10.1.12

Kurumlar Arasında: Sanat, Sansür ve Güçler Dengesi


(Arzu Yayıntaş'ın, daha önce bloguma da taşıdığım ve nesnel, özenli karakterini önemli bulduğum, 7 Ocak 2011'de Bianet'te "Sanat, Sansür ve Güçler Dengesi" başlığıyla yayınlanan yazısının kısaltılmamış hali... Açık Masa'dan alınmıştır.)



Sanat Dünyası 2011'i sansür ve İstanbul Modern tartışmaları ile kapattı.  Sermayenin sanat üzerindeki baskısının gittikçe arttığını ortaya koyan bu olay, bugüne kadar konuşulmayan birçok konunun tartışılmasına vesile olurken sanat dünyasında ortak demokratik bir eleştiri platformunun gerekliliğini ortaya koydu. Bunun için de öncelikle sürecin ve bu olayda taraf olan kişilerin ve kurumların durumu ele alışlarının analiz edilmesi gerekir. 


Sürecin Özeti 


Süreç, İstanbul Modern’in eğitim programına finansal destek oluşturmak için yapacağı “Gala Modern” isimli müzayede gecesinde satmak üzere sanatçılardan bağış istemesi ile başlıyor. Müze sanırım sanatçılara, sanat eseri olmasını şart koşmayıp, sanatçılardan imzalarını taşıyan satılabilir bir katkı istemiş çünkü basında yayınlanan bilgilere göre satışa sunulan eserler çeşitlilik gösteriyor. Müzayedeye, resimleri ve rekor kıran satış rakamları ile tanınan Taner Ceylan “1881” isimli çalışmasına göndermesi olan bir fes ile Kutluğ Ataman ise imzasını taşıyan sınırlı sayıda üretilen bir çanta ile katılmış. Müzayedeye ve eserlerin özgünlüğüne gölge düşüren olay ise, Bubi Hayon’un eserinin “Gala Modern” gecesinden müze tarafından çekilmesi oldu. Bubi Hayon küratörlerle karşılıklı görüşmeler üzerine, müzayede için bir koltuk üretmeye karar vermiş ama son dakikaya kadar küratörlerden küçük bir detayı saklamış: Koltuğa yerleştireceği oturağı. Küratörler bunu görünce konsepte uygun değil diyerek (Bubi’nin açıklamasına göre ise “bu satmaz” diyerek) işi müzayedeye almamışlar.  


Buraya kadar ki süreci herkes detayları ile öğrendi (Gerçi müzayedeye katılan diğer sanatçıların hiçbir açıklama yapmaması nedeniyle hikâyede hala eksik kısımlar var), ama aslında sanat dünyasının tepkisinden oluşan bundan sonraki süreç çok daha önemli çünkü birçok tartışmaya ışık tutma, değişime kapı açma ihtimali var. Bubi’nin açıklamasına sanat dünyasından ilk anda bir tepki gelmedi ama sanatçılar ve küratörler arasında sosyal medyada bir tepki verilmesinin gerekliliği tartışılmaya başlandı. Bunu takiben AICA yönetimin müzayededen 12 gün sonra yaptığı basın açıklamasında durumu, “sanatçı ile müze arasında üretilen iş hakkında anlaşmazlık çıkmış” şeklinde tanımlayarak durumun sansür olmadığını açıkladı ve “kurumlar ile sanatçılar arasında sağlıklı bir iletişimin sağlanmasının, projenin çerçevesinin detaylandırılmasının, bu detaylar üzerinde taraflarca yazılı mutabakata varılmasının ve tarafların karşılıklı haklarını koruyacak yazılı anlaşmaların gerekliliği açıktır” diyerek gelecekteki ilişkiler için her iki tarafa da nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği konusunda yol göstermeyi tercih etti. Aynı gün UPSD yaptığı basın bildirisinde sansürü ““sanatçı ve onun eserini topluma taşıyacak mecranın, yani müze, galeri, yayın, görsel “sunum anlaşması” yürürlüğe girip, yapıt halkla doğal akışında buluşacakken yapılan dış müdahalenin adıdır” diyerek tanımlayıp, “Yani bir hükümet, bir içişleri bakanlığı, bir kültür bakanlığı, bir belediye bir esere müdahale edip ‘sakıncalı’ yargısı ile toplumda buluşmasını engellediği zaman bir sansürden söz edilebilir”  açıklamasını yaparak müzeyi akladı. Sosyal medyada tartışmalarını sürdüren sanatçı ve kültür sanat çalışanlarının, UPSD ve AICA’nın sanatçının özerkliğini yok sayan, sermayeye teslimiyetini onaylayan ve kurumu koruyan  açıklamalarından rahatsız olmasıyla, ortak imzaya açılacak bir metin aciliyet haline geldi. Bunun üzerine İsveç’te yaşayan bir sanatçı Hakan Akçura, “Sansürün Koşullu’suna da ‘doğası ticari yaşama uyanı’na da hayır!” başlıklı bir metin hazırlayarak imzaya açtı. Akçura yaptığı bu öncülükle bir tıkanmışlığı çözerek, oldukça önemli bir adım atmış oldu. Metnin dilinde eleştirdikleri birçok şey olsa da sanat dünyasından ortak bir tepkiyi desteklemek adına yaklaşık 100 kişi bu metnin altına imzalarını attı ve metin 26 Aralıkta basınla paylaşıldı. Daha sonra metin change.org sitesinde daha kapsamlı bir imza kampanyasına dönüştü ve 200’den fazla kişinin daha imzası buna eklendi. 


Hemen ertesinde İstanbul Modern’de programda yer alan sanatçı konuşması, Mürüvvet Türkyılmaz’ın ve Seda Hepsev’in müdahalesiyle  sansürün tartışılacağı bir platforma dönüştürüldü. Evrim Altuğ’un moderatör olduğu bu konuşmada, izleyicilere de söz verilerek kamusal–özel ayrımından, çağdaş sanat dünyasındaki güç ilişkilerine, sansürün tanımına, AICA ve UPSD'nin konumlarına ve sermaye güç ilişkilerine kadar birçok konunun tartışılmasında ilk adımlar atıldı ve bu tartışmaların, fikir paylaşımlarının sürekliliğinin sağlanılmasının gerekliliğine vurgu yapıldı. Oturumun sonunda “Hayal ve Hakikat” sergisi sanatçılarından Selda Asal, Atılkunst, İnci Furni, Leyla Gediz, Gözde İlkin, Ceren Oykut, Neriman Polat, Ekin Saçlıoğlu, Güneş Terkol ve Mürüvvet Türkyılmaz her türlü sansüre karşı olduklarını belirterek sergiden çekildiklerini açıkladılar. UPSD, imzacıların metnine cevap vermede bu sefer daha hızlı davranarak hemen ertesinde ortak metni imzalayanları çıkarcılıkla suçlayan ve bu ekip ruhunu, İçişleri Bakanının demecine de aynı tepkiyi verebilecek misiniz diyerek eleştiren bir metin yayınladı. Metinde UPSD başkanı Bedri Baykam, imzacılardan biri olan küratör Vasıf Kortun ile kendi arasında geçen bir diyaloğu örnek göstererek, imzacı küratörleri neyi imzaladıklarını bilmedikleri ile itham edip tartışmanın aksını kaydırmaya çalıştı. Tüm bu tartışmalar süresince sessiz kalan İstanbul Modern, sonunda sessizliğini bozarak tartışmaları “şaşkınlıkla” izlediklerini belirterek üstten bakan bir açıklama yaptı ve olayı tartışmaya açmaktansa “seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da kuruma aittir” diyerek düzenin bu şekilde devam edeceğini belirtti. Tepkileri ne yazık ki bununla kalmadı, Levent Çalıkoğlu ve  Leyla Gediz  arasındaki özel yazışmalar basın ile paylaşılarak, sanatçıların üzerindeki baskının kişisel düzeyde de devam edeceği sinyali verildi. Bu süreçte birçok sanatçı ve sanat çalışanı sessiz kalmayı tercih etti. 


Bunların birçoğu Levent Çalıkoğlu’nun son müdahalesindeki gibi kişisel düzeyde ilerleyen tacizlerden ağzı yanmış olduğu ve tartışmanın sağlıklı ve yapıcı bir şekilde ilerleyemeceğini düşündüğü ya da daha önce sermaye ve müze ile bu tip ilişkilere girmiş olduğu için sessiz kaldı. Ama müzayedeye katılmış olan diğer sanatçıların sessizliği bu süreçte en çok sorgulanan sessizlik oldu. 

Bubi ve İstanbul Modern arasındaki bu tartışmanın son noktada özel mesajların basınla paylaşılmasına gelinmesi, sanat dünyasının tartışma ortamı yaratmada, Bedri Baykam’ın tabiri ile ekip ruhu kurmada pratik eksikliği olduğunu gösteriyor. Buradan hareketle İstanbul Modern’deki oturumdan çıkan temenninin, yani bugünün sanat dünyasının bir eleştirisinin ve analizinin yapılacağı, tartışmaların sürdürüleceği ortak bir platformu kurmanın ve sürdürmenin ne kadar önemli olduğunun bir kere daha altının çizilmesi gerekiyor. Bu olay, sansür tartışmasının yanı sıra birçok farklı konunun da gündeme gelmesine vesile oldu. Bu konuların üzerini örtmek yerine tartışmayı farklı başlıklar üzerinden sürdürmek, İstanbul Modern ve Bubi tartışmalarında taraf olmuş kurumların masaya yatırılması, sanat-sermaye ilişkilerinin düzlemlerinin tanımlanması bir gerekliliktir. Bu tartışmaların ilk adımı Açık Masanın girişimi ve sansür vakalarını araştıran SiyahBant platformunun katılımıyla, “Sanatta ifade özgürlüğü, sanatçı hakları ve sansürle başa çıkma stratejileri” başlığı altında yapılan toplantı ile atılmış oldu. Bu oturumlar sürdürülebilirse önemli açılımlar sağlanabilir. 

İstanbul Modern’in uyguladığı sansürde  taraf olmuş kişilerin ve kurumların tepkilerinin bir analizi, bu tartışmalara bir zemin hazırlayabilir. 


1- Sanatçılar, Sanat Çalışanları ve Tepkisizlik  


Bubi olayına tepki vermekte sanat dünyasının yavaş kalmasının sebebi nedir? İlk olarak aslında belirtmek gerekir ki, yavaş gelen tepki, ani gelen tepkiden çok daha iyidir çünkü düşünülerek, tartışılarak verilmiştir. Ama İstanbul Modern’in sansürüne toplu bir tepki vermemiz  on günden fazla sürdü ve bu geçen sürede herkes bunu sorguladı. Bunun  sebebi duruma tepkisizlik değil,  aslında pratik eksikliğimizdi yani daha önceki olaylara genel bir tepkisiz olma halimizden kaynaklandı. Yakın zamanda gerçekleşen birçok sansür olayına, hatta bir heykelin ucube damgası ile kafasının uçuruluşuna bile ortak bir tepki vermede zorlanan sanat dünyasının bu olayda bir araya gelmesi oldukça önemli çünkü ortak hareket etmenin gücünü kavramak aslında başkasının tepki vermesini beklemenin gereksizliğini ve işlevsizliğini ortaya koydu. Kişisel ilişkilerdeki gerginliklerin, özerkliğin geri kazanılması ve sermayenin baskısına karşı  mücadelede, geri plana atılması gerekliliği gündeme geldi. (Kişisel görüşüm bu gücün keşfinde  %99 hareketinin de ilham verici olduğudur.) 
Sanat dünyasının haklarını arama mücadelesinde aslında aktivistlerden, sürecin demokratik bir yapıda ortak bir şekilde sürdürülmesi konusunda öğreneceği çok şey var çünkü sanat dünyası egoların oldukça baskın olduğu bir ortam ve bu anlamda da kendi kendine de baskı uygulayan bir ortam. 


Baskılara ve uygunsuzluklara karşı, ortak bir bildiri hazırlayarak yada eylem ile hızlı bir tepki verme ancak ortak bir platform oluşturma ve sürekli iletişim ile mümkün kılınabilir. Sanatın finansallaşması, sermayenin kontrolü ele geçirmesi, sanatla uğraşmanın bir kariyere dönüşmesi, sanatçıların ve küratörlerin rekabetçi bir ortama ve küresel dünyanın üretim hızına yetişmek için sürekli üretmeye zorlanması ve sanatın markalaşması bizi bugünkü geldiğimiz konuma getirdi. Aşırı üretimden, yüzeysel ve rekabetçi ortamlardan yorulan, yıpratılan sanat dünyası, bu yaşanan olay ile bir durum analizi yapma şansını yakalamıştır. Bugüne kadar sanat ile uğraşan kesimin birçoğu, ben de dâhil olmak üzere sermaye ile işbirliği içinde projeler yaptı. Bugün geldiğimiz bu düzende bunu ret etmek neredeyse imkânsız ama gücümüzü yadsıyarak bu ilişkiyi tamamen bir teslimiyete çevirmek büyük bir hata olur. Türkiye’de çağdaş sanatta özellikle son beş yılda hızlı, dolayısıyla sağlıksız bir sıçrama, diğer bir deyişle patlama oldu. Bu kadar hızlı bir büyümenin sağlıklı bir yapı oluşturması tabi ki imkansiz, bu sebeple kolektif bir bilinç ile içinde bulunduğumuz sanat sisteminin eleştiriye, tartışmaya açılması bir gerekliliktir. 


Şu anki geldiğimiz konumda çağdaş sanat büyük ölçekli, sterilleşmiş kurumlara ve galerilere kalmış durumda. Orta ve küçük ölçekli alternatif oluşumlar yok olmaya yüz tutmuş ve inisiyatifler yada bağımsızlar ise görünürlük kazanmada zorlulanıyorlar. Burada ihtiyaç olunan aslında sanatçılar, eleştirmenler ve küratörler arasında ortak bir eleştirel platform kurulmasıdır böylece eleştiriler kişisel ilişkilerin baskısı ile buharlaşmayacaktır. 


2- Güç Dengeleri  


Bu eleştirel platformun kurulabilmesi için sistem içindeki güç dengelerinin, kapı tutucuların, kurumların kapsamlı bir analizinin yapılması ve ilişkilerin deşifre edilmesi gerekmektedir. Baskı uygulayıcı, kimi zaman sermaye sahibi, kimi zaman küratör, kimi zaman da sanatçının kendisi oluyor ve bu baskı yöntemleri, psikolojik, finansal, duygusal ve toplumsal olarak çok farklı düzeylerde ve şekillerde gerçekleşebiliyor. Güç sevicilik ve gücünü kullanma her alanda olduğu gibi sanat alanında da var. Kurumların başındaki kişiler, sanatçılar ya da bağımsız sanat çalışanları belirli ilişkilerini kullanarak ya da en basitinden dedikodu çıkarma yoluna başvurarak birçok kişinin önünü kapatma ya da projeleri baltalama şansına sahip. Objektif bir bakış imkansız bir şey ama hem kurumsal hem de kişisel ilişkiler de şeffaflaşma talebi ile daha sağlıklı bir duruş sergileme şansımız var. Bu bağlamda Bubi olayında rol alan kurumların tutumlarının bir analizinin yapılması güç dengelerinin çözümlenmesinde faydalı olabilir. 


A -İstanbul Modern Müzesi 


Türkiye’nin ilk ve tek çağdaş sanat müzesi. Istanbul Modern, kuruluşu bakımından kurumsal protokolleri takip etmemesi ve müze küratörlerinin seri istifaları nedeniyle bugüne kadar birçok tartışmaya konu olmuştu ama bunlardan hiçbiri bu kadar ciddi bir boyuta taşınamamıştı. Bu son sansür olayı aslında İstanbul Modern’i bir yol ayrımına getirdi: Sanat dünyasının ve sanatçıların taleplerine dinleyip onların meşruiyetini kazanmaya mı çalışacak yoksa onları yok sayıp sadece bir sermaye kurumu olarak mı kalmayı tercih edecek ? Aslında müzenin yönetim kurulu başkanı Oya Eczacıbaşı yaklaşımını “Sanat işletmesinin herhangi bir işletmeden farkı yok aslında. Sadece ürün olarak sanat yapıtları var” açıklamasında açıkça ortaya koymuş durumda. Art+Auction Dergisinin sanat dünyasında gücü elinde tutan kişiler arasında seçtiği Oya Hanım’ın bu duruşu çok da şaşırtıcı değil. Burada asıl önemli olan müzenin küratörlerinin sanatı nasıl konumlandırdığı ve sanat dünyasının meşruiyetine ne kadar önem verdiğidir. Müze tepkiler üzerine yaptığı açıklamada, tartışmaları “şaşkınlıkla” izlendiğini belirten kibirli ve üstten bakan bir yaklaşım takınmıştır ve tartışmalara cevap vermektense “seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da kuruma aittir” diyerek düzenin bu şekilde devam edeceğini belirtmiştir. Burada sorulması gereken sorulardan biri müzenin neden müzayedecilik görevini üstlendiğidir ve bu müzayedelerin ne zaman başladığı ve devam edip etmeyeceğidir. Müzayede düzenleyen, eser satan bir kurumun galeriden ne kadar bir farkı vardır ve nasıl ilişkiler ağı içerisinde müzede sergilenecek eserler seçilmektedir? Müzenin açıklamasını müzayedelerin süreceğinin ve sanatçılara baskı ve sanat eserlerinde ısmarlama yapısını sürdüreceğinin bir ifadesi olarak alırsak, bu aslında artık bir çağdaş sanat müzemizin kalmadığının ya da aslında hiç olmadığının bir açıklamasıdır. 


Müze – müzayede ilişkilerini bir kenara bırakıp müzayedenin yapılışını ele alırsak, sanatçılardan Garanti sponsorluğunda gerçekleşen eğitim departmanı için neden bağış yapması istendiği ve sanatçıların böyle bir teklifi neden kabul ettiği anlaşılır bir durum değildir (güç ve market ilişkileri düşününce aslında kısmen anlaşılabiliyor). Ayrıca bir küratörün, bir eseri bu satmaz diyerek müzayededen çekmesi, sanatçının fikrine, özerkliğine değer vermeyip kendini sanat pazarında otorite ilan etmesi kabul edilemez bir tutum. Sanırım bu güç, İstanbul Modern’in düzenlediği ‘Sanat Koleksiyonerliği’ seminerlerinden ortaya çıkan bir otoriteden, güvenden geliyor. İşin ironik tarafı sanatçılardan bağış toplanan bu eğitim departmanının koleksiyonerlik seminerlerinin de vermesi. Belki de müzayedenin potansiyel alıcıları bu seminerlere katılmış olan kesim olarak kurgulanmıştı. 


Bu süreçte kurumun küratörü süreci iyi idare edemedi. Müzenin sessiz kalmak yerine, bir müzeden beklenen şekilde demokratik bir tavır takınıp, durumu tartışmaya açması ve süreçte bazı yanlışlıkların yapıldığını kabul edip özür dilemesi birçok şeyi değiştirirdi ve kuruma  meşruiyetini geri kazandırabilirdi. Ama ne yazık ki bu ülkede yetkililerin hatasını kabul etmesi, özür dilemesi neredeyse imkânsız. Levent Çalıkoğlu bu tartışma sürecini, Leyla Gediz ile olan özel bir yazışmasını medya ile paylaşarak dolayısıyla küratör- sanatçı ilişkisinde güç politikalarına farklı bir katman ekleyerek bitirdi. 


B – UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) 


Sanatçıların haklarını korumak için kurulmuş olan bir dernek olan UPSD’nin  kurumu koruyan, imzacılara üstten bakan ve sermaye-küratör-müze ilişkilerinde kendini otorite ilan eden bu tutumu, derneğin gücünü nereden aldığı ve kimi temsil ettiğinin tartışılması gerektiğini ortaya koydu. Derneğin web sitesine baktığımda 1913 sayılı, bu bir sansür değildir, küratörün kararıdır diyen ilk açıklamalarını bulamadım, sitede sadece derneğin imzacılara bir tepki olarak yayınladığı 1918 sayılı bildiri yer alıyor. Bu metinde yaşanan süreci “İstanbul Modern nezdinde bir “Levent Çalıkoğlu’nun kellesini” talep etme yarışı” olarak tanımlayarak,  “bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, o kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler” deyip eleştirel sesleri çıkarcılıkla suçlayıp tartışmayı bastırmaya çalışıyor. UPSD’nin eleştirileri, tartışmaya açmak ve bunu bir ortak platforma dönüştürmek yerine saldırganlığa varacak (Vasıf Kortun özelinde bu kişisel boyuta da taşınmış) bir şekilde kestirip atması akıl alacak ve de demokratik bir yapıda kabul edilebilecek bir durum değil. Bu durumda bu derneğin meşruluğunun ve kimi temsil ettiğinin de tartışılması gerekiyor. UPSD’ye üye olan sanatçılar, bu şekilde otoriter bir yönetim tarafından temsil edilmeyi kabul edibiliyorlar mı? Sanatçıların hakları için kurulmuş bir derneğin, sanatçıların itirazlarına, yorumlarına kulak kabartmayıp, sansür tanımında ve sermaye-küratör-müze ilişkilerinde nasıl kendini otorite ilan edebilir ? UPSD tartışmaları, Bubi’nin dernekten istifasına ve basına verdiği röportaja “Artık rahatlayabilirsiniz, istifanız yürürlüğe konmuştur.” şeklindeki oldukça profesyonel bir dilde olan yanıtı ile sonlandırmıştır. 


C- AICA 


AICA’nın aslında süreci en demokratik yürüten kurum olduğunu söyleyebiliriz. Yani kötünün iyisi. Her ne kadar bu sansür değildir şeklinde kesin bir açıklama yapıp bu yaklaşımlarını şiddetle savunsalar da, İstanbul Modern’deki oturuma gelip, diğer katılımcılar ile birlikte  konuyu tartıştılar. Duruma daha yapıcı bir yaklaşımla yaklaşıp, sanat kurumlarının yapısının ve sanat-sermaye ilişkilerinin tartışılmasını desteklediklerini söylediler. Yaptıkları açıklamanın tüm AICA üyelerinin kararı olmadığını, yönetim kurulunun kararı olduğunu ve diğer üyeleri bağlamadığını söylediler. Bu aslında açık bir yapısı olduğunu gösterse de yönetim kurulu üyelerinin AICA adına açıklama yapma meşruiyetinin olup olmadığını tartışılır kılıyor. Yönetim kurulu üyelerinden birinin, toplantıda sosyal medyada sanatçılar arasında dönen tartışmaları uygunsuz olarak nitelendirip, diyaloğun gücünü ret etmesi ise AICA’nın nasıl bir platform olduğunun sorgulanmasını bir gereklilik kılıyor. 


Her üç kurumda, şiddetle imzacıların sansür saptamasına karşı çıkıyor ve kendisini sanatın ve sanatçının üzerinde bir otorite olarak görüyor. Oysaki bu kurumlar güçlerini sanatçılardan, onların güveninden alıyor. Kurumlar bunu hak etmedikleri zaman bir geçerlilikleri kalmıyor. Bu yaşananlar nezdinde İstanbul Modern, UPSD ve AICA’nın duruşlarını, kimi temsil ettiklerini, neye hizmet ettiklerini gözden geçirmeleri ve sanatçılar ve sanat çalışanları ile olan ilişkilerini yeniden konumlandırmaları bir aciliyet içermektedir.   


D- Koleksiyonerler 


Tartışmalara taraf olmuş kurumları takiben, müzayedeye katılan koleksiyonerlerin durumunun da bir gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü burada aslında onlar da muğlak bir pozisyona sokulmuş durumda. Bubi’nin eserine kurumun bu kadar müdahale etmeye çalışması, müzayedede yer alan diğer eserlerin özgünlüğü, ne kadar sanatçının ne kadar kurumun imzasını taşıdığı tartışılır hale getirdi. Bu eserlerin, sanat piyasasındaki fiyatlarında bu durum belirleyici bir rol oynayacaktır. Zaten baktığımızda da, sanatçıların bir kısmının kendi çizgilerinden uzak yada bir eserdense, bir tasarım objesi bağışladığını görüyoruz. Müzayedeye düşen bu gölge ile koleksiyonerlerin bundan sonra daha dikkatli adım atmaları gerektiği ortaya çıkmış oldu. Aslında ironik bir şekilde, belki de bu müzayededen fiyatı artacak olan tek eser, Bubi’nin koltuğu olacak. Bunun yorumunu piyasanın uzmanlarına bırakmak daha doğru olur.  


Sonuç ve Kazanımlar: Ortak bir Platform 


İstanbul Modern’in uyguladığı sansürüne verilen tepkiler, sanatçılar ve sanat çalışanlarının uzun zamandır ortak bir tartışma ortamının, bilincin oluşmasının ihtiyacını duyduklarını ortaya çıkardı. Önemli olan “bugüne kadar neredeydin, niye diğerlerini eleştirmedin” diyerek kişisel saldırılar ile uyanan bu gücü yıpratmak yerine, çağdaş sanat sistemindeki güç dengelerini sorgulamak, sanat eserinin metalaştırılmasına karşı neler yapılabilineceğini ve ortak bir bilinç kurmanın olanaklarını araştırmaktır. Bunun için de Açık Masa’nın, SiyahBant Platformu’nun katılımı ile organize ettiği, İstanbul Modern’de yapılan oturumun bir devamı niteliğinde olan tartışma toplantılarına katkıda bulunmak ve devamını sağlamak önemli. Yeni bir platform kurulmaktansa, Siyah Bant’ın kurduğu platform kapsamında bu örgütlenmeyi gerçékleştirmek, hem var olan bir oluşumu desteklemek hem de egoların devreye girmesini engellemek açısından işlevsel olabilir. 

Bu olayda, zaman içinde unutulup giderse, ne yazık ki artık sermayeden bağımsız bir sanattan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Baskılar ile başa çıkmanın tek yolu içinde bulunduğumuz sanat sisteminin ve sistem içindeki güç dengelerinin, kurumların kapsamlı bir analizinin yapılması, eleştiriye ve tartışmaya açılması ve daha fazla şeffaflık talep ederek birlikte hareket etmektir.

No comments: