Svenska Dagbladet'te gazeteci Ülkü Holago'nun imzasıyla 15 Haziran'da haber oldu. Aşağıda, Holago'nun haberinin Türkçeleştirilmiş metnini bulacaksınız.

"Türkiyeli sanatçı Hakan Akçura oturumunu uzatacak kararı bekleme sürecini bir videoperformansa dönüştürdü.
Hakan Akçura'nın, İsveç'te oturumunun uzatıldığına dair kararı beklerken yapacak çok işi var. Sanatsal destek başvuruları ve sergileri için uğraşırken bir yandan da İsveççe öğrenimini sürdürüyor.

Anlaşılıyor ki birçok fikri ve projesi, "İsveçliliğe" ve yeni ülkesine dair. "Lagom" (1) kavramına uyanan ilgisi de yeni. Migrationsverket'e bugünlerde yolladığı ve kendi konumunu anlatmak ve tüm diğer bekleyenlere de ses olmak için yaptığı videoperformansın ışık tuttuğu kavramlardan biri de bu.

"Biz fluxus sanatçıları tutucu değiliz, hiyerarşiye inanmayız ve tersine tüm sıradan insanların ve gündelik hayata dair detayların yaratım potansiyeli taşıdığını düşünürüz. Bunu tetikleriz. Örneğin "refleks"leri (2) ele alalım. Olanca gündelik nitelikleriyle... Tasarladığım projelerden biri, karanlık aylarda, göçmen semtlerinin dış cephelerine, oralarda yaşayan insanlarla birlikte dikeceğimiz refleks örtülerini asmaya dair... O örtüler, aslında giysilerin üzerinde taşınanlarla aynı anlamı taşıyacaklar: 'Zarar verme bana!' Rinkeby'nin (3) dış cephesine refleksleri asan insan, otobanda yol alırken onu görecek İsveçlilere aynı şeyi söylüyor olacak: 'Bizi gör, koru, eşit davran!'"

Büyük aşkıyla dört yıl önce, İnternet'te bir sanat etkinliği sürdürürken tanıştı. Evlendiler ve 2005'te İsveç'e, onun yanına taşındı. Şimdilerde günleri İsveççe öğrenmek ve yeni kenti Stockholm'de sanatının mesajını vermek için yeni zeminleri bulmakla geçiyor.

"Stockholm'ü öğrenmek için aylık metro kartı alıp, şehri bir ucundan diğerine gezdim. Akalla'dan Skarholmen'e, Hjulsta'dan Rinkeby'ye... Göçmenlerin yoğun yaşadığı tüm banliyöleri... İnsanları gözlemledim ve yasadışı olan bir sanatı fotoğrafladım: Grafitiler ve çıkartmalar. Onları yapanlar bu kenti süsleyen, güzel kılanlardı."

İsveç'te grafitinin ağır biçimde cezalandırılıyor olması, sürprizdi onun için. Türkiye'de bile bu kadar sert cezalandırılmazdı. Tüm izleri takip etti, grafiti ressamlarının orman içlerinde alıştırmalar yaptığı atölyeleri de, o grafitilerin yok edilmelerini de belgeledi. Metro yolculukları sırasında kentin çehresinin bölgeden bölgeye değişimini izledi.

"Yolculuklarım boyunca, merkezden çevreye gide gele, bir istasyondan diğerine, sosyal ve etnik çehrelerin, dillerin ve 'duruş'ların değişimini gözlemledim. Çevreye doğru uzaklaştıkça, sayıları azalan İsveçlileri , kalabalıklaşan göçmenleri ve aralarındaki giderek daha da zorlaşanı ilişkileri ... Göçmen çocukların metro vagonlarının pencerelerine hiç uyarmadan ardı ardına vurarak, diğerlerinin yerinden sıçramasına ve lagom-çehrelerinin düşmesine neden oluşunu..."

Hakan Akçura, Migrationsverket'in cevabını beklerken yalnız değil. Mayıs ayının sonu itibariyle, 6.590 aile dosyası, yani bir İsveç vatandaşıyla evlenmiş ya da birlikte yaşayan 6.590 insan, oturum iznine dair kararı bekliyor.

Migrationsverket şimdilerde ilişkilerin ciddiyetini sorgulamamakla beraber, yine de oturma iznini ilk iki yıl içinde birer yıl arayla vererek bir tür denetimi sağlıyor. Yeni kurallar, bekleme süresini olabildiğince az tutmaya dair olsa da, Hakan Akçura sekiz aydır bekliyor ve belki de önümüzdeki haftalarda hakkında karar verilmesi mümkün.

Migrationsverket, bu bekleme sürecinin sanatsal yaratıma ilham vermesi hakkında ne düşünüyor? Migrationsverket'in basın sözcüsü Marie Andersson, "Hiçbir fikrim yok. Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz" diye yanıtlıyor bu soruyu.

Akçura videosuyla göçmen dairesine karşı samimi bir açıklama yapıyor ve sorularına yanıt veriyor...

"Migrationsverket'e görüşmeye gittiğimde, bana evin kapısında kaç anahtar deliği olduğunu, dış kapı güvenlik kodunun ne olduğunu, kimin çamaşır yıkadığını ve benzeri soruları sordular. Aslında bunu -ilişkimin gerçekliğini- gerçekten bilmek isteseler, okulu arayıp da çocuğu kimin aldığını sorabilirler. Bu videomun amacı, Migrationsverket'in, benim bu ülkenin göçmen politikası hakkında ne düşündüğümü bilmesini sağlamak. Burada doğan ve bir başka ülkesi olmayan insanlar bile hala 'invandrare' (4) olarak görülüyor. Ben İsveçlilerin korkuları, utançları ve lagom kavramı hakkında ne düşündüğümü göstermek istedim." (ÜH/HA/TK)

(1) "Lagom", "her şey kararınca; ne az, ne de çok" diye çevrilebilecek ve özetle, sıradan İsveçli günlük yaşantısının her alanına hakim, İsveçli ruhunu tutsak eden, içinde zaman zaman gizli ırkçılığı da taşıyan, binlerce kalıp, davranış, tavır ve duruşun nedeni olan hayat felsefesinin adı.
(2) "Refleks", özellikle gün ve gecenin karanlık geçtiği İsveç aylarında, çoluk çocuk herkesin üzerlerine asıp, taşıdığı ve farlardan gelen ışıkları yansıtarak onları akan trafikteki araçlardan koruyan, sevimli, çocuksu formlara sahip yansıtıcı nesnelere verilen isim.
(3) Rinkeby, Stockholm'de, Türk, Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir göçmen semtinin adı.
(4) "invandrare", göçmen anlamında kullanılan İsveççe kelime. Ama kelimenin kökeninde, "vandra in" yani "yürüyerek (içeri) gelmek" anlamı yatıyor.

* Holago'nun İsveççe röportajını Akçura kendisi Türkçeleştirdi. Dipnotlar da Akçura'ya ait.

Zaman
Beklemekten sanat doğdu

Hakan Akçura’nın İsveç’teki oturma izninin uzatılmasını beklediği sekiz aylık süreç, ortaya 51 dakikalık bir video filmi çıkardı.

‘Aynalarımı İstiyorum’, ‘Kentresimleri’ ve ‘Kendi...’ isimli projeleriyle tanınan sanatçı Hakan Akçura, sekiz ay boyunca İsveç’te oturma izninin uzatılmasını beklerken, “Migrationsverket’e Açık Mektup” başlıklı 51 dakikalık bir video filmi yaptı. Beklemenin ilhamıyla oluşturulan çalışmayı 13 Haziran’da İsveç Göçmen Dairesi’ne (Migrationsverket) yollayan sanatçı, “Beklemeyi anlamlı ve dayanılabilir kılacak sağlıklı açıklamalardan yoksunuz. Bu güven bunalımı, beni bu sanat etkinliğini yapmaya itti.” diyor.

Ocak 2004’te evlenen Hakan Akçura, 2005’in Ocak ayından bu yana İsveç vatandaşı olan hanımıyla birlikte İsveç’te yaşıyor. Sekiz aydır da Ekim 2005’te sona eren oturum izninin uzatılmasını bekliyor. 6 bin 590 kişiyle birlikte sıra beklerken birçok göçmen ailesinin bekleme sürecinde yaşadığı travmalara tanık olan sanatçı, “Uzatılmayan, uzatılması için gereken görüşmenin belirsiz bir zamana ertelendiği bu izni pasaportumda göstermedikçe, kendi ülkeme gidemiyorum. Gittiğimde, oranın gümrüğü tarafından buraya yollanmayacağım.” diyor. Göçmen Dairesi’nin ertelediği ve oturma izninin uzatılmasına kapı açacak ‘ikili görüşme’yi tek taraflı olarak yaptığı videoperformans, Akçura’ya göre Migrationverket’in işini kolaylaştıracak. Onların görüşmede sorabileceklerini sandığı ve hiç sanmadığı soruların cevaplarının yanı sıra söylemek istediklerini de belgeleyen sanatçı, görüşmenin kendisine düşen tarafını tamamlamış. Hem işin kendi üzerine düşen kısmını yerine getirmek hem de bekleyen tüm göçmenlere ne kadarsa o kadar destek olabilmek adına... Yapılan çalışma İsveç’in Svenska Dagbladet Gazetesi’nin 15 Haziran 2006 tarihli nüshasında “Beklenti beraberinde sanatı getirdi” başlığıyla yayınlanmış.

Hakan Akçura, Migrationsverket’in cevabını beklerken yalnız değil. Mayıs ayı sonu itibarıyla, 6 bin 590 aile dosyası, yani bir İsveç vatandaşıyla evlenmiş ya da birlikte yaşayan 6 bin 590 insan, oturum iznine dair kararı bekliyor. Migrationsverket, bekleme sürecinin sanatsal üretime ilham vermesi hakkında ne düşünüyor dersiniz? Kurumun basın sözcüsü Marie Andersson, “Hiçbir fikrim yok. Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz.” diyor. Bu çalışmayla birlikte İsveç Göçmen Dairesi’nde köklü değişiklikler yapılmasına yönelik geniş bir kamuoyu baskısı oluştuğunu söyleyen sanatçının gündeminde ise şimdi de çektiği 4 bin kare fotoğrafı sergileme var. JÜLİDE KARAHAN


Birgün
E-kolay.net
Arkitera.com

SWEDEN (after Turkey)

Svenska Dagbladet
(7 juli 2006)

Akçuras konst nyhet i Turkiet

SvD:s artikel från 15 juni om konstnären Hakan Akçuras väntan på besked om uppehållstill-stånd, har blivit en nyhet i Turkiet. Flera stora dagstidningar som Radikal och Zaman, samt den oberoende nyhetssajten Bianet tar, med hänvisning till SvD, upp fallet och den videoperformance Hakan Akçura skapat som en kommentar till Migrationsverkets väntetider. Migrationsverkets handläggare som, enligt Hakan Akçura, utlovat besked i slutet av juli, har gått på en sex veckor lång semester utan att fatta beslut hans ärende. Hakan Akçuras videoperformance och övriga arbete kommer eventuellt att visas i både Sverige och Turkiet inom kort, då ett flertal kuratorer har visat intresse. ÜLKÜ HOLAGO

Metro.se
Corren.se
Göteborgs-Posten
VästerviksTidningen
Eksilstuna-Kiruren
Norrbottens-Kuriren
Norrköpings Tidningar
Gotlandstidningar.se
Länstidningen i Östersund
Gefle Dagblad

Hallandsposten.se
Nya Ludvika Tidning
Blekinge Läns Tidning
Barometern Oskarshamns-Tidningen
Smålandsposten
Bohusläningen

Akçuras konst uppmärksammad i Turkiet

Svenska Dagbladet skrev för en tid sedan om konstnären Hakan Akçura och hans väntan på besked om uppehållstillstånd. Nu skriver SvD att såväl fallet som hans videoperformance blivit en nyhet i Turkiet.

Svenska Dagbladet skrev för en tid sedan om konstnären Hakan Akçura och hans väntan på besked om uppehållstillstånd. Nu skriver tidningen att såväl fallet som Akçuras videoperformance - vilken är en kommentar till Migrationsverkets väntetider - blivit en stor nyhet även i Turkiet. Flera stora turkiska dagstidningar, som Radikal och Zaman, och den oberoende nyhetssajten Bianet har tagit upp Svenska Dagbladets artikel. Hakan Akçuras konst kan även komma att visas i hemlandet - kuratorer i Turkiet har visat intresse för hans arbete, så har också kuratorer i Sverige gjort. Konstnären var enligt egen uppgift utlovad besked om uppehållstillstånd i slutet på juli, men handläggaren gick på sex veckors semester utan att fatta beslut i ärendet. /TT


8.7.06

Basın Bülteni: Hakan Akçura'nın "İsveç Göçmen Dairesi'ne Açık Mektubu" ya da bir videoperformansın içerdiği gözlemler



Selamlar,

2004'te evlendim ve bir İsveç vatandaşı olan karımla birlikte 2005 Ocak ayından bu yana İsveç'te yaşıyorum.

Ekim 2004'te aldığım oturum iznim, Ekim 2005'te sona erdi ve sekiz ayı aşkın bir süredir uzatma için -Mayıs ayı itibariyle- 6590 kişiyle birlikte sıramı bekliyorum.

Tüm bu süre boyunca, İsveç Göçmen Dairesi'nde (Migrationsverket) ırkçı nitelikte iç yazışmalar açığa çıktı ve kurumda köklü değişiklikler yapılmasına yönelik geniş bir kamuoyu baskısı oluştu.

Göçmen mahallerinde gelişen suç çeteleri, devletin göçmen politikası, ayrımcılık, ırkçılık, 2. ve 3. kuşak göçmen varoluşu ve gelişen yeni-isveç kültürü, toplumun tüm kesimlerinde ve medyada yoğun bir biçimde tartışılmaya başladı.

Birçok göçmen ailesinin bu bekleme süreçlerinde yaşadığı derin travmalar, apatik çocuklar ve ebeynler yarattı.

Bense, Mayıs-Haziran 2006'da "Migrationsverket'e Açık Mektup" başlıklı 51 dakikalık bir videoperformans yaparak, bunun kaydını 13 Haziran 2006'da İsveç Göçmen Dairesi'ne yolladım.

Geciken görüşmenin bana düşen tarafı olarak, görüşmeyi tamamlamak, süreci kendim için hızlandırmak ve bekleyen tüm göçmenlere ne kadarsa o kadar destek olabilmek adına...

Kimi soracakları, sormayı düşünmedikleri ve asla sormayacakları soruları cevaplayarak yaptığım bu videoperformans, İsveç'in en büyük günlük gazetesinde yayınlanan bir röportajla milyonlarca isveçliye tanıtıldı.

Bu röportaj şu
linkte yayınlanıyor:

Haber değeri vardır ve yayınlanır ya da ülkemde de değerlendirilir ve sergilenir umuduyla...

Her türlü sorunuz için mail adresim: hakcura@gmail.com

Saygıyla...

Hakan Akçura

Svenska Dagbladet'in 15 Haziran 2006 tarihli nüshasında yayınlanan röportajın çevirisi:

Başlık:
Beklenti beraberinde sanatı getirdi

Spotlar:
Hakan Akçura Migrationsverket'e [İsveç Göçmen Dairesi (HA)] bir videoperformans yolladı
Türkiyeli sanatçı Hakan Akçura oturumunu uzatacak kararı bekleme sürecini bir videoperformansa dönüştürdü.


Yazı:
Hakan Akçura'nın, İsveç'te oturumunun uzatıldığına dair kararı beklerken yapacak çok işi var. Sanatsal destek başvuruları ve sergileri için uğraşırken bir yandan da isveççe öğrenimini sürdürüyor.

Anlaşılıyor ki birçok fikri ve projesi, "isveçliliğe" ve yeni ülkesine dair. "Lagom" kavramına uyanan ilgisi de yeni. Migrationsverket'e bugünlerde yolladığı ve kendi konumunu anlatmak ve tüm diğer bekleyenlere de ses olmak için yaptığı videoperformansın ışık tuttuğu kavramlardan biri de bu. ["Lagom", "her şey kararınca; ne az, ne de çok" diye çevrilebilecek ve özetle, sıradan isveçli günlük yaşantısının her alanına hakim, isveçli ruhunu tutsak eden, içinde zaman zaman gizli ırkçılığı da taşıyan, binlerce kalıp, davranış, tavır ve duruşun nedeni olan hayat felsefesinin adı. (HA)]

- Biz fluxus sanatçıları tutucu değiliz, hiyerarşiye inanmayız ve tersine tüm sıradan insanların ve gündelik hayata dair detayların yaratım potansiyeli taşıdığını düşünürüz. Bunu tetikleriz. Örneğin "refleks"leri ele alalım. Olanca gündelik nitelikleriyle... ["Refleks", özellikle gün ve gecenin karanlık geçtiği isveç aylarında, çoluk çocuk herkesin üzerlerine asıp, taşıdığı ve farlardan gelen ışıkları yansıtarak onları akan trafikteki araçlardan koruyan, sevimli, çocuksu formlara sahip yansıtıcı nesnelere verilen isim.(HA)]
Tasarladığım projelerden biri, karanlık aylarda, göçmen semtlerinin dış cephelerine, oralarda yaşayan insanlarla birlikte dikeceğimiz refleks örtülerini asmaya dair... O örtüler, aslında giysilerin üzerinde taşınanlarla aynı anlamı taşıyacaklar: "Zarar verme bana!" Rinkeby'nin dış cephesine refleksleri asan insan, otobanda yolalırken onu görecek isveçlilere aynı şeyi söylüyor olacak: "Bizi gör, koru, eşit davran!" Rinkeby, Stockholm'da, Türk, Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir göçmen semtinin adı. (HA)]

Büyük aşkıyla dört yıl önce, internette bir sanat etkinliği sürdürürken tanıştı. Evlendiler ve 2005'te İsveç'e, onun yanına taşındı. Şimdilerde günleri isveççe öğrenmek ve yeni kenti Stockholm'de sanatının mesajını vermek için yeni zeminleri bulmakla geçiyor.

- Stockholm'u öğrenmek için aylık metro kartı alıp, şehri bir ucundan diğerine gezdim. Akalla'dan Skarholmen'e, Hjulsta'dan Rinkeby'ye... Göçmenlerin yoğun yaşadığı tüm banliyöleri... İnsanları gözlemledim ve yasadışı olan bir sanatı fotoğrafladım: Graffitiler ve çıkartmalar. Onları yapanlar bu kenti süsleyen, güzel kılanlardı.

İsveç'te graffitinin ağır biçimde cezalandırılıyor olması, sürprizdi onun için. Türkiye'de bile bu kadar sert cezalandırılmazdı. Tüm izleri takip etti, graffiti ressamlarının orman içlerinde alıştırmalaryaptığı atelyeleri de, o graffitilerin yokedilmelerini de belgeledi. Metro yolculukları sırasında kentin çehresinin bölgeden bölgeye değişimini izledi.

-
Yolculuklarım boyunca, merkezden çevreye gide gele, bir istasyondan diğerine, sosyal ve etnik çehrelerin, dillerin ve "duruş"ların değişimini gözlemledim. Çevreye doğru uzaklaştıkça, sayıları azalan isveçlileri , kalabalıkalaşan göçmenleri ve aralarındaki giderek daha da zorlaşan ilişkileri ... Göçmen çocukların metro vagonlarının pencerelerine hiç uyarmadan ardı ardına vurarak, diğerlerinin yerinden sıçramasına ve lagom-çehrelerinin düşmesine neden oluşunu...

Hakan Akçura, Migrationsverket'in cevabını beklerken yalnız değil. Mayıs ayının sonu itibariyle, 6590 aile dosyası, yani bir İsveç vatandaşıyla evlenmiş ya da birlikte yaşayan 6590 insan, oturum iznine dair kararı bekliyor.

Migrationsverket şimdilerde ilişkilerin ciddiyetini sorgulamamakla beraber, yine de oturma iznini ilk iki yıl içinde birer yıl arayla vererek bir tür denetimi sağlıyor. Yeni kurallar, bekleme süresini olabildiğince az tutmaya dair olsa da, Hakan Akçura sekiz aydır bekliyor ve belki de önümüzdeki haftalarda hakkında karar verilmesi mümkün.

Migrationsverket, bu bekleme sürecinin sanatsal yaratıma ilham vermesi hakkında ne düşünüyor? Migrationsverket'in basın sözcüsü Marie Andersson, "hiçbir fikrim yok. Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz," diye yanıtlıyor bu soruyu.

Akçura videosuyla göçmen dairesine karşı samimi bir açıklama yapıyor ve sorularına yanıt veriyor...

- Migrationsverket'e görüşmeye gittiğimde, bana evin kapısında kaç anahtar deliği olduğunu, dış kapı güvenlik kodunun ne olduğunu, kimin çamaşır yıkadığını ve benzeri soruları sordular. Aslında bunu(ilişkimin gerçekliğini [HA]) gerçekten bilmek isteseler, okulu arayıp da çocuğu kimin aldığını sorabilirler. Bu videomun amacı, Migrationsverket'in, benim bu ülkenin göçmen politikası hakkında ne düşündüğümü bilmesini sağlamak. Burada doğan ve bir başka ülkesi olmayan insanlar bile hala "invandrare" olarak görülüyor. ["invandrare", göçmen anlamında kullanılan isveççe kelime. Ama kelimenin kökeninde, "vandra in" yani "yürüyerek (içeri) gelmek" anlamı yatıyor. (HA)] Ben isveçlilerin korkuları, utançları ve lagom kavramı hakkında ne düşündüğümü göstermek istedim.

Röportajı yapan gazeteci: Ülkü Holago

"Migrationsverket'e Açık Mektup" isimli videoperformansımın içerdiği aktarımın tam metni:

"Selam.

1995 İstanbul Bienali'ne çağrılı katılımcı olarak katıldıktan sonra, üç kişisel sergi ve onlarca karma sergiye katılmış, bağımsız gösteriler yapmış, yayınlanmış bir şiir kitabı olan, bir çağdaş sanatçıyım.

Bir neo-fluxus sanatçısıyım.

Ressamım, şairim, grafik tasarımcıyım, video performer'ım, makale yazarıyım, tekstil tasarımcısıyım.

Ocak 2005'ten beri İsveç'te yaşıyorum.

O tarihten 2 yıl önce tanıştığım, aşık olduğum, evlendiğim karım ve onun benden önce olan iki çocuğu ile yaşamak üzere, kentini, ülkesini değiştirmiş bir sanatçıyım.

Ocak 2005'te Stockholm'e indiğimde, Ekim 2004'te aldığım, geçtiğimiz 2005 ekim ayında sona eren, bir yıllık oturma ve çalışma izni pasaportuma basılmıştı.

Gçtiğimiz ekim ayında, biten bu sürenin uzatılması için, Migrationsverket'e başvurduk ve yaklaşık sekiz aydır bekliyoruz.

Sekizinci aya girdik.

Uzatılmayan, uzatılması için gereken görüşmenin belirsiz bir zamana ertelendiği bu izni pasaportumda göstermedikçe, yurtdışına çıkıp, örneğin kendi ülkeme gittiğimde, oranın gümrüğü tarafından buraya yollanmayacağım.

Migrationverket'le bahsettiğim ekim 2005'teki görüşmenin ardından bir dizi telefon görüşmesi yaptık.

Ne zaman çağrılabileceğimize dair oldukça farklı düşünen insanlarla konuştuk.

Kimisi "1 yıl", kimisi "altı ay", kimisi "önümüzdeki aylarda" dedi. Kimisi "şu anda temmuz 2005'te başvuranları çağırıyoruz, demek ki üç ay sonra," dedi. Kimisi "şu anda sizinle aynı zamanda başvuranlarla görüşüyoruz, demek ki birkaç gün sonra sıranız gelecek," dedi.

Bekliyoruz.

Bu bekleme süresini anlamlı ve dayanılabilir kılacak sağlıklı açıklamalardan yoksunuz.

Bu güven bunalımı, beni bu sanat etkinliğini yapmaya itti.

Bu fluxus sanat etkinliği, bu kayıt, “Migrationsverket'e bir açık mektup”.

Onun yapmayı ertelediği, ne zaman yapacağı belli olmayan ve "oturma ve çalışma iznimin uzatılmasına" kapıyı açacak olan ikili görüşmenin bir tarafının, benim, bu görüşmeyi yapması, tamamlamasıdır.

Dolayısıyla, ben Migrationsverket'in işini kolaylaştırmak istiyorum. Onlara yardım etmek istiyorum.

Onların, bu görüşmede bana sorabileceklerini sandığım, sorabileceklerini hiç sanmadığım soruları cevaplarını ve yanı sıra benim söylemek istediğim her şeyi, kısa tutmaya çalışarak, ne kadar süreceğini bilmediğim bu kayıtla belgelemek istiyorum.

Görüşmenin bana düşen tarafını tamamlamak ve sunmak istiyorum. İşi kolaylaştırmak istiyorum.

Benimle birlikte bekleyen kaç insan var, bilmiyorum.

Migrationverket ne gibi sorunlar yaşadı, o ırkçı yazışmaların ardından personel değiştirmek, onları eğitmek zorunda mı kaldı, bilmiyorum.

Mutlaka, kendilerince anlaşılır ve kabul edilebilir nedenleri vardır.

Ama sonuçta, pratik olarak yapılan şeyin, benim seyahat özgürlüğümü yoketmek, askıya almak olduğunu düşündüğüm yerden yapıyorum bu kaydı.

Ne yapacağım? İçimden geldiğince, kısaca, toparlamaya çalışarak, Ocak 2005'ten bu yana bu ülkede ne yaptığımı, ne yapmaya çalıştığımı, ne düşündüğümü, neler gözlediğimi, eleceğe nasıl baktığımı aktarmaya çalışacağım.

Gelir gelmez, hayatımda yeni bir yaşama formu olan "iki çocuklu bir aile" ile, üstelik ilk defa olduğum bir ülke ve kentte yaşayabilmem için gereken geçiş sürecini yaşadım.

Bir süre, yeni ülkenin, yeni kentin, yeni evin, yeni yaşama biçiminin bana sorduklarını, benim onlara sunabileceklerimi, nerede anlaşabildiğimizi öğrenmekle, öğretmekle, yaşama geçirmeye çalışmakla geçti.

Üstelik birkaç ay sonra da taşındık. Yani bu benim geldikten sonra yaşadığım ikinci ev.

Bu taşınmanın telaşı sözkonusu... Bu taşınacağımız yeni semtte, çocukların yazdan sonra başlayacakları yuva ve okulların organizasyonu ile geçti bir süre.

Bir ara yüzümü geriye, kendi ülkeme, kentime, İstanbul'a dönüp, oraya bir başvuru yolladım. İstanbul Bienali'nin konsepti "İstanbul"du. "İstanbul'dan odalar" isimli bir çağdaş sanat etkinliği önerdim. Kabul edilmedi daha sonra...

Taşındıktan sonra evin içersinde, bir odanın, çalışma odasının bir duvarında çalışabilmem için küçük bir atölye oluşturduk ve hemen resim yapmaya başladım.

Eski bir kişisel sergimin ismi olan "Kentresimleri", bundan 150 yıl önce çizilmiş, gravür olarak basılmış, 22 avrupa kentinin çekirdek kent planlarını, çizili formlarından şekil çıkartmaya çalışarak resme dönüştüren bir etkinlikti. İçlerinde Stockholm da yeralıyordu.

Yaptığım, benzer çalışma yöntemini kullandığım bir geç dönem "kentresmi"ydi. Adı "Hecate ve Empusa ya da İzmir Körfezi"ydi. Benden gitti. Bir özel koleksiyonda şimdi.

Yanlış hatırlamıyorsam mayıs ayında "Svenska för Invandrare" okulunun "yetişkinler için isveççe eğitimi"ne başladım. SFI'ye giden birçokları gibi, benim de ilk arkadaşlarım göçmenlerdi. Benle aynı dönemlerde gelmiş ya da benden önce gelmiş olsa da isveççe eğitimi almamış ya da almayı sürdüren göçmenler... Daha eski göçmenler... Hocalarımız...

Aslında, ilk karşılaştığım kurumların da isveççe eğitiminin verildiği devlet kurumları ya da onların olanaklarıyla aynı eğitimi vermeyi üstlenebilen özel kurumlar olduğunu söyleyebilirim.

Bir dizi yaşam farkı var. Onlarla irlikte öğrenmeye başlıyorsunuz bu ülkeyi. Evden akan su, sıcak su bedava, ısınma bedava. Bir mekanın içersindeysen, soğuktan ölmen sözkonusu değil bu ülkede. Toplu taşımanın gücü... Çok küçük bir örneğiyle de olsa, nihayet artık İstanbul'da da var diyebildiğimiz metro ağının bu kentteki yaygınlığını gözlemliyorum. Yolları gözlemliyorum. Yanım sıra akan hayatları gözlemliyorum.

Bu gözlemleri aynı zamanda, aynı aylarda -geçen bahardan ve yaz başlangıcından sözediyorum-, yaklaşık 4000 kare fotoğraf çekmek için bu kenti, banliyö hattının bir ucundan diğerine, her yerini gezen bir sanatçı olarak yaptım. Cümleyi buradan kurunca, absürd bir sonuç ortaya çıkıyor aslında: Galiba bu kentin yollarını birçoğundan daha iyi biliyorum artık. Sosyal, etnik dağılımıyla, değişen kent dokusuyla, değişen hizmet niteliğiyle, kentin tüm göstergeleriyle yeni bir eğitimi yaşantılamaya başladım.

Neyin fotoğrafını çektim? Bu kentteki duvar dokusunun fotoğrafını çektim. Yani, yasalarınızın bir şekilde suç saydığı şeyin. Yapan insanların yakalanması için, poliste özel timlerin oluşturulduğu şeyin. Graffiti kültürünün, duvar yazılarının, şablonların, çıkartmaların. Onların üzerine basılan yeni şablonların, yapıştırılan yeni çıkartmaların, yazılan yeni yazıların. Hepsinin karmaşasının. Onların silinmeye çalışılışının, kalan izlerin, üzerlerine yazılan-yapıştırılanların. semtten semte, çevreden merkeze doğru, stillerin, dokuların, renklerin, sözlerin değişiminin. Yanlarından eçen yolcularla ilişki biçimlerinin değişiminin. Hepsinin. Tüm duvar dokusunu belgelemeye çalıştım bu kentin. 2005'e dair böyle bir arşiv var elimde.

Gerçi 90'lı yıllarla kıyaslandığında, graffiti kültürünün gerilemeye başladığı bir kentteydim belki ama, aynı zamanda İstanbul gibi, nüfusu bu ülkenin toplamından fazla olmasına rağmen, çok olası bir graffiti kültürü hemen hiç olmayan bir kentten gelmiştim. "Wallpapers" isimli en az 200-250 en fazla 400-450 fotoğraftan oluşan bir bir fotoğraf sergisi projesi gelişti bu zaman içinde. Madem böyle bir sergiyi oluşturabilecek malzeme vardı artık elimde, bir sergi için başvurabilirdim bir yerlere.

Bir göçmen mahallesi çağdaş sanat merkezi olduğu için Tensta Konsthall'e başvurdum. Ama sanırım, orası da -daha sonra yönetici arkadaşlarla da konuştum ve öğrendim ki- artık pek "göçmen mahallesi çağdaş sanat merkezi" olarak anılmak istemediği, bu çabadan, bu çabanın örneklerinden vazgeçtiği, şehrin merkezindeki bir çağdaş sanat merkezinden farklı olmayan programlar yapmanın anlamına inandığı bir sürece girmişti ne yazık ki!

Sanırım bundan dolayı, bir de herhalde gereken baskı maliyetini karşılayacak destekler bulamayacağından dolayı reddettiler. Ama aktardığına göre arkadaşın, hoşlanmışlardı.

Aynı zamanlarda, başka bir tanıklığı yaşamaya başladım. Bu sefer bir raporun, bir araştırmanın, karımın bizzat yaptığı bir işin tanıklığı. Onun yanında olmaktan, onunla birlikte okumaktan, ona yardım etmekten dolayı yaşanan... "Göçmen mahallerindeki suç çeteleri" üzerine bir araştırmaydı. Bu rapor, suç çetelerinin olduğu göçmen mahallerinde yaşayan diğer insanlarla yapılan röportajlardan gücünü alıyordu ve çok net sonuçlara varmıştı. Karım bu raporun analizini yapıp, sonuç belgesini çıkardı.

Ortaya çıkan görüntü, baktığım her şeyle birlikte doğrulansa da, belki de çok kısa bir zamanda öğrenebileceğimden fazla şeyi bilmeme yolaçtı. Oralardaki insanların birçok istekleri vardı. Görülmek istiyorlardı. Pek kabul edilmese de, net bir gerçek olan "ikinci sınıf vatandaş olma statüsü"nden çıkmak istiyorlardı. Eşitlik istiyorlardı, özellikle de iş bulmada, iş seçebilmede, iş niteliklerinde... İşlerin göçmenlere açık ya da kapalı olma oranlarından sözedilmediği bir eşitliği istiyorlardı.

Bu yörelerin çoğunda, saat yediden sonra, polis dahil hiçbir kamu görevlisinin kalmadığından sözediyorlardı. Zaten böylesine bir gerçeklik içinde palazlanan, nerdeyse ister istemez, aynı zamanda bu bölgelerin o saatlerdeki güvenliğini de sağlayan suç çetelerinden sözediyorlardı. Oralara özgü, yepyeni bir yaşama kültürünün, alışkanlıklar toplamının geliştiğini ve gelişeceğini gösteren göstergeler bütünüydü.

O dönemde aynı zamanda, -belki de yapabildiğim iki işten biridir-, Turkiska Riskförbundet'in aylık yayın organı olan "Birlik"i bir sayılığına tasarladım. Pek içeriğiyle varolan bir dergi değildi. Tasarımın yanı sıra, yirmiye yakın yazıyı içine sokup tüm içeriğini de zenginleştirmeyi istedim. Birisi kapak fotoğrafı olmak üzere, 6-7 fotoğrafımı dergiye soktum. Kapakta yeralan ve içeriğin ağırlığını oluşturan konuyu da bu araştırmaya ayırdım. Kabul ettiler. İstediler. Herhalde bu araştırmanın sonuçlarının ilk yayınlandığı yayın oldu "Birlik".

Graffitilerin fotoğrafının çekildiği, yanı sıra bu kentin bir ucundan bir ucuna gezildiği, böylesi bir analizin tanığı olunan, bu sonuçların içeriğini olşturduğu bir yayını tasarlamakla geçirilen bir zamandı geçirdiğim. Tüm bunlar, ister istemez, daha güçlü bir çağdaş sanat etkinliğini tasarlayıp oluşturabilmenin, onu da bir yerlere sunabilmenin koşullarını beraberinde getirecekti ve getirdi.

Adı "Reflex" olan bir proje tasarladım. Bu bir "outside" sanat etkinliğiydi. Çok katılımlı bir sanat etkinliğiydi.

Göçmen mahallelerinin, özellikle otobanda onların yanından geçiyorsanız gördüğünüz, zihinlere kazınmış olan ya da oralara dair bir haber sözkonusu olduğunda kullanılan resimlerden bildiğiniz, belli siluetleri vardır. Herkesin bildiği… O siluetlerin üzerinde, o büyük, uzun ve yüksek yapılara, -benim varlığını bu ülkede öğrendiğim, çok sevdiğim, çok işlevsel, özellikle o karanlık aylarda hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş, çocuklara özenle taktığımız, herkesin taktığı- reflexerların 30 metre büyüklüğünde olanlarının asıldığını düşünün. Aynı formlarda, belki benim belirleyeceğim farklı formlarda, aynı sevimliliği, masumluğu, eğlenceliliği, hoşa giderliğiyle. Canların gözünüzde… Üstelik yine küçük, sarı, beyaz, yaldızlı, pembe küçük reflexerlardan oluşmuşlar. Birbirleriyle birleştirilmiş ya da birbirlerine dikilmişler.

Bunu kim yapmış? Asıldığı mahallede yaşayan insanlar… Gönüllü bir biçimde katılmışlar bu etkinliğe. Belki ben sunmuşum, belki birlikte oluşturmuşuz formları.

Ne zaman asılmışlar? Her göçmen mahallesinde ayrı bir şenlikle asılmışlar.

Ne kadar asılı kalacaklarmış? İki ay… O en karanlık aylarda.

Otobandaki trafik, hep onların yansımalarıyla karşılaşarak akacakmış. Onların ne olduğunu alamaya çalışarak, öğrenerek, o gözle bir daha bakarak. Araçlar, onların bizlere yolladığı –zaten gerçek kullanımlarında da farklı olmayan- o basit mesajı okuyarak geçecekler: “Koru beni”, “gör beni”, “çarpma, zarar verme bana!”

Bu kadar basit bir cümleyi sunmak için, böyle şenlikli ve ortak katılımlı, çok katılımlı bir sürece gerek var mı? Benim için var. Sanata baktığım yer böyle bir yer çünkü. İnsanların bizzat, olağan yaşamlarının akışındaymışçasına, o olağan yaşamdan çıkan, sonuçta çok onlara dair parçalarla oluşan, yani öyle yükseklerde ve soylu bir varoluşu olmayan türden bir sanatsal yaratımın anlamına inanıyorum. Kendine sıradan diyenler de dahil, herkeste yaratıcı bir potansiyeli olduğuna inanıyorum. Bir kışkırtıyla, ona yönelik bir çağrıyla, ortaklaşalıkla, katılımla, bizzat yaratımın kendisini onların oluşturabileceklerine inanıyorum. “Bu görülse ne iyi olur,” dediğim yerden “sanat-oyun”lar kuruyorum ben.

Sonuçta, “Reflex” isimli projem de böylesi bir projeydi ve tabii ki çok fazla desteğe muhtaçtı. Çok fazla izine, işleme (bürokratik) muhtaçtı. Yapılacak çağrılara muhtaçtı. Emeğe muhtaçtı -ki, bu en kolay, en az para gerektiren kısmıydı-. Bu yüzden de sunulmalıydı bir yerlere. Onların ortaklaşalığıyla bu işi yapmak için.

Önce Kulturhuset’e sundum. Aylarca sürdü yazışma. Aylarca sürmesinin hiçbir anlamı olmayan bir yazışmaydı. Aslında bu durum, bir başka kurumu tanımaya başlamamı da getirdi: Sanatsal bürokrasi. Aylar süren ve belki de içerdiği maillerin sayısının onu bulduğu yazışmada, ortada üzerine söz söylenmesi gereken tek bir proje varken, her şeyden bahsedip, oradan oraya yollasalar da beni, sonuna kadar, projeye dair tek bir kelime bile asla yazmadılar. En sonunda yazdıklarında da, ben istediğim için yazdılar. İnanılmazdı! “Lagom”! Öğrenmeye başladım “lagom”u. En güçlü, en derin “kurum” o! Her yanı saran o. Bütün alışkanlıkların, jestler, mimikler toplamının, bütün ortaklaşalığın, tavizlerin, korkaklıkların, geriye çekilmelerin, sakinleştirmelerin, o dipteki hayvanı aşağıya aşağıya doğru geri çağırmaların yasası olan “lagom”u öğrenmeye başladım.

Yaşamın her alanında öğretiliyor zaten. Peki öğretilmesi, o insanlara “geçmesi” mi demek oluyor? Hayır. Bu ülkeye gelip de, yeni göçmenler karşısıda, has isveçlilerden daha has İsveçli olan, ayrımcı, hatta aşağılar tutum takınan, hatta gizli ırkçı eski göçmenler yok mu? Var. Ama genelde bu ülkede, o dayatılan gizli yasalar toplamının, “lagom”un “öğretildiği”, onu benimseyen çok az göçmen vardır, diye düşünüyorum. Bu ülke, bu ülkeye, bu ülkede akan hayata, insanlara, insana dair her şeye, kabaca farklı iki açıdan bakan insan kümesini varetti. Ne iyi ki! Bu zenginliğin, bu kültürel alışveriş olanaklılığının, farklı uygarlıkların, farklı deneyimlerini, savaşsız, acısız, sakin, uzak, yalnız bir toprağa ve bu toprağın insanlarının ortasına getirmesinin İsveç için olağanüstü bir şans olduğunu düşünüyorum.

Yoksuldu, yoktu, hiçti de doldu, bir şey oldu demek istemiyorum. Buradan bakılmasın. Belki kuzeyinde bu kadar güçlü bir şamanın olduğu, yeraltı ruhlarıyla ilişkisinin hala çok yoğun olduğu, güçlü bir mitolojisi olan, hayatın bambaşka bir yüzünün, çok yalnız, çok uzak, çok soğuk bir yüzünün, bütün bunların içinden akan bir hüznün derin kültürünü büyütmüş bu ülke. Bir Bergman nasıl çıkar yoksa bu ülkeden?

Bu zenginlik, bu lagom derken, cümleye başladığım yer geride kaldı: Kulturhuset’le yazışıyordum. Ardı ardına gelen maillerde, benim projeme dair tek bir kelime bile yazılmıyordu. Sonuçta öğrendim ki, Kulturhuset’in outside projelere yönelik bir hedefi ve ödeneği yoktu. Kabul edilmedi. Dönüp Tensta Konsthall’e yolladım. Aynı sanı ve iyiniyetle… Benim için orası hala bir göçmen mahallesi çağdaş sanat merkeziydi ve ne iyi ki öyleydi. İlginç bulsalar da onlar da kabul etmediler. Gereken desteği örgütleyebileceklerine emin olmadıkları için.

Öğrenciliğim devam etti. Yazın Türkiye’ye gittim, geldim ailemle birlikte. İyi ki… İyi geldi. Döner dönmez, yapmayı çok istediğim büyük bir resme başladım ve bitirdim: “My hero from 9/11”. Gitmedi o. Bende hâlâ…

Yapımı uzundur süren ve daha bitiremediğim, neredeyse lanetli olduğuna inandığım web sitesi için çalıştım. O sürece hız kazandırmaya çalıştım. Girmem gereken bilgileri girmeye devam ettim.

Türkiye’deki bir yayıneviyle, yayınlanmış olanı takip edecek olan, dosyaları hazır iki şiir kitabımın yayını için yazışmaya başladım. Gelecek yıl yayınlanmasını sağlamaya çalışacağım.

Bu süreçte aynı zamanda, sanatçı desteği veren vakıfların, kamu örgütlenmelerinin olanaklarını inceledim, başvurmaya karar verdim birkaçına. Atölye sırasına girdim. Yolladığım portfolyo yetmişti. Hemen kabul ettiler. Çok yakın bir zaman önce, bir atölye de çıktı oradan ama benim için çok büyük ve pahalı bir atölyeydi. Halen sıradayım.

Atölye desteği için başvurdum. “Reflex” isimli projeme destek bulmak için başvurdum. Daha önce gelir gelmez, yüzümü kentime dönüp, Bienal’e sunduğumu” söylediğim “Odalar” isimli projeme destek için başvurdum. Tüm bu anlattığım gözlem ve düşüncelerimin toplamından, resim ağırlıklı ve “Lagom” isminde bir sergi projesi gelişti. Ona destek bulmak için başvurdum. Kenti ülkemde ve burada, yolumu açmak için, bir yerlere destek olmak için birkaç grafik tasarım yaptım.

Bu başvurularımın birçoğunun cevabı çok kısa bir zamanda gelecek. Gelecek olan cevapla birlikte, aslında önümüzdeki dönemde ne ölçüde yaratıma zaman ayırabileceğimi öğrenmiş olacağım. Eğer başvurularım reddedilirse, önümüzdeki dönemde daha az yaratıma zaman ayırabileceğim. Çalışmak, belki tasarım ağırlıklı, belki de şimdiye değin yapmadığım bir işte çalışmak ve aileme destek olmak için yoğunlaşacağım. Başvurularım kabul edilirse de, o desteklerin sayesinde, yararak, temel eksenimi orada tutarak kalabilecek ve yaşayabileceğim.

Çocuklarımı çok seviyorum. Karımı çok seviyorum. Bu ülkeyi giderek daha çok sevmeye başladım.

Kulturhuset’le yazışmamın, buraya gelmeden önce, ben İstanbul’dayken başlamasının nedeni olan bir yaratımım vardı. Ekim 2004’te, “oturma ve çalışma izni” başvurumu kabul edildiği bana iletildiğinde, ondan iki ay önce onlara sunduğum bir sanat nesnesine bakarak karar vermişlerdi. Elbette ki “görüşme” de yapılmıştı ama ben o görüşmeye onu da götürmüş, Migrationsverket’e sunmuştum. “Hakan Akçura’nın aşkına ve kimliğine dair” adını taşıyan bir sanat nesnesiydi. Tanıştığım ilk günden o yana, gelmeme neden olan ilişkimin, evliliğimin belgeleri, her aşamasının fotoğrafları, ekran resimleri (screen printleri), ardından da benim yaratıcı özgeçmişim, basılı kataloglarımın sayfaları, hakkimda yazılan eleştirilerin, yapılan röportajların küpürleri, sanatımı ve ismimi içeren web sayfalarının çıkışını kapsayan bir kitaptı. Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Fırat Erez de, kitabın her sayfasını çevirişimin üstten fotoğrafını çekmişti. O fotoğraflardan oluşan toplamı ise ben başvurumun cevabını beklerken, bir dia gösterisi, belki de her biri dijital baskıyla sergilenecek daha genişçe bir sergi olması için sunmuştum Kulturhuset’e. Adı “Oturma ve çalışma izni için” olan bir projeyle… O kadar kısa bir zamanda sergileme olanağını bulamayacaklarını ileterek, teşekkür ederek, reddetmişlerdi.

O günden bugüne, tüm bu akan süreçle birlikte istenirse onun gibi 4 sanat kitabı oluşturulmak istenirse oluşturulabilir. Yoğun aktı zaman. Yoğun aktı hayat.

Bir çocuğum yuvada, bir çocuğum ilkokulda. Bir hafta bizde, bir hafta babalarındalar. Babaları çok iyi arkadaşım. Okulumdan, eşimin çevresinden, akan hayatın içinden, giderek, artarak, yavaş yavaş arkadaşlıklar, dostluklar edinmeye başlıyorum. Bunların bir kısmı isveçli. Zeki ve çok yaratıcı, çok cesur gençlerle tanıştım. Gerek bu kentin içindeki grafiti kültürünü, yalnızlıklarıyla değil de, ışıkla, gölgeyle, başka nesneler ve insanlarla nasıl bir toplam içinde varolduğunu belgelemeye çalıştığım zamanlarda, gerekse çok daha sonraki aylarda tanıştım onlarla…

Çok sevdiğim öğretmenlerim oldu. 43 yaşında bir dili öğrenmeye, bu yaşta öğrenciliğe başlamak sıkı işmiş. Bunu öğretti geçtiğimiz yıl bana. Bu dili çok sevemedim ama o en sevmediğim ilk zamanlardan, bazen hoşuma giden bu zamanlara kadar bir şeyler değiştiyse, bundan sonra da değişir, diye bakıyorum bu meseleye. Hatta, başta en temel neden olarak, çocuklarımla akacak olan iletişimim adına öğrenmek istediğim bu dil, artık belki de yazdıklarımı yayınlatabileceğim, bunu isteyeceğim bir dil olabilir mi diye düşünmüyor değilim. Bunu düşünebilecek kadar sevdiğim bir dil oldu.

Doğasını çok sevdim bu ülkenin. Akan günlük hayat içinde çocuğa verilen önceliği çok sevdim. İnsanların hayvanlara, doğaya saygısını çok sevdim. Gökyüzünü çok sevdim. Ama mesela ilk öğrendiğim bilgilerden birisi de bu aktardıklarıma çok karşıt bir bilgiydi. Bu kadar fazla sayıda genç insanın, neredeyse ortak bir karar almışlarcasına, yaşlılara karşı bu kadar sert, bu kadar hoşgörüsüz davrandıkları bir başka ülke görmedim ben. Yaşaması gerekmeyen, orada olması gerekmeyen insanlar olarak bakılıyor onlara. Ya da sanki, diğerleri çalışırken, o parayı yiyen insanlar olarak bakılıyor yaşlılara bazen. Çok sertti gençler.

Buralardan bakmaya başlayınca, “yalnızlığa” ulaşılıyor. Bu kadar fazla sayıda, bu kadar derin bir yalnızlığı tek tek ama birlikte yaşayan insanın varolduğu böylesi bir ülke, tasavvur edebileceğim bir şey değildi. Tabii bu yalnızlığın kökeninde, -bu kente daha sonraları gelmiş de olsalar- belki de bundan yüz yıl önce, birbirinden 2 km. uzaklıktaki evlerde, seyrek, dağınık, yalnız yaşayan isveç köylülüğünün, o derin, ona özel derin yalnızlığının güçlü etkisi de vardır.

Ama herhalde, özellikle bir günü hiç unutamayacağım. O günkü, ilginç bir şeyi gözlermiş gibi başlayan, çok derin bir eğitimdi benim için:

Metroyla, vagonda birçok has isveçli ve birkaç göçmen çocuğun olduğu, merkezden çevreye, onların semtine doğru yaptığımız bir yolculuktu. Çocuklar kendi aralarında hoş, sakin sakin konuşurlar ve tüm diğer has isveçlilerle birlikte ben, sakin sakin etrafımıza bakarken… O gençlere nasıl bakılması gerektiğine dair bilinen ve gizli yasaları olan bir iç dilin tüm has isveçlilerde aktığı bir an, o gençlerden biri hızla vagonun camına “güm” diye bir tokat attı. Vagondaki tüm insanlar, yerlerinden kalktı ve oturdu. Şok oldular. Çocuklarsa hemen dönüp o sakin konuşmalarına devam ettiler. Sanki hiç bakmıyorlardı çevrelerindeki kişilere. İç homurtularıyla geçen üç dört dakikalık bir hoşnutsuzluk sürecinden sonra, ortam hafif sakinlemişken, bu sefer bir başka göçmen çocuk, diğerinden daha hızlı davranarak, cama yeniden bir tokat vurdu. O zaman anlamaya başlıyorsunuz olup biteni. Yanı sıra akan, hızla giden treni yakalama oyunu bu. Oyunun kuralı buydu: Hangisi önce yakalayacak, hangisi önce tokatlayacaktı yan yana geçerken ikisi? Basit bir oyun. Ama keyfini, zenginliğini daha çok, çocuklar bu oyunu oynarken şaşıran has isveçlilerin tepkilerinden alan, hazzını onunla biriktiren bir oyun. Kim kimle neyi konuşuyor? Kim kime neyi söylemek istiyor bu oyunla, bu oyunun tanıklığıyla? Aslında ne kadar fazla şey söyleniyor!

Nasıl bir haller, jestler, mimikler, hazır cümleler, hazır kelimeler toplamıysa “lagom”, aynı zamanda ne yazık ki, göçmen çocukların gözünde böylesine bir tepkiyi hak eden, bir gizli ırkçılığın da büyümeye başlayabildiği bir iç dili kapsıyor. Ne yazık ki! Hiçbiri bunu bilmiyor ve böyle yaşamıyor. Bu ülkenin insanları, derin bir uygarlık bilgisi ile kendilerini eşitlikten ve adaletten yana ne kadar uygar bir topluluk olduğunu biliyorlar. O insanların hala İsveçli sayılmadığı, hala o insanların birer “invandrare” olduğu, hep öyle kalacakları, yürüyerek girdikleri bu ülkeye yürüyerek girmeyi hep sürdürecekleri… Ne zaman bu toplumun kendisi, herkesin gözünde yeni İsveç’in kendisi olacak? Çok olası. Hiç olmayası! Çok olanaksız! Değil! Dünya akıyor gümbür gümbür. Göç her yerden her yere… Ama fark şu ki, göç genelde, savaşları, acıyı, ölümü, katliamları, işkenceyi, zoru, daha farkı bir ateşlilikle mücadeleyi tarihinde yaşamış yerlerdeki insanların, buna benzer şeyleri yaşamış yerlere göçüyken, buradaki değil. Hemen hemen bunların hiçbirinin yaşanmadığı bir tarihe sahip, tek kahramanlık öykülerini bulabilmek için vikinglere kadar gidilmsi gereken, ne iyi ki yakınlarda savaş, yoksulluk görmemiş, ne iyi ki çok derin acılar, işkenceler görmemiş, ağıtlar duymamış bir ülkeye göç.

Bilmiyorum. Bir yıldır bu ülkede yaşayan bir sanatçının gözlemleri bunlar. buradan okuyabilirsiniz beni, buradan bilebilirsiniz bugün nerede olduğumu, yarın ne yapacağımı, yaratımımı nereden akıtacağımı, ne düşüneceğimi, nasıl kalacağımı, nasıl yaşayacağımı, günün birinde vatandaş olup olmamayı nasıl düşüneceğimi…

Ben “geçiyorum”! Dahloldum mu buraya? Hayır. Ama “oraya” ait miyim? Hayır. Kimler gibi? Şimdiden, bütün göçmenler gibi… Onlar da buraya ait olamıyorlar.

Üçüncü kuşak şimdi burada. Burada doğanlar. Başka hiçbir ülkesi olmayanlar. Hiçbir yerden “yürüyerek gelmeyenler”. Ama onlar da kendilerini isveçli hissetmiyorlar. Hissettirilmiyorlar. İsimleriyle, tanımlarıyla, birer “invandrare” olmaklıklarıyla… Ama onların başka ülkeleri yok ki! Benim var. Azalacak mı? Bilmiyorum. Artacak mı? Bilmiyorum. Ama “geçiyorum” buraya. Benim var, ama bundan bir yıl önceki kadar yok!

Acımasız bir dünyada yaşıyoruz. Acımasız bir dünyanın içinde bence çok şeyin daha şanslı bir biçimde akabildiği, akabileceği bir ülke burası. Bu şansın içinde, bu şansın olması için belki de, birleşmesi gereken bu toplamın kendisine gözünü dikmiş bir sanatçıyım. Buradan yaratmak istiyorum.

Eğer akan ilişkim, aile yaşamım, çocuklarımla ilişkim, soracağınız soruların konusu olacaksa, bu soruları yuvadaki, okuldaki insanlara sorun, komşularıma sorun. Hissediyorum ki, daha doğru cevaplar alırsınız.

Ve ben yazın gideceğim. Ailemle birlikte Türkiye’ye gideceğim. Çok özlediklerim var. Güneşi özledim. Hayatım boyunca görmediğim sayıda gökkuşağını gördüğüm için çok sevindiğim bu olağanüstü gökyüzünde güneş çok seyrek görünüyor. Herkes biliyor bunu.

Ama yine de Ege’den gelmiş, İstanbul’dan gelmiş bir insan, bunu çok derinden hissediyor. Mavi denizi, gerçekten mavi olan denizi çok özledim.

Çıkarken gümrüğümde, pasaportumda bu ülkede “oturma ve çalışma iznim” olup olmadığına bakacaklar. O yüzden, dönemem diye çıkamıyorum. Çıkamamaktan korkuyorum. Eminim ki benimle birlikte bekleyen kaç tane insan varsa, hepsi ayrı ayrı benzer gerekçelere sahiptir. Bilmiyorum kaç tanesi, sırasının öne alınması için belki de bir neden uydurmak zorunda kaldı. Memleketinde “birilerini öldürdü” ya da “hasta yaptı.” Sıraları o yüzden öne alındı ya da alınamadı.

Ama ben sadece bu istemimi anlatıyorum. “Seyahat özgürlüğümü istiyorum ben! bu haksızlık için ben hiçbir şey yapmadım. Benle birlikte bekleyen insanların hiçbiri de bir şey yapmadı,” diyebilecek bir yerden konuşuyorum. Yardım olsun diye yaptım bu kaydı. Size yollayacağım ya da sizin bunu görmenizi sağlayacağım. Umarım hızlanır süreç. Umarım işe yarar.

Her şeyin nedeni bu.

Bu sanat etkinliğinin nedeni bu.

Ben buradayım."

Press meddelande: "Öppet brev till Migrationsverket" från en konstnär som kommer från Turkiet



Hej,

Jag är en konstnär som har bott i Sverige sedan jan-2005.

Jag har väntat på en förlängning av mitt uppehålls-arbetstillstånd i 9 månader som varit giltigt fr.om oct-04 t.o.m oct-05.

Jag hoppas på ett beslut i de närmaste veckorna från Migrationsverket. Under den långa väntetiden, har jag gjort en videoperformans för att skynda på den långa processen, den heter "Öppet brev till Migrationsverket" och är skickad till Migrationsverket med just det syftet.

Ni kommer att se den fullständiga texten av videoperformansen nedanför som handlar om en neo-fluxus konstnärs liv och egna observationer i ett öppenhjärtligt samtal (51 min).

Jag hoppas att ni vill hörsamma och ta upp denna ovanliga konstaktivitet som syftar till att ge röst åt alla andra invandrare som väntar i oändliga köer samt att bidra till den kulturella och etniska mångfalden i Sverige.

Önskar er all framgång med era arbeten.

Hälsningar

Hakan Akcura

hakcura@gmail.com

PS: Jag är tacksam om ni kan meddela mig om artiklar, nyheter och/eller weblänkar som tar upp det här.

De tv-kanaler som önskar se videoperfonmansen med avsikten att möjligtvis sända hela eller delar av den är varmt välkomna att kontakta mig.



Fullständiga texten av videoperformansen:

"Hej.

Jag är en samtida konstnär som har deltagit i Istanbul Biennalen 1995 med ett separat arbete, haft tre separata, ett tiotal samlings utställningar, gjort flera presentationer och visningar samt publicerat en poesi bok.

Jag är en neo-fluxus konstnär.

Jag är målare, poet, grafisk designer, gör video-performanser, artikel-skribent och textil-designer.

Jag har bott i Sverige sedan januari 2005.

Jag är en konstnär som har flyttat ifrån sin stad och sitt land för att leva med min fru och hennes två barn som jag älskar. Jag träffade henne två år innan jag flyttade, blev kär och gifte mig.

På mitt pass fanns ett stämpel med uppehållstillstånd som gällde fr.o.m nov-04 t.o.m nov-05 när jag anlände till Sverige i jan-05.

Vi ansökte om förlängning i nov-05 i samband med att tillståndet gick ut på Migrationsverket och har väntat sedan dess ca åtta månader.

Vi är inne i åttonde månaden.

Om jag skulle resa utomlands, exempelvis till mitt hemland så kommer jag inte kunna resa ut från Turkiet för passtullen där, för jag saknar uppehållstillstånd på mitt pass. Tillståndet som behöver förlängas kräver en bedömning som skjuts upp på obestämd tid.

Vi har ringt flera gånger till Migrationsverket sedan ansökan i nov-05.

Vi pratade med flera handläggare som gav olika besked när det gällde väntetiden.

Vissa sade "ett år", vissa "sex månader", vissa "inom de närmaste månaderna". Vissa sa "just nu håller vi på med ansökningar från juli 05, det tar ca tre månader till för er del". Andra sa "just nu utreder vi de som ansökte samtidigt som er, det borde vara er tur inom de närmaste dagarna".

Vi väntar.

Vi saknar sunda förklaringar som kan göra väntetiden meningsfull och förståelig.

Den otryggheten fick mig att göra den här videoperformancen.

Detta fluxus konstverk, denna inspelning, är ett öppet brev till Migrationsverket.

Det här är min del av den intervjun som skulle göras för att förlänga uppehållstillståndet. Det som har skjutits upp på obestämd tid.

Med andra ord vill jag underlätta för Migrationsverket. Jag vill hjälpa dem.

Jag vill med denna inspelning intyga och ge svar på frågor som jag tror skulle kunna ställas och sånt som jag inte alls tror skulle frågas i den intervjun samt säga det jag skulle vilja säga. Jag vet inte hur lång tid inspelningen tar men jag ska försöka hålla det kort och konsist.

Jag vill göra min del av intervjun och presentera den för att
underlätta arbetet.

Jag vet inte hur många fler som väntar med mig.

Jag vet inte vilka svårigheter Migrationsverket har och har haft, vilka problem vinterns skrivelser om rasistiska inslag skapat. Har de behövt byta personal och utbilda nya? Jag vet inte.

De har förstås giltiga och förståeliga ursäkter för dröjsmålet.

Men i slutändan innebär det här rent praktiskt att jag berövas min resfrihet, därför gör jag denna inpelning.

Vad ska jag göra? Jag ska försöka att sammanfatta och berätta allt jag har gjort här sedan ankomsten jan-05, det jag har tänkt och sett, hur jag ser på framtiden.

Jag genomgick en period av tillvänjning till den nya livsformen med en ny familj med två barn i ett land och stad som jag inte har bott i förut.

En period förflöt med funderingar och lärdomar kring vad detta nya liv, land, hem och stad innebar och krävde samt vad jag hade att erbjuda, vilka mötespunkter vi kunde ha, vad vi kunde vara överens om.

Dessutom flyttade vi efter ett par månader. Med andra ord är det här min andra bostad sedan jag kom.

Stressen med flytten ledde till en annan period som innebar organisering av de nya förhållandena med skola och förskola för barnen som skulle börja efter sommarlovet.

Vid ett tillfälle vände jag blicken mot Istanbul, mitt hemland och hemstad, skickade en ansökan. Konceptet för biennalen i Istanbul var "Istanbul". Jag sökte med en konstaktivitet under namnet "Rum från Istanbul". Den blev senare inte antagen…

Efter flytten skapade vi en ateljé i ett av rummen, vi ordninggjorde en vägg i arbetsrummet och jag började genast att måla.

En av mina seperata utställningar med namnet "stadsbilder" bestod av ett antal målningar som jag skapade genom att titta på och få ut bilder av 22 st 150 år gamla kartor av europeiska städer i gravyr. En utav dem var Stockholm.

Det jag nu målade var en tavla som tillhörde en senare period av "stadsbilder" som gjorts med liknande arbetsteknik. Namnet är "Hecate och Empusa" eller "Izmir's hamn". Den är inte kvar hos mig. Den tillhör en privat kollektion numera.

Om jag inte minns fel, så började jag läsa svenska för vuxna på "svenska för invandrare" i maj. Som många andra på SFI var mina första kompisar invandrare. De som hade kommit samtidig som mig eller tidigare, de som inte hade läst svenska tidigare eller fortsatt läsa… Våra lärare…

Jag kan faktiskt säga att även de första verksamheterna som jag kommit i kontakt med var de olika utbildningsbolagen eller skolorna som höll utbildningen.

Det finns en rad olikheter. Man börjar lära känna det här landet tillsammans med dessa. Det rinnande vattnet, gratis varmvatten, gratis uppvärmning. Att frysa ihjäl inomhus i detta land kommer inte på tal. Styrkan av den kollektiva trafiken… Jag observerar det breda metronätet, tänk att man äntligen kan säga att det även finns metro i Istanbul. Jag observerar vägarna. Jag observerar olika liv som flyter jämsides med mitt.

Jag gjorde dessa observationer under mina metro-resor till stadens alla hörn, hela metro nätet förra våren och sommaren och har tagit närmare 4000 fotografier. När man har sagt en sån mening, blir slutledningen lite absurd: förmodligen känner jag till stadens gator bättre än många. Den sociala, etniska spridningen, den förändrande stadsbilden, den växlande kvaliteten av erbjudna servicetjänster gav mig en annan slags utbildning.

Vad har jag fotograferat? Jag fotograferade väggtexturer i staden. Med andra ord, det som enligt lagen är ett brott. Det som görs av såna som polisen har speciella styrkor för att haffa. Alltså Graffiti kulturen, vägg skrifter, schabloner, klistermärken. Och det som har gjorts över de gamla schablonerna, nya klistermärkena och de nya texterna. Blandningen av allihopa. Det som man har försökt att ta bort,
resterna, överlappande, från stadsdel till stadsdel, från centrum till periferin, stilarna, texturerna, färgerna, det förändrade språkbruket. De förändrade relationsnycklarna till de andra resenärerna. Allihopa. Jag försökte belysa all väggtextur i den här staden. Jag har ett arkiv som avser 2005.

Jag hade kommit från Istanbul som har fler invånare än Sveriges totala befolkning, men trots det nästan inte alls har någon graffiti kultur. Även om graffitikulturen blommade under 90-talet i Stockholm så finns det fortfarande en hel del. Under den här tiden fick jag iden om en fotoutställning projekt som heter "wallpapers" med 200-450 fotografier. Eftersom jag hade material så kunde jag också ansöka för att förverkliga projektet.

Jag vände mig till Tensta Konsthall som är ett konstcenter i en invandrartät förort. Jag fick tyvärr höra av de ansvariga för verksamheten att konsthallen ville verka och ha sina program som vilket annat konstcentrum i stan som helst.

Min gissning är att de tackade nej av den anledningen och förmodligen även pga. att det skulle vara svårt att hitta stöd för projekt som skulle skapa motsättningar. Den ansvarige sade dock att de hade gillat projektet.

Under samma tid, fick jag bevittna en annan process. Det var en rapport, en studie som min fru var inblandad i. Det var en forskningsstudie om de kriminella gängen i invandrartäta förorter som jag fick ta del av genom min fru. Det gick ut på att göra intervjuer med folk som bodde i dessa områden för att höra deras syn på saken och resultatet blev starkt.

Resultatet gjorde att jag lärde mig en massa saker även sånt som jag själv skulle insett som säkert skulle ha tagit längre tid annars. Dessa människor hade flera önskemål. De ville bli sedda. De ville också bli av med sin "andra klassens medborgare" status, ett begrepp som inte är riktig accepterat men ändå sant. De ville ha jämställdhet och lika villkor speciellt när man söker arbete, väljer arbete och arbetsvillkor… De ville ha en jämställd arbetsmarknad som är öppen för alla, oavsett etnisk bakgrund.

De talade om att inga tjänstemän inkl.polisen var kvar i dessa områden efter kl. 19. De berättade om kriminella gäng som växte i dessa områden som vare sig man ville eller inte pga förutsättningarna som rådde, att dessa även bevakade säkerheten i förorten. Helheten visade att det växte en helt ny livskultur, nya vanor bildades och kommer fortsätta att bildas.

Under den perioden arbetade jag med att formge och redigera en månads utgåva av tidskriften "Birlik" för Turkiska Riksförbundet. Jag ville även berika innehållet vid sidan om formgivningen genom att lägga in ett tjugotal artiklar. Jag tog med 6-7 egna fotografier inkl. omslaget. Omslaget och innehållet hade tungvikten på den utredningen och analysen. De accepterade. De ville det. Möjligtvis blev tidningen den första i media som tog upp studien.

Tiden förflöt med fotografering av graffitin, resande genom och runt hela staden, bevittnande av studieanalysen samt arbetet kring tidsskriften som innehöll presentation av studien. Allt det här ledde så småningom till att skapa en konstaktivitet av starkare karaktär och presentera den.

Jag planerade ett projekt med namnet "Reflex". Detta var en "outside" konstaktivitet. Detta var en konstaktivitet med flera deltagare...

Ni känner till siluetten av dessa förorter speciellt när ni åker förbi dem på de stora vägarna eller ser dem på bild eller i nyheterna, siluetten fastnar i huvudet. Det som alla känner till... Tänk er nu att det hänger stora ca 30 m höga reflexer - något som jag har lärt känna i Sverige och tycker väldigt mycket om, funktionella speciellt under årets mörkaste tid, det som vi hänger på barnens och våra egna
utekläder-på dessa husfasader som är höga och breda. Tänk er reflexer med deras ursprungliga former och/eller med former som jag skapar, lika söta, naiva, roliga och älskvärda... Dessutom består de av små, gula, vita, glittriga, rosa reflexer. Att de är ihoplimmade eller ihopsydda.

Vilka skulle ha skapat dessa? Människorna som bor i dessa områden... De hade deltagit frivilligt i detta evenemang. Kanske med former som jag skulle presenterat, eller former vi skulle bestämt tillsammans.

När skulle de hängas upp? I samband med en fest i dessa invandrarförorter.

Hur länge skulle de hänga? Två månader... I de mörkaste månaderna.

Trafiken som flyter utanför på de stora vägarna skulle se deras ljusreflektioner. Man skulle försöka lista ut vad det var för något, undra över dem och kanske titta på dem igen med andra ögon. Resenärerna skulle läsa reflexernas: "akta mig", "se mig", "skada mig inte" när de åker förbi.

Behövs en sådan aktivitet med flera deltagare och festligheter för att kunna säga en så enkel mening? Jag tycker att det behövs. För att det är så jag ser på konsten. Jag tror på sådan konst som kommer naturligt från det verkliga livet av verkliga människor och beror på dem, alltså inte konst som finns där uppe någonstans, fin och ouppnåelig som ändå inte är nobelt. Jag tror på att den skapande kraften finns hos alla även hos de som kallar sig för enkla, alldagliga människor. Jag tror att med provakation, invitation, deltagande, inbjudande till deltagande kan man skapa självaste skapelsen. "Vad bra vore det om det syntes" är min källa när jag skapar "konst-lek".

Detta var mitt projekt "reflex" som naturligtvis var beroende av mycket stöd. Det var beroende av flera bidrag och mycket byråkratiskt arbete. Det behövdes arbete med inbjudan till deltagande. Det behövde också mycket arbete, vilket var det enklaste ochden del som var minst beroende av pengar. Därför behövdes projektet presenteras för att få stöd och samarbetspartner.

Jag presenterade projektet för Kulturhuset. Korrespondensen tog flera månader. En lång korrespondens som var meningslös. Det här gjorde faktiskt så att jag började lära känna: konstvärldens byråkrati. Faktum är att de inte har skrivit ett enda ord om själva projektet under alla dessa månader korrespondensen med ca tio mail pågick, utan skrev om allt annat och vidarebefordrat mig till flera andra. När de äntligen svarade var det för att jag krävde ett svar. Det var otroligt! "Lagom"! Jag började lära känna "Lagom". Av alla myndigheter är lagom den starkaste och djupaste. Det är den som breder ut sig överallt. Jag började lära mig lagom som reglerar alla vanor, gester, mimik, gemenskap, tolerans, rädslor, överväganden, lugnanden, ageranden och icke-ageranden och det lagom som håller ens innersta röst nertystad och dämpad.

Det lärs ut i alla områden i livet ändå. Betyder det att det blir "en del" av människorna? Nej. Finns det inga "gamla" förredettingar bland utlänningar som själva blir ännu mera "svenskar" än ursvenskarna och är rasister som dessutom ser ner på de "nya" utlänningarna? Ja, det finns. Men trots detta, tror jag att det ändå finns få invandrare i det här landet som accepterar och anpassar sig till "lagom" som en samling av lagar som påtvingas folket även om de blir lärda till det. Det här landet har skapat två folkgrupper som rent grovt ser olika på Sverige, livet i det här landet, människorna och allt som har med människorna att göra. Tacksamt! Vilken tur för Sverige att det har gjort det möjligt att för dessa rikedomar, möjligheter till kulturutbyten, olika civilisationer med olika erfarenheter att kunna komma till det fredliga, smärtfria, lugna, långt borta och ensamma landet och leva mittbland dess medborgare.

Jag menar inte att landet var fattigt, inget blev till något sedan det blev fylld. Man får inte se det så. Landet som har en stark shamanistisk kultur upp i norr, har så starka rötter och relationer med sina underjordiska krafter, en stark mytologi, ett land som har odlat en kultur som är djup med sorg med livets helt andra ansikte som är så ensam, så fjärran och så kall. Hur är det möjligt att en Bergman växer upp här annars?

Jag kom av mig med prat om rikedomar och lagom, jag går tillbaka till min korrespondens med Kulturhuset: Trots flera svar från de nämndes det inte ett ord om själva projektet. I slutändan fick jag reda på att Kulturhuset varken hade några mål eller budget för "outside" projekt. Så det blev inte antaget. Då vände jag mig till Tensta Konsthall. Med samma avsikt och goda viljan... För mig var konsthallen fortfarande ett centrum i en invandrarförort vilket var bra. De fann projektet intressant men tackade nej. De var tveksamma till om de kunde finna medel för att realisera det.

Jag fortsatte skolan. Jag åkte till Turkiet med familjen på sommaren. Det kändes bra. När jag kom hem från semestern satte jag genast igång med min nästa tavla och den blev färdig: "My hero from 9/11". Den är kvar hos mig.

Jag fortsatte att arbeta med min websajt som tagit lång tid och ännu inte är färdig, jag tror ibland att den kanske har en för bannelse över sig. Jag försökte på skynda processen, laddade in information som var nödvändig.

Jag startade kontakten med ett tryckeri i Turkiet för utgivningen av mina två dikt böcker som fortsättning på den första som blev utgiven tidigare. Nästa år är målet att ge ut dessa.

Under den här perioden, började jag att söka institutioner och andra organ som ger stipendier och stöd till konstnärer, jag bestämde mig för att söka några. Jag ansökte och fick ställa mig i kö för ateljé. Det räckte med ett portfolio jag skickade till Kulturförvaltningen, de accepterade min ansökan. Nyligen fick jag ett erbjudande om en ateljé via arbets-förmedlingen men den var för stor och dyr för mig så jag fick tacka nej. Jag står i kön fortfarande.

Jag sökte ateljestöd och projektstöd för projektet "Reflex". Jag sökte stöd för mitt projekt "Rum" som jag tidigare hade sökt till Istanbul biennalen med.

Jag har även skapat ett annat projekt som baseras mycket på det jag berättade tidigare om, ett utställnings projekt med namnet "Lagom". Jag sökte stöd för det också. Jag gjorde några grafiska arbeten för att skapa möjligheter att få bidragsstöd.

Jag får snart svar på flesta ansökningarna. Med svaren kommer även planeringen framöver att klarna, hur mycket tid jag kan lägga på konsten och skapandet. Om jag inte får stöd innebär det att jag kan lägga lite mindre tid på skapandet. Att arbeta, kanske huvudsakligen med formgivning eller kanske något helt nytt och främmande och att stödja min familj kommer vara i fokus. Om jag får anslag betyder det att jag kan fortsätta med min linje och konstnärliga arbete tack vare stöden.

Jag älskar mina barn. Jag älskar min fru. Jag älskar det här landet alltmer för varje dag.

Det fanns en anledningen till att jag kontaktade Kulturhuset, jag hade sänt dem ett annat projekt tidigare. Projektet var ett konstobjekt i bokform "Hakan Akçura's love and personality" som jag hade presenterat till dem, boken som jag hade tagit med till intervjun på svenska konsulatet i Istanbul och sedan sänt till Migrationsverket, boken som ingick i ansökan om uppehållstillstånd som kom väldigt snabbt. Den innehöll fotografier av oss i förhållandets olika skeden och screen prints av våra chat, mitt CV, mina kataloger, pressmeddelanden, intervjuer och tidningsartiklar om mig och mina arbeten, länkar till internetsidor som innehåller information om min konst. En vän som är konst fotograf hade dessutom fotograferat mig ovanifrån när jag höll i boken och visade varje sida. Jag presenterade för Kulturhuset den samlingen av fotografier som kunde bli en slajtshow eller kanske kunde visas upp som digitala tryck i en större utställning. Projektet hette "För uppehålls- och arbetstillstånd"... De tackade vänligen nej med anledningen att de inte kunde ställa ut det med så kort varsel.

Från den dagen tills nu skulle man kunna fylla fyra sådana böcker. Tiden var intersiv. Livet var intensivt.

Mitt ena barn går på dagis, den andra går i skolan. De är hos oss varannan vecka. Deras pappa är en mycket god vän till mig. Jag har börjat skapa fler och fler kompis och vänskapsrelationer med andra från min skola, min frus vänskapskrets och övrig omgivning. Vissa av dem är svenskar. Jag har mött kloka och kreativa och modiga unga människor. Både under tiden jag fotograferade graffitin som ingår i helheten av ljus, mörker, andra objekt och människor, och senare...

Jag har haft lärare som jag tyckte mycket om. Det var tufft att börja lära sig ett nytt språk och studera vid 43 års ålder. Det gångna året lärde mig det. Även om jag inte älskar språket har jag vant mig och börjat tycka om det mer med tiden. Jag hoppas och tror att det blir lättare att lära sig med tiden med tanke på den positiva utvecklingen. Jag funderar i helt nya banor nu, i början trodde jag att språket behövdes för kommunikationen med barnen och andra men nu har det vuxit i dimentionen till att kanske börja skriva på svenska och publicera. Svenska har nu blivit ett älskat språk som ger mig dessa tankar.

Jag älskar naturen här. Jag älskar det sättet barn prioriteras i vardagliga livet. Jag älskar människornas respekt till naturen och djuren. Jag älskar himlen. Men t.ex. en av dem första sakerna jag lärde mig var rena motsatsen till det här. Jag har aldrig mött så många unga människor som behandlar sina äldre på så dåligt sätt och så respektlöst som här. Det är nästan som om de unga har en hemlig överenskommelse.Man ser de äldre som att det är onödigt att de lever och vistas /finnas här överhuvudtaget. Eller att de äldre är dem som äter upp det som andra arbetar ihop. Ungdomarna är hårda.

När man ser saken härifrån når man till slut "ensamheten". Jag hade inte kunnat föreställa mig i förväg ett land med så många människor som lever i sin ensamhet. Denna ensamhet -även om man nu har lämnat den och flyttat till staden- har förstås en del av sina rötter i det sättet man levde på för ett sekel sedan, att man levde isolerat, utspritt på större yta med 2 km's avstånd mellan husen på landet i bondesamhällena som har sin speciella djupa kultur av ensamhet.

Men jag kommer inte glömma just en speciell dag. Den dagen som började som en intressant observation och sedan blev till en djup lärdom:

Det var en resa i tunnelbanan från stan till förorten i en vagn med flera svenskar och invandrarungdomar. Medan ungdomarna satt och hade lugna samtal sinsemellan, satt jag och de andra svenskarna stilla och såg omkring oss... I en stund där de hemliga och outtalade lagarna om hur man ser på just sådana ungdomar rådde i vagnen hos svenskarna som satt, så plötslig smälde en av de ungdomarna vagnfönstret med handen
"Pang!". Alla i vagnen studsade upp från sina säten. De blev chockade. Ungdomarna däremot, de gick lungt tillbaka till sina samtal. Det verkade som om de inte såg folk runtomkring sig. Det följde en stund av missnöjesläten från andra resenärer tills det började bli lite lugnare igen, den här gången var det en annan invandrarungdom som skyndade sig att smälla fönsterrutan. Då började man att förstå vad som höll på hända. Det var lekens regel: Vem som skulle fånga först, hinna först att smälla rutan när det kom ett förbipasserande tåg. En simpel lek. En lek som blir rolig och rik i och med reaktionerna från de förvånade svenskarna i vagnen, nöjet som bibehålls med det. Vem talar med vem och om vad? Vem vill säga vad och till vem med denna lek? Det är så mycket som sägs egentligen!

Såsom "lagom" är en samling attityder, mimik, färdiga meningar och ord, är det tyvärr så att det förtjänar den reaktionen enligt invandrarungdomarna. "Lagom" innefattar även det inre språket där rasismen får möjlighet att växa. Tyvärr är det så! Ingen är medveten om det och upplever det så. Människorna här vet med sig som civiliserat samhälle att de är ett civiliserat, rättvist och solidariskt folkslag. De andra som inte är svenskar, inte räknas till svenskar, fortfarande är "invandrare", de kommer att förbli så, att de en gång vandrat in i det här landet och alltid kommer att fortsätta att vandra in... När kommer det här samhället att bli det nya Sverige enligt alla? Vore det möjligt. Omöjligt! Världen rör på sig dundrande. Flyttandet finns överallt, från överallt till överallt... Det finns dock en skillnad, flytten hit är annorlunda jämförd med flytt mellan andra ställen där historien har flera gemensamma nämnare som krig, tortyr, massaker, svårigheter, folkkamp, där folken har upplevt liknande saker och därför har en annan inställning och förståelse. Flytten hit är en annan, till ett land med en historia helt olik de andra, för att hitta hjältehistorier måste man nästan gå tillbaka till vikingatiden, vad bra att det inte har funnits stora krig de senaste århundradena, vilken tur att det inte funnits tortyr, stora förluster och landssorger.

Jag vet inte. Dessa är reflektioner från en konstnär som levt här drygt ett år. Ni kan lära känna mig med dessa, se var jag är idag, vad jag kan tänkas göra imorgon, hur mitt skapande kommer att se ut, hur jag kommer att leva, om jag tänker bli svenskmedborgare...

Jag håller på att "landa"! Hör jag hemma här? Nej. Men hör jag hemma "där"? Nej. Som vilka? Redan nu, som alla andra utlänningar... De kan inte höra hemma här. Tredje generationen är här. De som föddes här. De som inte har ett annat land. De som inte har "vandrat in". Men de känner sig inte som svenskar. De tillåts inte känna sig så. Med sina namn, definitioner och genom att vara "invandrare"... Men de har ju inga hemländer! Det har jag. Kommer det att kännas mindre stark? Vet inte. Kommer det att vara starkare? Jag vet inte. Men jag håller på att "landa" här. Jag har ett hemland men det är det inte lika mycket som förra året.

Vi lever i en obarmhärtig värld. I den obarmhärtiga världen finns det chans för allt att flyta mycket bättre i det här landet. Jag är en konstnär som ser just den möjligheten och som kanske kan arbeta för att förverkliga den förening som behövs för att skapa den chansen. Jag vill skapa just utifrån den och för den.

Om intervjun skulle innehålla frågor ang. vårt vardagsliv, relationer och barnen, vill jag hänvisa er till mina grannar, skol och dagis personal. De skulle ge er mera korrekta svar känner jag.

Och jag kommer att resa till Turkiet i sommar. Jag åker med min familj. Det är flera där som jag saknar. Jag har saknat solen. Solen syns alldeles för lite på himmeln som annars jag har skådat flera regnbågar på, än summan av alla gångerna i mitt liv. Trots det, för en som kommer fran egeiska kusten och Istanbul känns längtan väldigt starkt. Det blåa havet, det riktigt blåa havet längtar jag efter mycket.

När jag sedan ska flyga hem hit, kommer de kolla mitt pass på kontrollen i Turkiet för "uppehållstillstånd" stämpeln. Just därför kan jag inte resa med rädsla för att inte kunna komma tillbaks.

Jag är säker på att de andra som väntar med mig på sina tillstånd har egna ursäkter som mina. Jag vet inte hur många blir tvungna att hitta på en giltig ursäkt för att få förtur till beslut. Kanske några som ska ha "döda släktingar" eller "sjuka" i hemlandet. Kanske fick de förtur, kanske inte.

Jag vill bara säga min önskan: Jag vill ha min resfrihet.

Jag har inte gjort något som förtjänar denna orättvisa. Inte de andra heller. Det här är min ståndpunkt.

Jag gjorde den här inspelningen för att hjälpa. Jag ska skicka den till er eller på något annat sätt se till att ni får se den.

Jag hoppas att det skyndar processen.

Jag hoppas att den kan bli nyttig.

Det är anledningen till det här konstaktivitet.

Jag finns här."