Önemli not: Bu fotoğraf ve belgeler sadece yanı sıra "Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura / open-flux.blogspot.com" kaynak bilgisi eksiksiz yeralırsa, yazılı, görsel ve elektronik medyada alıntılanabilir ve yayınlanabilir.
Genelkurmay Başkanlığı, Diyarbakır 3. ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği yazıda, başkanlık bünyesinde ''JİTEM'' adında kurulmuş herhangi bir birimin mevcut olmadığını bildirdi.
Aralarında terör örgütü PKK itirafçılarının da bulunduğu 11 sanıklı ''JİTEM'' davasında Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği ve ''JİTEM adlı bir birimin olup olmadığının, var ise hangi tarihte kurulduğunun, faaliyetine devam edip etmediğinin, iddianamede belirtilen kişilerin kuruluşa üye olup olmadıklarının'' sorularını içeren yazının cevabı mahkemeye ulaştı.
Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne ulaşan ve Genelkurmay Başkanı namına Ceza Hukuk İşleri Şube Müdürü Hakim Albay Orhan Önder imzalı yazıda, ''Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' denildi. (29 Aralık 2009 tarihli gazeteler)
2009 yılı bitmeden, Genelkurmay hala JİTEM'in varlığını inkar ederken, yani ilk kez yayınladığım 2008 yılı haziran ayının üzerinden tam 18 ay henüz daha geçmeden "Gerçekler Bilinsin Yeter"i bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyor ve yeniden o zamanki cümlelerimle sesleniyorum hepinize:
Hakkında sadece yayınlandıktan hemen sonra Tempo dergisinin cesur genç gazetecilerinin, Radikal'de Ahmet İnsel ve Sezgin Tanrıkulu'nun ve geçtiğimiz ay içinde ABD'de halk televizyon kanalı PBS'in Worldfocus programının haber yaptığı, oysa Türkiye'deki tüm belli başlı tv kanalı, gazete ve dergilerin bu 18 ay içinde defalarca izlediklerini bildiğim videoyu, sadece internet üzerinden hiçbir güçlü tanıtımdan, bilgilendirmeden destek -nedense- alamayarak 20 binin üzerinde insana ulaşan bu "JİTEM'in inkar edilemez varlığının en güçlü belgesini" bir kez daha sunuyor ve sizlere okurlarınıza, seyircilerinize karşı sorumluluğunuzu bir kez daha hatırlatıyorum:
"Gerçekler bilinsin yeter" (Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi) Hakan Akçura210.35 dakikaStockholm, Haziran 2008 Önemli not: Bu videoyu, ticari olmayan kaygılarla, kişisel izlenme ve yükleme niyetiyle istediğinizce yaygınlaştırabilirsiniz. Gazeteler, TV kanalları, haber siteleri, bu videonun akan ya da sabit görsellerini, ancak iznimle ve ismimi, eserin ismini ve yayınlandığı bu blog sitesinin linkini vererek yayınlayabilir. Aksine kullanım, cezai yaptırım nedenidir.
Şırnak'ın Cudi Dağı bölgesinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren iki gerillanın naaşı, askerler tarafından yerlerde sürünürken ve tekmelenirken görüntülendi.
Cudi Dağı bölgesinde Gündikê Remo köyü Pikera alanında 4 Aralık tarihinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren HPG gerillaları Metin Güleç (Zafer Cudi) ile Yakup Dellayimilan (Harun Betırs)'ın naaşları askerler tarafından yerlerde sürüklenip tekmelenirken görüntülendi.
Her iki gerillanın naaşı askerler tarafından ceset torbalarına yarı bir şekilde konulup başları ve ayakları dışarıda sürüklenirken, bir başka askerin ise onları tekmeledikleri görülüyor....
HPG'li Metin Güleç (Zafer Cudi) ve Yakup Dellayimilan'ın (Harun Betırs) cenazeleri, Güleç'in ablası Adile Güleç ve amcası Derviş Güleç'in de aralarından bulunduğu 40 kişi tarafından çatışma bölgesinden alınarak Dağkonak Köyü'ne getirilmişti. Şırnak Devlet Hastanesi morguna getirilen cenazelerden HPG'li Dellayimilan'ın cenazesi Doğu Kürdistanlı olduğu için hastanede kalırken, HPG'li Metin Güleç ise otopsi işlemlerinin ardından 11 Aralık günü 10 bin kişinin katıldığı bir törenle defnedilmişti.
4 Aralık tarihinde Cudi'deki bir çatışmada hayatını kaybeden iki gerillanın cenazelerine yapılan insanlık dışı uygulamalara ilişkin açıklamada bulunan HPG, Kürt halkını bu vahşet karşısında sessiz kalmamaya çağırdı.
8 Aralık'ta Tokat'ın Reşadiye ilçesinde 7 askerin öldüğü gerilla eyleminden 3 gün önce gerilla cenazelerine yönelik yapılan insanlık dışı uygulamalar görüntülendi. Cudi Dağı bölgesinde Gündikê Remo köyü Pikera alanında 4 Aralık tarihinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren HPG gerillaları Metin Güleç (Zafer Cudi) ile Yakup Dellayimilan (Harun Betırs)'ın naaşlarının askerler tarafından yerlerde sürüklendiği ve tekmelendiği görüntülere yansıdı.
Askere yapılan eylemi 'katliam' diye nitelendirilenler, gerillanın cenazelerine dahi yapılan işkenceler karşısında hep sessiz kaldılar. Vahşetin görüntüleri bugüne kadar birçok kez yayınlansa da, toplumsal hassasiyetlere dokunabileceği endişesiyle, birçoğu da yayınlanmadı. İnsanlık dışı muamelenin en son görüntüleri bugün ANF'de yayınlandı.
Bu görüntüler ardından HPG Basın-İrtibat Merkezi bir açıklama yaparak, vahşete sessiz kalınmamasını istedi.
HPG şu açıklamada bulundu: 'Demokratik sürecin önünü açmak ve Kürt sorununun çözümü tartışmalarına katkı sunmak amacıyla 13 Nisan 2009 gününde ilan ettiğimiz eylemsizlik kararımıza gerilla cephesi olarak sonsuz bir duyarlılık ve bağlılıkla yaklaştığımız halde, TC sistemi ve onun faşist ordusu tarafından gerillalarımızın imhasını amaçlayan askeri operasyonlar, Önder APO'nun yaşam koşullarına saldırılar ve demokratik kurumlar ile halkımıza yönelik olarak baskılar gün geçtikçe arttırılarak devam ettirilmiştir.
Basına da yansıdığı üzere, son olarak 4 Aralık günü Şırnak'ın Cudi alanında çıkan çatışmada şahadete ulaşan Zafer (Metin Çülaç) ve Harun (Yakup Dellayimilan) arkadaşlarımızın naaşlarına yönelik olarak faşist TC askerinin içerisine girdiği saldırgan tutum, hükümetin ve ordunun ne kadar vahşi bir yaklaşım içerisinde olduklarını gözler önüne sermiştir.
Ölü bedenlerimize bile küfrederek, tekmeler sallayarak yerlerde sürükleyerek insanlıkla hiçbir alakası olmayan saldırıda bulunan TC sistemi şunu iyi bilmelidir ki HPG gerillaları şehitlerine ve varlık gerekçesi olan değerlerine kopmaz bağlarla ve duygularla bağlıdır. Yayınlanan görüntülerde uygulanan insanlık dışı tavırlarla HPG'yi test etmek isteyenler tarihten doğru dersler çıkartmalıdırlar.
Yine Tokat'ta gerillalarımızın yaptığı eylemden sonra insanlık çığırtkanlıkları yaparak hareketimizi terörize etmek isteyen kesimler, Tokat eyleminden daha 3 gün öncesinde çekilmiş olan bu insanlık dışı görüntüleri dikkatle izlemelidirler.
Halkımızın tümden imhasını hedefleyen bir politik-askeri projenin, açılım ve demokratikleşme adı altında kamuoyuna sunulması, egemen sistemin, hareketimizin çözüm adımlarına karşı yapmış olduğu bir manevra ve göz boyama olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Bizler HPG olarak şehitlerimizin anılarını Apocu fedai çizgimizde yaşamsallaştıracağımızın sözünü bir kez daha veriyor ve tüm kamuoyunu bu vahşet karşısında sessiz kalmamaya davet ediyoruz.'
ANF
Ben bu iki haberin içinde ve gölgesinde dolaşan herkesin kendince yeterli gördüğü bir "vicdanı" ve bu vicdanla birlikte "seçtiği bir konumu" olduğunu düşünüyorum. Askerlerin de, gerillaların da, izleyen halkın da, bu haberi okuyan birçok türk ve kürtün de... Bu vicdan ve duruşlar çoğunlukla, çok basit bir ilkellikte soluk alıyor, barış buluyor, ama bir yandan da karmaşık ve "cahil" bir algı ve bilinç durumundan güç alıyor.
Başka bir ülke yok.
Baydar'ın yazıp, Temelkuran'ın da alıp ötesine geçmeye çalıştığı cümleler: "Eksik bildiğimiz, yalan yanlış uyguladığımız sınıf siyaseti ya da sınıf mücadelesini tek tek somut insandan ve vicdandan soyutladık."
Tam da o zamanlardan kalan, yani bu soyutlamanın sonuçlarıyla ne kadar yüzleşip, yüzleşmediğini bilemediğim etkin ve önde tüm muhaliflere ve bu soyutlamayı yaşamayan, daha yeni ve analitik düşünce kapasitesi daha yüksek olan genç muhaliflere ancak şunu söyleyebilirim:
Varolan, ne kadarsa o kadar entelektüel muhalif (türk, kürt, yahudi, ermeni hepsi) bir "Barış ve demokratik cumhuriyet" cephesi oluşturmalı. Olabildiğince olgun ve esnek bir karar ve eylem organı olan. Nasıl bir barış, demokrasi ve cumhuriyet istediğini çok yalın ve basit cümlelerle ifade edebilen. Bu ifadeye katılan herkese açık olan. Solcu olmayan, sosyalist olmayanlarına da... Bu yapı, bu basit ve yalın cümleleri yaygınlaştırmalı. İnsan, insan...
Artık başka ve daha solda bir yolu yok sürecin.
Varılır o barışa ve demokrasiye yakın bir yere, gerekirse epey savaşarak, yığın gösterileriyle, hep öğrenerek ve ulusal dayanışmayla. Ondan sonra daha sola gitmek istemenin bir anlamı ve oluru yeşerir. Ama ancak o zaman!
O sınıflarda o çocukların haklı bulduğu şeyler yaşanıyor bu ülkede ve o çocuklar gerçekten kendilerince vicdanlı ve seçilmiş duruşlarıyla soluk alıyor bu ülkede. Sayıları ise 50 milyondan fazla.
Bizi bekleyen iç savaş değil, değişik kent katliamları ve internet çağının ilk olağanüstü hali olmasa da ilk sıkıyönetimleri diye korkuyorum ama diğer ihtimal da daha iyi değil aslında.
"Öteki Sinema" sitesi yazarları kendi aralarında, "2009 yılında keşfettiğimiz filmler" başlıklı bir soruşturma yapıp yayınladı. Soruşturmaya liste sunan yazarlardan Serdar Kökçeoğlu'nun 10 filmlik listesinde "Gerçekler Bilinsin Yeter!" de yeralmakta. Kökçeoğlu, "Gerçekler Bilinsin Yeter!"i, "adından da anlaşılan meselesi ve interneti kullanış biçimiyle" seçtiğini yazıyor. Sağolsun! Serdar Kökçeoğlu'nun 2009'da keşfettiği ve önemsediği diğer filmler ise şunlar: "Antichrist (2009) Pontypool (2008) District 9 (2009) Home (Ursula Meier/2008) Paranormal Activity (2007) Tôkyô Sonata (2008) Momma’s Man (2008) Yaşam Arsızı (2009) Themroc (1972)"
December 15, 2009 19:50 Signature story Worldfocus USA Turkey’s longstanding conflict between ethnic Kurdish minority and the Turkish government flared this weekend after demonstrations erupted when the high court outlawed the main Kurdish political party. The Kurds see themselves as an oppressed minority, while the Turkish government sees them as dangerous separatists. Correspondent Gizem Yarbil and producer Bryan Myers recently traveled to the Kurdish enclave of Diyarbakir in eastern Turkey for a closer look at the allegations that the Turkish government had engaged in a so-called “dirty war” against the Kurds. Photos and interview of Abdulkadir Aygan is courtesy of Hakan Akçura of the blog Open Flux. Ruling threatens reconciliation between Turks and Kurds Gizem Yarbil Gizem Yarbil is a producer at Worldfocus and recently reported, along with Bryan Myers, the Worldfocus signature video Turkey’s Kurds Seek Justice for Unsolved Murders. Gizem grew up in Turkey and writes of her experiences covering the story of Kurdish grievances, which remain a polarizing political issue in Turkey. It was a blistering morning in early June and we were driving in the southeast of Turkey. Worldfocus producer Bryan Myers and I were traveling to Diyarbakir for a story about the Kurds and the latest developments in their often tragic plight. We had already shot and produced two stories around Turkey, but this one was especially important for me. Surrounded by golden fields that were illuminated by the scorching southeast sun, I was traveling to a region, which, up until a few years ago, was a no-go area in my country. The southeast of Turkey is a predominantly Kurdish region, which has witnessed a three-decade long armed ethnic conflict between the Turkish military and Kurdish separatists. The separatists have been fighting for the region’s independence from Turkey since the early 1980s, although now they claim they would accept basic cultural and political rights. According to many sources, the conflict has claimed more than 30,000 lives, most of them Kurds. I didn’t know what to expect from the trip in Diyarbakir, the main city in the Turkish southeast and the capital of Kurdish political and cultural life. I had heard stories about journalists who had had their tapes confiscated and erased, and been subject to aggressive behavior from the Turkish police. The local journalist who accompanied us said that the situation was slightly improved from the time when the conflict was at its most intense a decade ago, but he also warned that filming police, military personnel and official buildings was out of the question. When I was growing up, everything I heard from Diyarbakir involved death and tragedy. Turkish media has covered the conflict extensively through the years, but generally only from the Turkish military’s point of view. Visuals of crying mothers of dead soldiers, coffins and military funerals on the evening news often accompanied our family dinners. But I don’t remember ever seeing a crying Kurdish mother or anything about the other side of the story on the news. For many of us, Kurds were the enemy, the “Other” that existed to destroy the Turkish people and the nation. But, later in life, as I dug deeper into the subject (and especially during our trip to the region) everything was very different from what I’d been told growing up in Turkey. The story we’ve produced in Diyarbakir is about two men, whose family members went missing in the 90s, during the height of the conflict. They long suspected that their loved ones have been kidnapped and murdered by a secret paramilitary group that is directly connected to the State security forces. A former member of the paramilitary group, who now lives in Sweden, came out a few years ago and confessed to taking part in some of these kidnappings and murders. Now, he is leading state authorities to find the sites that may hold the remains of some people who went missing in the 90s. So far several sites have been excavated and hundreds of bones have been dug up and sent for DNA testing. These developments would have been a quixotic dream for many Kurds only ten years ago. But now things are changing. Several government and military officials have been arrested and put on trial in connection with human rights violations in the region among other crimes. These positive developments certainly had an impact on the people of the region. Before we left, we went to eat at a beautiful restaurant with a view of an ancient bridge just outside of Diyarbakir. As we were admiring the view, our driver pointed to the landscape spreading out before us and whispered into my ear. “A lot of bodies used to be dumped around here,” he said. When I asked him how Diyarbakir was nowadays, and how people were feeling, the waiter serving our table immediately jumped in, “Everything is great in Diyarbakir. Everything is perfect!” he exclaimed. To my eyes, there was a more peaceful atmosphere, and people seemed to feel more hopeful and more secure. There was more investment in the area, especially in tourism. I even heard Hilton was planning to build a hotel very soon. But that was several months ago. Recent developments have stirred up the region once again, reminding us of the turbulent days of the 1990s. After a top Turkish court banned the main Kurdish political party from parliament, violent clashes between frustrated Kurds and the Turkish police erupted across the southeast including in Diyarbakir. This move by the judiciary will undoubtedly stall the reform process the leading political party initiated. Without more concrete steps to make peace with the Kurdish minority, tranquility will continue to elude the region. Gerçekler bilinsin yeter / It is enough that the truth comes out (Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi) Hakan Akçura / 210.35 dakika Stockholm, Haziran 2008 Abdulkadir Aygan was one of the PKK (Workers Party of Kurdistan) guerrillas, between 1977 and 1985 in Turkey. He was a kontr-guerilla working in Turkish Armies special gladio team called JITEM between 1991 and 1999 too. This recording include all his confessions from this 22 years. Aygan is now a refugee in Sweden and living with his family under the Swedish Secret Police security. Hakan Akcura found and conviced him for this long interview and talked with Aygans three identities when he was sitting on three different chairs with three different clothes, facing three different angles.
Aşağıdaki metin, 1 Haziran 2009'dan bu yana Batman'da çıkan ve 13 ile dağıtım yapan Duruş gazetesinin kültür sanat editörü Hasret Birsel'in benle geçen hafta internet üzerinden yaptığı, bugün, gazete yazı işlerinin "yayın politikalarına uygun olmadığı için" yayınlamama kararı verdiğini öğrendiğim roportajın tam metnidir.
Bugünlerde gazetenin editör imzalı yazısı şu ilkeye işaret ediyor: "Kuşkusuz yapıcı, geliştirici ve düzeltici olduğu sürece herkes eleştirilebilir. Basının temel görevi budur." Oysa görüyoruz ki, bu ülkenin batısında olduğu gibi doğusunda da kimi medya kurumları, iki ayrı "resmi ideoloji"den besleniyor olsa da "aslında 'nasıl' değil, 'neyin' eleştirildiğine bağlı olarak", benzer kaygılarla, benzer reflekslere sahip. Ne yazık ki!
Hakan Akçura
Kısa film yönetmeni, şair, makale yazarı, ressam, video ve performans sanatçısı, tasarımcı, kısaca çok yönlü bir sanatçısınız. Bütün bunların dışında Hakan Akçura, kendisini nasıl tanımlıyor?
Ben neredeyse sadece göründüklerimim zaten. Şunlar da eklenebilir, siz oralardan göremediğiniz için: Baba, eş, kültür emekçisi, politik aktivist, liberter sosyalist, göçmen, işsiz, egeli, melez, oğul, kardeş, arkadaş, yoldaş.
Sizin Stockholm’e yerleştikten sonra oradaki sistemle ve yabancılarla ilgili çok ciddi ve ses getiren bir çalışmanız oldu. Bize bu çalışmanızdan söz edebilir misiniz?
Birden çok çalışmam oldu göçmen politikasıyla ilintili. Üçü burada anılmaya sanırım değer:
Bir diğerinde, metro çıkışlarında gazete dağıtırken, her gelene “günaydın” diyerek ilişki kurmaya çalışmamı ve bu ilişki biçiminin sonuçlarını gösteren bir video performans yaptım.
Ama herhalde sisteme yönelik en ses getiren işim “Bir eksik” adını taşıyan, sabundan pastalarımdı. İçlerinde, İsveç’in on yıllarca süren kısırlaştırma politikasının kurbanı samilerin, valonların, çingenelerin ve eşcinsellerin resimleri ve kullanılmış dosya artıkları ile devletin hala yasal tıp hizmeti vermediği yasadışı mültecilerin gitmek zorunda kaldıkları, onlara gönüllü hizmet veren gizli tedavi kurumlarından topladığım kanlı, irinli artıklar birlikte yeralıyordu. Steril kelimesinin çift anlamlılığında –kısır ve temiz-, İsveç’in geçmişte kendinden olmayanı ancak kısırsa, şimdi ise ancak “temiz”se kabul eden devlet politikasını tartışmaya açıyordu.
Aslında size soru yöneltmekten ziyade, öncelikle, başlık başlık çalışmalarınızı ve bunları yapmaktaki amacınızı sorsam daha anlamlı olacak diye düşünüyorum. “Nefret tünelinde Aşk" çalışmanız bildiğim kadarıyla istediği sonuca ulaşmadı. Neydi “Nefret tünelinde Aşk”?
2007’de sayısı hızla artan, internet forumları, haber sitesi yorumları ve sohbet kanallarında kullanılan ırkçı mesajları ve sesleri topladım. Türklerden kürtlere, kürtlerden türklere akan… Bunları, bir yanı kürt, biryanı türk olan ilişkilerin gönüllü kaydedeceği ve kendi aşklarını bu nefret mesajları ve seslerine karşı istedikleri biçimde konumlayacakları videolarla birlikte sergilemek istiyordum.
Bir çağrı yaptım, derdimi anlatan. Çok destek ve çok katılım isteği aldım. Sadece bir yanı türk, diğer yanı kürt olan değil, türk-ermeni, türk-arap, sunni- alevi çiftler, çift ulusal kimlikli eşcinsel ilişkiler vardı, katılım videolarını beklediğim… Tümü tembel çıktı ve o sergi gerçekleşmedi.
Birçok konuda duyarlı olduğunuz gibi Kürtler ve Kürt sorunu konusunda da çok duyarlı olduğunuzu biliyoruz. Kürtlerin çok tepkili olduğu hem devletin, hem de PKK'nin itirafçısı konumundaki Abdülkadir Aygan’la çok uzun bir söyleşi gerçekleştirdiniz. “Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi: Gerçekler bilinsin yeter!" adı altındaki bu çalışmanıza nasıl tepkiler aldınız?
Öncelikle ben tanımlamanızın tersine, hala tepki duyanlar bir yana, Aygan’ın, tüm bu geçen zaman içindeki duruşu, itirafları, açıklamaları ile artık birçok kürt tarafından dost bilindiğini, türk ve kürt bir dizi demokrat örgüt ve kişinin desteğini kazandığını bildiğimi söylemek isterim.
“Gerçekler bilinsin yeter!”, internet üzerinden yayınladığım 3,5 saatlik bir video. Aygan, bu videoda, üç ayrı kimliğiyle, PKK’nin Abuzer’i, JİTEM’in Şerif’i ve Kadir olarak sorularımı cevapladı. Çift taraflı itirafçı kimliğiyle bu 22 yıla dair bildiklerini ilk kez bu kapsamda ve kronolojik olarak aktardı.
En başlarda birkaç genç ve cesur gazetecinin marifetiyle tanıtıldığı Tempo dergisi dışında hiçbir gazete, dergi ya da tv kanalı bu videodan bahsetmedi. Ama birkaç istisna dışında tüm medya, benim ve videonun ismini vermeden görüntülerini yüzlerce kez kullandı. Kulaktan kulağa aktı internetten yayınlandığı bilgisi ve bugüne kadar en az 19,000 kişi izledi. Değişik kampus ve kahve gösterimleri için benden dvd’si istendiğinde gönderdim.
Bence hala gündemde kalmayı hak eden ve PKK ve JİTEM gibi iki yasadışı örgütlenmede yeralan ve her ikisine de ihanet eden birinin, tüm bu karmaşık sanılabilecek yolculuğu, ne kadar aynı ahlak ilkeleri ve mantık dizgesi ile rahatça akılcılaştırabildiğini göstermesiyle de öğretici bir kayıt. Her kürt anasının, her işsiz kürt gencinin, her yorgun kürt babasının izlemesini isterim ben hala, milyonlarca türkün yanı sıra…
Düşünebileceğiniz her türden tepkiyi, defalarca aldım: Tehdit, saldırı, küfür, teşekkür, olumlama, göklere çıkarma, aşağılama, küçümseme, sadece bir bölümünü -ya PKK’ye, ya da JİTEM’e dair bölümünü- anlamlı bulma… Beni ise en çok kaç kişiye ulaştığı ve kaç kişinin izleyebildiği ilgilendiriyor.
Biliyorsunuz o çalışmanızdan sonra Abdülkadir Aygan’la ilgili bir makale yazdım, belki yazarken taraf oldum. Siz söyleşiyi tarafsız gerçekleştiren biri olarak, o söyleşi esnasında, sizi çok rahatsız eden ya da duygulandıran bir şey oldu mu? Buna bağlı olarak Aygan’ı dinlerken tarafsızlığınızı koruyabildiniz mi?
Ben Aygan’a da söyledim, basın açıklamalarımda da aktardım: Onla tanışmaya gittiğimde elini sıkıp sıkamayacağımı bile bilmiyordum. Çok gerçek ve olabildiğince samimi bir insandı bulduğum. İtiraf onun için sadece bir arınma değil, aynı zamanda olmasını dilediği bir gelecek için çaba göstermekti de… Bulunduğum, bulunmam gereken nesnel uzaklığı rahatça korumaktan öte, çekincesiz elini sıkarak ayrıldığım bir insandı Kadir o kayıt sona erdiğinde…
Çekimler sırasında rahatsız olduğum tek şeyi, aslında kaydı izlerken sizler de gördünüz: Oğlunun aralarda konuşmaya tanık olması. Zaten Aygan da rahatsız oldu ben uyarınca ve çıkardık odadan…
Sizce sanatçı tarafsız mıdır?
Gerçek sanatçı bağımsızdır, tarafsız değil. Muhaliftir ve her zaman taraftır.
Atatürk’ün yüzünü silerek oluşturduğunuz “Kemalizm bir ibadet biçimidir” isimli afişiniz polislerce incelenmeye alındıktan sonra savcılığa gönderdiğiniz savunmanızda “Birbirine karşı görünen radikal İslamcılar ve anti-demokratik Kemalistler aynı tapınma biçimiyle davranıyor,” dediniz ve düşünme, yaratma bunun da ötesinde insanlık hakkınız olan bir şey yaptığınızı söylediniz. Kemalizmin Türkiye’de bir din gibi algılandığını mı düşünüyorsunuz?
Evet, Kemalizmin Türkiye’de, resmi devlet ideolojisi olarak, bir dinin sahip olabileceği bir etki alanı ve güçle/zorla kitlelere dayatıldığını, özellikle anti demokrat, milliyetçi türk ve kürt kemalistlerce de böyle taşındığını söyleyebilirim. Ben afişi yaptığım günden bu yana kemalist resmi ideoloji çok daha rahat tartışılabilir, sorgulanabilir bir hale geldi. Bu çok ses getiren afişle bunda küçük bir katkım olduysa sadece sevinebilirim.
Sizin ifade ettiğiniz gibi, “Gerçekler bilinsin yeter!” diyerek sisteme ve sistemin yanlışlarına yüreklice karşı çıkacak sanatçıların çoğalması, toplumun değişim ve dönüşümünde nasıl bir rol oynayabilir? Bizde sanat ve sanatçı bu rolünü yerine getirebiliyor mu?
Yine sorumluluğum belirtmek: Videonun ismine taşıdığım bu cümlenin de sahibi, izleyenler hatırlayacaktır, ben değilim, Abdülkadir Aygan.
Sorunuzun cevabına gelince, yıllar önce yayınladığım bir manifestoda, kendimi şöyle tanımlamıştım:
“Ben bir open flux sanatçısıyım. Kaygı ve sorumlulukla yaratmaktan geri duramayan günümüz sanatçılarının sahip olmaları gerektiğine inandığım şu nitelikler, benim yaratımımın da hedefidir: Zamanın ruhu’na (zeitgeist) bir kez daha tanıklık etmek yani giderek daha boka batan bu yerkürede daha muhalif ve radikal olmak. Yaratımlarının mülkiyet sorunlarından daha çok, yaygın dolaşım ve paylaşımını önemsemek. Bağımsız olmak. Yol gösterici, zihin açıcı, sorunlara yeni tanımlar önerebilen bir sanatçı olmanın yanısıra, her türlü etkileşim ve iletişime açık, gerektikçe oyun kurucu olmayı becerebilen bir sanatçı da olabilmek. Elitizm batağına da, popülizme de düşmeyen bir cesareti, özgünlüğü ve niteliği varetmeye, ötesi hep korumaya çalışmak.“
Günümüz sanatçılarının sahip olmaları gerektiğine inandığım bu nitelikler, bugün birçok sanatçıda var. Geçen ay İstanbul’da açtığımız ve benim hem “Gerçekler bilinsin yeter“, hem de “Ceylan’dan bize kalan: Şahmeran“la katıldığım “Pis Hikaye“ başlıklı grup sergimize katılan 17 sanatçıda mesela...
Günlük hayata, toplumsal sürece müdahil bir sanatçı olmak, ne benim, ne bu 17 sanatçının, ne de bizler gibi olan diğer sanatçıların yaratımının ana özü ve damarı değil aslında. Bu, daha genel yaratım istek ve potansiyelimizin, daha rahat görülebilir ve muhalif karakterimizle örtüşür bugünkü seçimi sadece. Sanatçı arkadaşım Erdağ Aksel’in geçenlerde bir röportajda dediği gibi:
“Ama tabii ki her zaman sadece siyasi sanat üreteceğiz, ya da her siyasi eylemimizi sanat ürününe dönüştüreceğiz diye bir önkoşul yok. İyi ki de yok. Aşk üzerine de sanat yapabilme hakkımız, sanatla ilişkisiz siyasi eylem yapabilme hakkımız kadar kıymetli.“
Son günlerde Kürtlere karşı gelişen ırkçı saldırılara karşı “Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı” adı altında bir çalışma yaptınız bize bu çalışmadan söz edebilir misiniz?
22 Kasım 2009 günü İzmir’de Ahmet Türk’ü havaalanında karşılayan DTP konvoyuna saldırıldığını öğrendiğimde, olayla haberler ve ilgili fotoğraflar ile video kayıtlarını aradım, buldum. Okudum, gördüm, seyrettim. Konuyla ilgili ilk yaptığım çalışma beni çok etkileyen –ertesi gün herkesi etkilediği anlaşılan-bir fotograftan yola çıkarak yaptığım "Dikilmesi mümkün 'İzmirli ırkçılar' heykel tasarımı"ydı.
Ertesi gün, daha çok konvoyun da hiç masum olmadığını “gösteren” bir başka kayıt ortaya çıktı. Bu kayıtta, konvoydan bir arabanın yol kenarındaki saldırgan ya da protestocuların üzerine nasıl da aniden, çok tehlikeli bir biçimde çıktığını gösteriyordu. Saldırıyı meşru kılmaya çalışanlar çok sözetti, çok yaygınlaştırdı bu kaydı. Bense onu izlediğimde, en çok kaydı yapan ya da kaydı yapanın yanında yeralan kadının çığlıklarından etkilendim: “İndirin onu, indirin onu, ulan indirin onu!” diye bağırıyordu kadın. Yani? “İndir onu ve döv” mü diyordu yoksa “İndir onu ve linç et! Gebert!” mi? “Polise haber verin o sürücüyü, plakasını alın!” filan demiyordu mesela…
Ardından 4 gün boyunca, benim ilk tasarımımın kaynağı olan fotografı haberlerinde kullanan, başta “En son haber” ve “Hürriyet” olmak üzere birçok haber sitesinin okuyucu yorumlarını okumaya, okudukça da dehşete düşüp biriktirmeye başladım. Nihayet 26 Kasım’da okuduğum, elediğim, tüm ırkçı okur yorumlarının yeraldığı ve sorunuzun kaynağı olan “Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı”nı tasarladım ve internet üzerinden yayınladım.
Yazıt hala yayında… Blog sitemden hem ona, hem diğer yazdıklarıma ve yaptıklarıma ulaşabilirsiniz.
Çalışmanızın tam adı, “Kürt Ulusuna, Kürt İnsanına Yönelik Gelişen Nefret Dolu Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı” adını taşıyor. Doğrusu, orada yazdığınız Kürt Ulusu söz hemen dikkatimi çekti. Kürtlerin bir Ulus olduğunu söyleyen Türkiyeli birilerine rastlamak nerdeyse hiç mümkün değil. Kürt halkı deniliyor ama Ulus olayına gelince evlenip güveleniyor Türklerde. Türkiyeli insanlardan bu söyleminiz yüzünden tepki aldınız mı?
Elbette aldım. Önce “ulus”un ne demek olduğunu bilmem gerektiğini söyleyenden, kürtlerin neden bir ulus olamayacağını şu ya da bu tonda tarif edenlere kadar yüzlercesini. Çok bol da tehdit!
Oysa benim tuzum kuru. Ben 1978’lerden, yani 16 yaşımdan beri kürt ulusunun varlığından, haklarından, mücadelesinden söz eden bir insanım. 1982’de beni ve arkadaşlarımı sorgulayan işkencecilerin, bizle tartışırlarken göz attıkları masalarının üzerindeki bir dizi kitaptan biri her zaman, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”ydı.
Hakan Akçura Kürt Sorununu nasıl tanımlıyor?
Sorunun kuramsal tarifini vermekten çok bugününe bakarak yazmaktan yanayım. Çok özetle şunları söyleyebilirim:
Bugün dört ayrı ülkeye yayılan kürt coğrafyası içinde yaşayan kürt ulusu, tarihi boyunca neredeyse ilk özerk devlet örgütlenmesini Irak’ta kurabildi. Bu süreç Irak’ı işgal eden ABD ile girilen ittifak sayesinde yani bence ne nedenle olursa olsun girilmemesi gereken bir ittifakla başlamış ve sonuçlanmış olsa da, diğer üç ülkedeki kürt ulusal mücadelesinde de büyük ivme yarattı; birkaç yıl içinde her birinde ama en çok Türkiye’de yüzlerce kazanıma yol açtı.
Bu kazanımların en önemlisi ise, Türkiye’deki demokratik cumhuriyet mücadelesine verdiği ivmeydi. ABD’deki siyasal değişimin ve artık büyük bir çoğunluğunu AKP’nin temsil ettiği büyük burjuvazinin gereksindiği daha “temiz” ve artık kürtlerle savaşmak istemeyen bir devlet isteğinin de etkisiyle, ilk kez, hatasıyla eksiğiyle onlarca yıldır ülkenin tüm yaşam kanallarına zehir, kan ve ölüm pompalamış Ergenekon’un üzerine yürünebildi, hala da yürünebilmekte...
Bu kazanım, kürt ulusal sorununun en yakın, en yakıcı ve en temel ilk hedeflerine ulaşabilme şansını beraberinde getirdi. Ben, PKK’nin silahlı mücadelesinin gücüyle ve bir eski devlet politikası olarak Türk Silahlı Kuvvetleri eliyle dayatılan silahlı çözümün olanaksızlığının ortaya çıkmasıyla başlayan bir süreç yaşadığımızı düşünmüyorum. Bu yaygın ve büyük bir yanılgı… Bana göre bu kirli savaş, eğer büyük burjuvazinin ve ABD’nin çıkar ve gereksinimleri değişmeseydi her iki tarafın da istek ve katılımıyla daha sürerdi.
Şimdi, Türkiye’deki demokratik cumhuriyet mücadelesi, kürt ulusunun tüm duyarlı bireylerinin atacağı şu adımlara muhtaç:
Kendi kitle partileri DTP’nin daha bağımsız bir önderlik ve politikaya sahip olması yolunda çabaları…
Bu kirli savaşın kendilerine bakan kısmında Ergenekon örgütlenmesiyle bağları olan insan ve kurumlara yönelik savaşları…
En önemlisi ise, PKK, kürt coğrafyasında ne kadar büyük bir desteğe sahip olursa olsun, bence kendi uluslarının hak ettiği, daha onurlu örgütlenme, program ve liderlik anlayışında, niteliği çok daha yüksek yeni örgütlenme modellerini yaratmaları…
Bu adımlardan yakın vadede umutlu muyum? Hayır. Ama umarım yanılıyorumdur.
Her şey geriye her an sarabilir. Ben, tehlikeli boyutları çoktan aşan egemen ulusun, Türklerin ırkçılığına karşı içinde yeraldığım savaşın, ırkçılığın her türüne, dolayısıyla her geri adımda, olumsuzlukta, giderek yükselme eğilimi gösteren kürt ırkçılığına karşı savaştan bağımsız olmadığını da düşünen bir insanım.
Kürt ulusunun kendi kazanımlarını geliştirmek ve Türkiye’deki demokratik cumhuriyet mücadelesinde yol açıcı olmak adına atacağı her bilinçli ve doğru adımda, yanında varlığını gereksindiği şey ise, CHP, TKP ve İP gibi içerdiği her sol özellikten kilometrelerce uzaklaşmış, her biri çok şaibeli ve tehlikeli hale gelmiş sağcı kurumlar ve ÖDP gibi çok kafası karışık, kemalizmle köprülerini atamamış sol bir parti dışında, nitelikli, yaygın, yasal bir sol alternatiftir. Bu alternatifi varetmek ise, tüm Türkiyeli komünistlerin, liberter sosyalistlerin, sosyalistlerin, bilinçli sol demokratların görevidir. Bu konuda da yakın vadede çok umutlu olduğumu ne yazık ki söyleyemeyeceğim. Yine umarım yanılıyorumdur.
Bu söyleşi için teşekkür eder, tüm okurlarınızı dostlukla selamlarım.
“Inscription for Confronting Turkish Racism” My 617 cm. long visual artworks clickable preview image which is being formed with 33120 words from turkish racist readers published supportive comments on turkish news portals in only 4 days after the racist attack against to kurdish Democratic People Parties (DTP) convoy in Izmir.
The amenable have been saying for years that a solution to the Kurdish question is Turkey’s number-one democratic issue.
It is not that other problems are secondary or unimportant, but the Kurdish question has spread around the country and spoiled the human, political, economic and social chemistry of Turkey by all means.
We have a historic opportunity, an incredible worksite ahead of us. The solution process is a litmus test for the entire country. This is a process turning all mindsets upside down and involving all people and institutions. An extremely sensitive, fragile yet hopeful process, this has the potential to carry the country into durable stability and a democratic atmosphere.
Those who see every single democratization move by Turkey as an attempt to ruin the Turkish nation-building process should see that the process is taking a completely different turn now. This is not, however, as they believe, a division or separatism, but a quest for a social contract to be shaped around a new Constitution.
This is what Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan means when he utters the words “national unity” when describing initiatives.
Turkey is now at the beginning of substituting an outdated model of unity with a new one. It will not be easy at all, and division may actually occur if this quest for a new model of togetherness does not work. Here is a link to artist Hakan Akçura’s blog on “Inscription for Confronting Turkish Racism,” where you can watch what may happen if.
[This link leads to my 617 cm. long visual artworks clickable preview image which is being formed with 33120 words from turkish racist readers published supportive comments on turkish news portals in 4 days after the racist attack against to kurdish Democratic People Parties (DTP) convoy in Izmir. HA]
More freedom for every citizen
The government’s wording of “democratic initiative” and Interior Minister Beşir Atalay’s statement regarding “more freedom for every citizen” are placing the target in the right direction and telling us about the dimensions of the works ahead of us.
What is meant by this is that difficulties that could emerge because of a perception that the initiative is limited to only one group of people should be overcome by future initiatives in all other problematic areas. Therefore, the initiative approach would influence all painful issues and all segments of society. This is, without doubt, an incredible worksite.
Although the Kurdish question is the main reason that has triggered the democratization process, limiting it to the Kurdish case only may affect the future of the Kurdish opening, not alone by causing unease elsewhere. You cannot expect empathy from a civil servant deprived of the right to strike, a non-Muslim who does not have citizenship rights, a student who fails to attend university just because she wears a headscarf, a man who cannot find a restaurant selling alcoholic beverages or an Alevi resisting conversion attempts to become a Sunni. And you cannot duly explain to any of these people the solutions to be found to the Kurdish issue.
Likewise, the government terming the atrocity that took place in Dersim years ago as the Dersim massacre cannot remain reluctant to address the great catastrophe Armenians faced in the past and still face today due to lack of justice.
An initiative that fails to entertain all individual freedoms cannot have a bright future; on the contrary, this could give some trump cards to those who are against all initiatives. In fact, the Republican People’s Party, or CHP, has already started to exploit the negative response given by the government to civil servants who demand the right to strike.
On the other hand, Kurdish politicians’ demands for regional freedoms may be misinterpreted in a country such as Turkey that gathers many different ethnicities and groups if devolution is not applied across the board. Not only Kurds, but people of all regions, need good governance and effective administration through decentralization and devolution. Thus the goal should be the removal of all obstacles and prohibitions.
The new mindset will touch upon all taboos not only inside, but also outside of the country. The hand reaching out to Armenia; the decision lifting visas to Syria, Albania and Libya; the claim behind the idea of embracing the entire world cannot consider the Armenian diaspora an eternal enemy, as Foreign Minister Ahmet Davutoğlu put it. Neither can it have close ties with Sudanese President Omar al-Bashir.
With the initiatives and new openings today, the Justice and Development Party, or AKP, unavoidably becomes the main actor in a mission to pave the way for Turkey, as well as the entire region. Groups questioning how a rightist conservative party can make so many changes should know that the politicians who founded the European Union were mainly Christian Democrats, not Social Democrats.
Initiatives are a turning point for Turkish politics, not only for the AKP, a point on which the CHP and the Nationalist Movement Party, or MHP, will shift to extremes and disappear eventually as the pro-Kurdish Democratic Society Party, or DTP, will have to become a political party of the whole country. The DTP should join the democratization process, but only if it manages to defend the rights of all people living in Turkey, not just of Kurds.
A historic opportunity and incredible worksite awaits us ahead.
Aşağıdaki metni her ne kadar bana hitaben yazmadıysanız da size bir cevap borçluyum. Yazıtla ilgili bölüm sansür değil, Vatan'da böyle bir uygulama yok. Ama tam olarak otosansür de değil. Yazılarımı yer hesabı yapmadan yazarım, ardından yerim ölçüsünde kısaltırım. Bu yazı için de aynı şey oldu ve kendi tasarrufumla yazıtla ilgili bölümü, başka birkaç cümle ile birlikte, ileride türk ırkçılığı ile ilgili kenarda tuttuğum bir yazıda kullanmak niyetiyle kestim. Yazılarımı yolladığım okur/dost grubuna ise her zaman olduğu gibi makalenin tamamını yolladım. Mesele bundan ibarettir. Ayrıca makalelerimin ingilizcesi ertesi gün Hürriyet Daily News gazetesinde yayımlanır. O mecrada yer sıkıntım yok ve yazıtınıza referans yerli yerinde duruyor.
Cengiz Aktar'ın bu ilginç makalesini önce DurDe! sitesinden okudum. Tanımıyordum. Benim cahilliğim. Kimdir, diye araştırınca Vatan yazarı olduğunu öğrendim. O zaman da bu makalenin gazetede yayınlanıp yayınlanmadığını merak ettim. Buldum, iki gün önce yayınlanmış. Ama tek bir cümle eksiğiyle... Benim yazıtımdan sözettiği cümle... Altta kırmızıyla çizili.
Sorum tek: Neden?
İlk ihtimal, o cümlenin Vatan yönetimince silinmiş olması ve Aktar'ın bu sansüre boyun eğip, yazının eksiksiz halini DurDe'nin sitesinde yayınlaması. İkincisi, Aktar'ın o cümlenin, "Vatan'da yayınlanmaması gereken ama DurDe sitesinde yayınlanası" olduğunu düiünmesi. İkisi de kötü ama ilkini yeğlerim. O sansür demek çünkü. İkincisi otosansür.
Aklı başında olanlar onyıllardır Kürt meselesinin çözümünün Türkiye’nin önündeki öncelikli demokrasi sorunu olduğunu söyler dururdu. Diğer meselelerin ikincil veya önemsiz olduğundan değil. Kürt meselesinin boyutları bütün ülkeyi kuşatmış olduğundan. Beşerî, siyasî, iktisadî, içtimaî her anlamda ülkenin kimyasını bozduğundan.
Önümüzde tarihî bir fırsat, muazzam bir şantiye var. Açılımlar, ülke çapında bir turnesol kağıdı. Bilinçlerin altını üstüne getiren, hiçbir kişi ve kurumu ilgisiz bırakmayan, bırakmayacak bir süreç bu. Son derece nazik, kırılgan ama bir o kadar da umut vadeden, ülkeyi reşit bir demokrasiye ve kalıcı bir istikrara taşıma potansiyeli olan bir süreç bu.
Her demokratikleşme hamlesini Türk uluslaşma sürecini yolundan çıkaracak girişimler olarak algılayanlar, bu sürecin artık bambaşka bir mecraya girdiğini görmeliler. Ama sandıkları gibi parçalanma demek değil yeni anayasada vücud bulacak bir toplumsal kontrat arayışı bu. Başbakan’ın, açılımları tarif ederken ‘millî beraberlik’ten kastettiği de bu.
Türkiye artık tefessüh etmiş beraberlik modelinin yerine bir başkasını ikame etme sürecinin başında bulunuyor. Hiç kolay olmayacak, ama olmazsa esas o vakit parçalanma gündeme gelebilir. Sanatçı Hakan Akçura’nın Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı'nı adresinde ibretle inceleyebilirsiniz.
Herkes için daha fazla özgürlük
Hükümetin ‘demokratik açılım’ tanımı ve İçişleri Bakanı’nın ‘her yurttaş için daha fazla özgürlük’ açıklaması hem hedefi doğru koyuyor, hem önümüzdeki şantiyenin boyutlarını söylüyor.
Bundan kasıt açılımın tek bir grup ile sınırlı kaldığı hissinin yaratacağı sıkıntının tüm diğer açılımlarla bertaraf edilmesi ve böylece açılım yaklaşımının tüm kesimlere tesir etmesi. Bunun muazzam bir şantiye olduğu konusunda şüphe yok.
Kürt meselesi genel demokratikleşme sürecinin ana tetikleyicisi olsa da açılımın bu meseleyle sınırlı kalması, sıkıntının ötesinde Kürt açılımının da bekasını etkiler. Grev hakkından yoksun memura, vatandaşlık haklarından men edilmiş gayrimüslime, üniversiteye türbanla giremeyen öğrenciye, içkili lokanta bulamayana, sünnîleştirmeye direnen Alevîye, nükleer ve barajdan bunalmış çevreciye Kürtlerin sorunlarına bulunacak çözümleri anlatamaz, onların empatisini sağlayamazsınız. Keza Dersim’de yaşanan zulme gerektiği gibi Dersim Katliamı diyen hükümet Ermenilerin yaşadığı, adalet zaafından ötürü de yaşamaya devam ettiği Büyük Felâket’e duyarsız kalamaz.
Bireysel özgürlüklerin tümünü kucaklamayan açılımın akıbeti iyi olmaz, açılım karşıtlarına koz verir. Nitekim CHP kamu çalışanının hak talebini ve buna verilen fevrî cevabı sömürmeye başladı bile. Diğer taraftan, Kürt siyasetçilerinin talep ettiği bölgesel hakların sadece Kürt bölgelerine uygulanması Türkiye gibi çok farklı kimliklerin toplandığı bir coğrafyada yanlış anlaşılır. Çünkü sade Kürtlerin oturduğu bölgelerin değil tüm bölgelerin adem-i merkezî yapılara, iyi ve etkin yönetime ihtiyacı var. Amaç tüm engel ve yasakların kalkması olmalı.
Yeni zihniyet, içeride olduğu gibi dışarıda da tüm tabulara değecektir. Ermenistan’a uzanan elin, Suriye, Arnavutluk, Libya’ya vizeyi kaldıran iradenin, dünyalara kucak açan iddianın sahibi, Dışişleri Bakanı’nın dediği gibi Ermeni diyasporasını ilelebed düşman farzedemez, Sudan’da el-Beşirle düşüp kalkamaz, Yunan dünyasıyla yaşanan karşılıklı eziyetleri tek taraflı ele alamaz.
Bugün AKP, başlattığı hamle ve açılımlarla, kendisini ister istemez tüm Türkiye’nin ve belki tüm bölgenin önünü açma misyonunun baş aktörü haline getiriyor. Muhafazakâr ve sağ bir partinin bu kadar değişime nasıl imza atacağını sorgulayanlar AB’yi inşa eden siyasetin de sosyal demokrat değil hıristiyan demokrat olduğunu bilmeli.
Açılımlar AKP’nin olduğu kadar tüm siyasetin dönüm noktası. CHP/MHP’nin siyasî yelpazede uçlara yerleşerek eriyeceği, DTP’nin ise bir Türkiye partisi olmasını dayatan bir dönüm noktası. DTP’nin bu süreçte yerini alması elzem; ama bunun koşulu salt Kürtlerin değil tüm Türkiyelilerin hakkını savunabilmesi.
Önümüzde tarihî bir fırsat, muazzam bir şantiye var.