27.1.12

İstanbul Modern'in sansürüne tepkimizi izleyen gelişmeler (4)








Mimesis Haber

Taldans İstanbul Modern’de düzenleyeceği atölyeyi, sansüre karşı eylem yapan sanatçılara destek olmak amacıyla iptal etti

Taldans, İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin “Sizin Perşembeniz Sanatçı Atölyeleri” kapsamında düzenleyeceği atölyeyi “süregelen sansürle ilgili tartışmalar nedeniyle ve sansüre karşı eylem yapan sanatçılara destek olmak amacıyla iptal ettiğini” duyurdu.

Mustafa Kaplan ve Filiz Sızanlı tarafından kurulan bir sanatçı oluşumu olan Taldans’ın yürüteceği ücretsiz atölye, 19 Ocak 2012’de, yirmi katılımcıya açık şekilde düzenlenecekti.  Atölyede, beden ve hareket kavramlarına odaklanılacak; mekân algısı, boşluk, doluluk ve bir durumun analizi üzerine araştırma ve doğaçlama çalışmaları yürütülecekti.



Destek, bağış ve katkı dışarıdan müdahale hakkı veriyor

Beral Madra


18 Ocak 2012, Birgün    


Robert Newman ‘Guardian’daki yazısında (20 Aralık) İngiltere’nin dört kültür ve sanat kurumunu (Tate, National Portrait Gallery, Royal Opera House, British Museum) “demokrasimizin katedralleri” olarak adlandırıyor ve neden Büyük Petrol ile “yatağa girdiklerini” sorguluyor. “Sanat, insanların dünyaya başka türlü bakmalarını sağlar, ama bu bakış şirketlerin denetimine giriyor” diyen Newman, özellikle BP’nin bu kurumlara 10 milyon pound vererek çevreye zarar eylemlerini normalleştirdiğini vurguluyor. Bu kurumlar sanat yapıtları aracılığıyla toplumun demokrasiyi içselleştirebildikleri alanlar oluşturuyor. Ancak şirketler demokratik kurumlar değil, büyük iktidar blokları ve toplumsal yaşamın merkezine nüfuz ettikçe, özgürlüklerimizi ve dünyadaki konumumuzu çıkmaza sokuyorlar, diyor Newman.


Yazı İstanbul Modern, sanatçılar, sanat STK’ları ve uzmanları arasında sanal ve gerçek ortamdaki İstanbul Modern merkezli tartışmaları adeta özetliyor. Yerel sanat ortamında bu ve benzeri konu ve sorunlar yeni değil; yıllardır konuşuldu ve yazıldı.


Basında çıkan yazılardan birinde “Türkiye’nin Modern Müzesi” diyor yazar İstanbul Modern için. Bu müzeye Türkiye’nin Modern Müzesi demek bu müzeye çok ağır ve altından kalkamayacağı bir işlev yükler; Türkiye henüz Modernizmi ile yüzleşip hesaplaşamadığı için…


İstanbul Modern, Türkiye’de bir özel şirket/vakıf koleksiyonunun sergilendiği, geçici sergiler de düzenleyen, uluslararası modellere öykünerek bir ölçüde toplum hizmeti de veren bir özel koleksiyon müzesi. 1990’da özel sektör ve siviller arasındaki geniş bir mutabakatla başlayan girişimlerin sonucu olarak büyük umutlarla ancak 2000’lerde açıldı.


ADI İLE KAMUSAL HAK YARATIYOR


“İstanbul’u Markalaştırma” projesinde özel sektör müzelerinin karşısında başka seçenekler yok! Bir an, Pera Müzesi, Sabancı Müzesi, İstanbul Modern, Salt, Arter, Borusan, Proje4L vs gibi özel müzelerin olmadığını düşünün, İstanbul bir kültür çölüne dönüşür. Yerel yönetimlerin 2000’den bu yana kurdukları mermer ve granit kültür sanat merkezleri siyasal eğilimlere bağımlı yönetim ve programlarıyla İstanbul’u uluslararası kültür sanayisinde temsil edemiyor -bu merkezlere yapılan kamusal yatırım, özel sektör yatırımlarını ikiye veya üçe katlayan yatırım olsa bile. İstanbul 2010 sürecinde bu ilçe kültür merkezlerinin kalkınması için 18 ay seminer verildi, iki yıl boyunca ‘Taşınabilir Sanat’ başlığı altında çağdaş sanat sergileri düzenlendi. 2010 sonrasında bu merkezlerin yönetiminde bir değişim beklenirdi; ancak görünürde böyle bir şey yok!


Tek seçenek olmaları özel sektör kurumlarının ‘mükemmel’ oldukları anlamına gelmiyor. Bu müzeler şirketlerin ekonomik çıkarları ve kârları için gerekli ‘halkla ilişkiler ve tanıtım’ ve ‘toplumsal sorumluluk’ bağlamında işletiliyor. Bu işletmelerin, diğer ekonomik işletmelerden farkı giderlerinin çok gelirlerinin az olması! Bu müzeler şirketlerin imajını parlatmak için kurulurken, aynı zamanda topluma hizmet sözü de veriyor; kamusal bir işlev yükleniyor. Ne ki yol boyunca bu özveri kolay katlanılır bir özveri değil! Topluma hizmet verme özelliği her yönden kullanılmaya başlıyor: Önce devlet ve yerel yönetim desteği isteniyor, sonra başka şirketlerin desteği isteniyor, nihayet sıra yapıtlarını satmaktan başka seçenekleri olmayan sanatçılara geliyor…


Ne ki, destek, bağış ve katkı bu özel müzeye bir şekilde dışarıdan müdahale hakkı veriyor ya da Newman’ın kamusal müzeler için tanımladığı gibi, bu özel müzeler de aldıkları bu katkıların karşılığında öyle ya da böyle bir demokratik bir alan yaratmak gibi bir sorumluluk yüklenmiş oluyor! İstanbul Modern, diğer özel sektör kurumlarına göre, sürekli devlet ve sponsor desteği almakla dikkati çekiyor. Bu durum kamusal bir beklenti yarattığı gibi, özel müzelerin bu çelişkili konumları açısından belirgin bir örnek oluşturuyor.


20. yüzyıl sanat ve kültürü için bir kamusal müzeler kuramamış bir ülkede, özel bir koleksiyon müzesinin kamusal varlıkları kullanması da kamusal sorumluluk içerir. Örneğin, İstanbul adını kullanması aldatıcı bir kamusal çağrışım yapıyor; özellikle yabancılar bu müzeyi kamusal müze olarak algılıyor; çünkü özel sektör koleksiyon müzeleri genellikle özel adlar taşır. İstanbul adı bir çeşit kamusal hak ortamı yaratırken, müzenin içerik ve yönetimi, dışarıdan hiçbir öneriye/isteğe açık olmayan bir özel alandır.


BAĞIŞ SAHNESİNİN OYUNCULARI


Hiçbir sanat ve kültür STK’sına ‘bir oda’ bile vermeyen, 20. yüzyıla ait hiçbir müze kurmamış devlet, kamuya ait bir yapıyı bu özel kuruluşa tahsis etmiştir. İstanbul’da sergi yapılabilecek devlet veya yerel yönetimlere ait bütün mekânlar sanatçılara, kişi ve kuruluşlara ancak yüksek ücretlerle kiralanarak verilebilmektedir. İstanbul 2010 sürecinde Sanat Limanı adı altında kamusal sergi mekânı ya da ‘Kunsthalle’ modeli sunarak bu soruna bir çözüm önerdik, ama görüldüğü gibi bu da bir sonuç vermedi. Ancak, Antrepo 5, MSGSF’ye, Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’deki kamusal resim ve heykel koleksiyonunun boşaltılması karşılığında veriliyor! Burada da kamusal sorumluluk söz konusu.


İstanbul Modern’in -söylendiğine göre birçok Batı müzesinde uygulanan- gala yemeği gösterisi bir pazarlama stratejisidir ve müzenin bir programı pazarlanmaktadır. Dolaylı bir bağış için dolaylı bir sahne oluşturuluyor; bağış yapması istenen sanatçılar da bu sahnedeki oyunculardır! Sanatçıların bu rolü/işlevi kabul etmelerini bir özveri olarak mı, yoksa bir yarar sağlama olarak mı değerlendirmeliyiz? Bu durumda ortaya iki tarafı da bağlayan bir bağış hukukunun çıktığının farkında mıdır sanatçılar?


Günümüze özgü eleştirel sanat üretimi yapan bir sanatçı yapıtının nerede ve hangi koşullarda sergileneceğinin/satılacağının bilincinde olması gerekiyor; çünkü bu da yapıt üretiminin inandırıcılığının bir öğesi. Burada sanatçılar çocuk eğitimine neden bu kadar dolaylı yoldan katkıda bulunuyor da, bu işleri örgütleyen büyük STK’lar ya da kendi STK’ları aracılığıyla bu katkıyı daha dolaysız ve onurlu bir biçimde yapmıyor, sorusunu sorabiliriz.


YENİDEN DÜŞÜNME ZAMANI


Olayın odağındaki yapıt, Bubi’nin ‘Oturaklı Sandalyesi’ daha önce ünlü sanatçılar tarafından yapılmış iki düzine sandalyeye bakınca çok da ilginç değil! Sanatçı bu yapıtı muhafazakâr ortamı kışkırtmak ve muhalif bir duruş sergilemek için vermiş olsa bile etkili olacağını sanmıyorum, çünkü seçkinler bu tür işlere alıştırıldı yıllardır. Bunu pazarlama stratejilerini eleştirmek açısından bir sanatçı performansı olarak kabul etmek de zor; çünkü stratejiyi kabul ettiği için katılıyor sanatçı. Bu performans yalnız seçkinleri hedef alıyor ve bu da performans sanatının doğasına aykırı. Marina Abramovic gibi deneyimli bir sanatçı bile geçen ay seçkinlerin yemeği için düzenlediği performans sonrası ağır eleştiri aldı!


Bu açık arttırmanın bir küratörü de var (buradaki göreve küratörlük denilebilirse) ve yapıt toplum önüne çıkana kadar sanatçı ile küratör arasındaki ilişki özeldir ya da yazılı bir anlaşmaya bağlıdır. Yapıt toplum önüne çıkana kadar bu ilişki/anlaşma yalnız küratör ve sanatçıyı bağlar. Ancak küratörün asal işi sanatçıyı kollamaktır; onun üretimi olmadan var olamayacağı için… Bu özel ilişki/anlaşma hangi koşullarda topluma açıklanmalıdır? Bu denli dolaylı bir işin ilişkisi/anlaşması her iki taraf tarafından kötü kullanıma açık değil midir? 


Sonuçta İstanbul Modern’in bugüne kadar sanatçılar, sanat uzmanları ve toplum tarafından desteklenerek var olduğunu görüyoruz; yani gönül rahatlığıyla sanat ortamının bütün oyuncuları bu müzeye umut bağladı ve destekledi. Destek, bağış ve katkı bu özel müzeye bir şekilde dışarıdan müdahale hakkı veriyor, ya da Newman’ın kamusal müzeler için tanımladığı gibi, bu özel müzeler de aldıkları bu katkıların karşılığında öyle ya da böyle bir demokratik bir alan yaratmak gibi bir sorumluluk yüklenmiş oluyor!


Şimdi umarım, bütün tarafların, sanatçıların, küratörlerin, sanat kurumlarının ilişkileri, işbirliklerini, anlaşmaları ve hakları yeniden düşünme ve yapılandırma zamanı gelmiştir.


Çağdaş sanatçıdan 'değnekçi' olur mu, olmaz mı?


Barış Acar


18 Ocak 2012, Birgün


Değnekçilik zor zanaattır. Türlü sokak zanaatı erbabı gibi değnekçinin işi de bıçağın keskin tarafındadır. Hafta sonu şehir merkezine şöyle bir turlamaya ya da ahbabıyla buluşmaya gelmiş araba sahipleri çok anlamaz onun dilinden. Karşıdan kendisine gülümseyen yüzünü gördüğünde huzuru kaçar, kafasını öte yana döner, hemen kaçıp gitmek ister. Oysa, herkes bilir ki, değnekçi oradaysa, arabanın gül gibi kaportasının yüzü suyu hürmetine gerekli diyet ödenecek, cepten üç-beş kuruş gidecektir. Keza, her değnekçinin hesap vereceği bir de değnek vereni vardır. Avangarddan sonra çağdaş sanata piyasa tarafından biçilen/ biçilmek istenen rolün değnekçiden öte olmadığını iddia edecek değilim. Nitekim biçileni olduğu kadar biçilemeyeni de olduğundan böyle bir genelleme, en azından, yakışıksız kaçacaktır. Öte yandan, değnek gördüğündeki heyecanını hesaba katacak olursak çağdaş sanatçının içine düştüğü durum da garipsenmeyecek gibi değil. İstanbul Modern’deki meşum sayılamayacak olayla başlayıp daha geniş bir çerçeveye yayılıyormuş gibi görünen sansür tartışmaları etrafında şöyle bir tur atınca görülüyor ki, çağdaş sanat piyasasında herkesin bir konumu var. Kimi memnun konumundan, kimi değil. Memnun olanın elinde bir değnek kendi yakınına kimseyi yanaştırmak istemiyor. Memnun olmayanın elinde bir değnek, karşısına kimin çıktığına bakmadan hınçla üzerine üzerine yürüyor. ‘Sansür’ işin kabası… ama kimse yosun tutmuş taşı kaldırıp altında yatanı görmek istemiyor. Sanat adı altında herkesin bir başka çıkarın peşinde dolandığı, yanı yöresi kayalarla çevrili, dar mı dar bir solucan deliği burası. Bu delikte sanatımla baş başa kalabiliyorum diyen, bilin ki, yalan söylüyor. Herkesin aklı sanattan gayrı her şeye yetiyor. Oysa iş satır aralarını okumaya geldi mi; duruşları netleştirmeye, sanatın sanat olarak eylediği bir evren kurmaya ve yeni öznelik konumları icat etmeye yöneldi mi herkes melaikelerini kaybediyor. Sonra bir anda yine değnekler konuşuveriyor.


Salı günü BirGün aracılığıyla sorduğum soruya henüz bir yanıt gelmedi. (Geleceğini gerçekten düşünmüş müydüm ki?)


“Türkiye plastik sanatlar dünyasında sanatçının uğradığı kovuşturma ve baskılar ortadadır, hatta her geçen gün kat be kat artmaktadır; peki, kaç çağdaş sanatçı bu duruma karşı bedel ödemeyi göze alarak hareket etmiştir/ etmektedir? Yazın dünyasında içinden geçtiği döneme karşı gösterdiği direnç yüzünden yıllarını sürgünde geçiren ya da halen hapiste olan sayısız kişi gösterilebilirken plastik sanatların bu ürkek sessizliği neye yorulabilir?”


‘Tiridi çıkmış’ bu sorunun niyetlendiği ‘sanat örgütlülüğü’, kendinden önceki kuşağı kıyasıya eleştirmekte beis görmeyen çağdaş sanatçıların içinde yeteri kadar filizlenmemiş demek ki. Çağdaş sanatçı, piyasa ilişkileri içinde dalgalanmak, o ya da bu kurumun yedeğine girmek ya da hınçla dolarak sanatını benliğinin derinlerinde tortullaşmaya bırakmak dışında bir seçeneğe sahip mi? Diğer sanatçılarla, sanat eleştirmenleriyle, edebiyatçılarla, yazarlarla, çeşitli alanlardan kuramcılarla bir araya gelerek yeni bir örgütlülük içinde kendini ifade edebilir mi? Dünyanın içinde kendine ait bir dünya kurma gücünde mi hâlâ? Yoksa onun yerine yine geri mi gelecek sınır tanımaz değnek kapma istekliliği…


Mürüvvet Türkyılmaz’ın, yıllardır gayet bilinçli yürüttüğü ve bir çağdaş sanatçı olarak idrakı açık bir biçimde Açık Masa’da başlattığı öznelik girişimi, birbirine karışan sesler ormanında, ister istemez bir yol ayrımına doğru sürükleniyor. Avangard tutum mu, snobizm mi? Çağdaş sanat kendine piyasanın gösterdiğinin dışında otonom bir strateji çizerek gelecek on yıl için söz alabilecek mi; yoksa şimdiye dek olduğu gibi kendisine gösterilen kaldırımın eşkıyası olmaya devam mı edecek?


Görünen o ki, bu kararın ardından, ya çağdaş sanatçı kendisine değnek vermeye yeltenenin gözlerinin içine bakarak işini baltayla kıracak ya da eline tutuşturulan değneği sağa sola savurup üç kuruş para için yol kenarına park eden çağdaşı diğer sanatçıları korkutup kaçırarak haraca bağlayacak.


Siyah Bant: Sadece sanatçı değil, ziyaretçi kitlesi ve araştırmacılar da şeffaflığı talep etmeli


18 Ocak 2012, Birgün


Banu Karaca, Sabancı Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi, Siyah Bant
Pelin Başaran, Siyah Bant


Siyah Bant'ı kısaca nasıl tanıtabiliriz?


Siyah Bant, Türkiye’de farklı aktörler tarafından farklı yöntemlerle sanata uygulanan sansür vakalarının kent ziyaretleriyle desteklenerek araştırıldığı, web sitesi aracılığıyla belgelendiği ve tartışıldığı, sansürle ilgili kaynakların ve yurtdışından sansür örneklerinin paylaşıldığı bir platform. Siyah Bant’ta sansür kavramı geniş anlamıyla kullanılıyor. Sadece yasalarla değil, yasaklama, hedef gösterme, gayrimeşrulaştırma, dışlama gibi farklı aktörlerle uygulanan çeşitli sansür yöntemlerinin hepsini kapsıyor.


Aktif olarak Eylül 2011’den beri faaliyette olan ve PARC tarafından yürütülen Siyah Bant’ı www.siyahbant.org adresinden takip edebilirsiniz. Site daha çok bellek oluşturmaya, sansür ile başetmek ve sansüre karşı mücadelede stratejiler geliştirmek için altyapı oluşturmaya yönelik işlev görüyor. Sitede sansür vakalarıyla ilgili araştırmalarımızın sonuçları, uzun dönemde de çeşitli temalar etrafında analizler yer alacak.


Siyah Bant aynı zamanda sansüre karşı dayanışma ağı oluşturmayı, sansür, sanatçı hakları ve ifade özgürlüğü konularının tartışılması için kolaylaştırıcı olmayı, İstanbul özelinde bu konular etrafında bir seri toplantı düzenlemeyi hedefliyor.


Bubi ve İstanbul Modern dolayısıyla sansür ve çağdaş sanat tartışmasını nasıl yorumluyoruz?


Siyah Bant’ın amacı sansür vakalarını derinlemesine araştırmak, belgelemek ve analiz etmek olduğu için, ilk olarak sürece dahil olan aktörlerle birebir görüşerek olayın nasıl geliştiğini anlamaya çalıştık. Bu vakanın hem basın hem de sanatçılar tarafından yaygın bir şekilde duyurulması, önceki vakalardan farklı kılan da bu belki, sansürün geniş bir kitle tarafından tartışılmasına sebep oldu. Bunu önemli bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Bu vakadan önce gerçekleşen onca sansür vakası varken, neden şimdi ve neden bu vaka bu kadar kişinin tepkisine yol açtı? Bu soruyu şu anda net yanıtlamamız mümkün değil. Geriye dönük daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyoruz. Fakat şimdiden konuşabileceğimiz birkaç neden sayabiliriz: İstanbul Modern müze niteliğinde bir kurum olarak ister istemez sanat piyasasından daha korunaklı, sanatı ve sanatçı emeğini daha merkezi bir yere oturtmayı vaad ediyor. Sanat teorisinde kurumsal eleştiriden hareketle (örneğin Chin Tao-Wu ve Isabelle Graw’in çalışmalarında) müze, sanat piyasa ve özel sermaye arasında son derece yakın bir etkileşim olduğunu gayet net görebiliyoruz. Ama yine de İstanbul Modern vakasında özel sermaye ve piyasa mantığının müze için yapılan işin üretim sürecine bu kadar açık ve görünür halde sızması ve süreci belirlemesi, son haftaların tartışmalarını bir miktar açıklayabilir. Bu bağlamda, İstanbul Modern’in kültür sanat alanında hem önemli bir yer tutması hem de aşırı bir güç odağı olması, bu odağı temsil etmesi, sanatçı ve kurumların arasındaki güç asimetrisini de ön plana çıkarıyor ve tartışılır hale getiriyor.


Bu olay son yıllarda informel ve sistematik olmayan bir şekilde tartışılan bazı konuları daha açık, etraflıca ve geniş katılımlı konuşmamıza vesile oldu. Sansür nasıl tartışılır, sansürle nasıl başa çıkılır, sansüre karşı ne tür dayanışma ağları ve stratejileri geliştirebiliriz? Hem fikir olunmasa dahi, sansüre karşı nasıl ortak hareket edilebilir ve sanatçı hakları korunabilir? Bu sorular hem Türkiye’deki siyasi konjonktürün dayatmalarına karşı direnebilmek için hem de kurumlara yönelik taşıdığı eleştiri potansiyeli açısından önemli.


1990'lı yıllardan bu yana şirketlerin sanat alanında yoğunlukları arttı, bu yoğunlaşmayı nasıl yorumluyoruz?


Türkiye’de çoğu zaman devletin sanat alanına kaynak aktarmaması sebebiyle, sanata yatırım yapan şirketlerin devletin kültür politikalarında bir açığı kapattığı öne sürülüyor.


Fakat bu eksik bir bakış açısı. Banu, İstanbul ve Berlin sanat dünyasını ve kültür politikalarını karşılaştırdığı araştırmasında (ve bariz olarak Sibel Yardımcı’nın İKSV Bienal’i üzerine araştırmasının gösterdiği gibi) şu sonuca varıyor: Şirketler bir boşluğu doldurmaktan ziyade, aslında devlet ile dolaylı veya doğrudan bir iş bölümü yapıyor, hatta kimi zaman bu ilişki her iki tarafın da yarar elde ettikleri bir işbirliğine dönüşüyor. Bu bir yandan çok şaşırtıcı değil. Sonuçta bu kurumların varolması için devlet ile belli düzeyde ilişki kurmaları gerekiyor.


Aynı zamanda şirketlerin desteklediği müze ve kültür/sanat merkezlerinin şöyle bir çelişkisi var: Yaşamlarını büyük bir ölçüde bu şirketlerin sponsorluk veya tanıtım bütçelerinden sürdürürken, aynı zamanda kendilerini kamusal misyonlarla tanımlıyorlar. Başka bir deyişle; kendi kimliklerini kamu hizmeti ve oradan kaynaklanan prestij üzerinden tanımlıyorlar. Ancak holdinglere bağlı ve özel kurumlar oldukları için, kamu kurumları gibi ne yasal düzeyde ne de pratikte kamuya hesap vermek zorunda hissetmiyorlar: Örneğin müzelerde gösterilen eserler bir holding/aile koleksiyonuna mi ait yoksa müzeye bağışlanmış mı? Nasıl bir bütçeye sahipler, o bütçe dağılımı nasıl yapılıyor, müzede yeni alımlara kim karar veriyor gibi soruları yanıtlamak zorunda olduklarını düşünmüyorlar. İstanbul Modern örneğinde olduğu gibi, böyle bir kriz veya tartışma anında özel kurumlar kendi açılarından avantajli pozisyona geri çekilebilirler. Yani, duruma bağlı olarak, kimi zaman kamu kimi zaman özel kurum olarak bazı bilgileri paylaşıp paylaşmama kararını veriyorlar.


Yurtdışında şirketlerin müze ve sanat merkezleriyle ilişkileri nasıl?


Burada elbette çok fazla genelleme yapmamak gerekiyor. Ama kabaca tarif edersek, Avrupa’da genelde müze ve sanat merkezleri ya doğrudan yerel veya devlet yönetimine bağlı ya da kısmı olarak kamu kaynaklarından yararlandıkları için, bütçelerinde ve örneğin sanatsal karar verme mekanizmalarında şeffaf olmakla yükümlüler. Şirketler özellikle 1980’lerden itibaren daha görünür bir şekilde sponsorluk ve koleksiyonerlik alanında faaliyet gösteriyorlar. Ve yürüttükleri bu sanatsal faaliyetleri devletin kültür bütçelerini kısıtlamasına bağlı olarak sosyal sorumluluk başlığı altında tanımlamaya başlıyorlar.


Amerika’da sanat destek fonları büyük bir ölçüde özel sektörden gelmekle birlikte müze ve sanat kurumları genelde özel değil, ya vakıf ya da nonprofit (kar amacı gütmeyen) kurumlar olarak özel bir vergi sistemiyle faaliyet gösteriyorlar. Kamusal hizmetlerinin ve misyonlarının etrafında şekillenen bir vergi ve kurum statüsüne sahipler. Bu statü dolayısıyla kamusal kurumlar gibi işliyorlar ve böylece şeffaf olmakla yükümlüler.


Şirketlerin sanat alanındaki faaliyetleri düşünüldüğünde, şeffaflık ve denetlenebilirlik konusunda  neler yapılabilir?


Denetlenebilirliğe doğru ilerlemek için konunun birkaç yönden ele alınması gerekiyor: Bunlardan bir tanesi, özel kurumların misyonlarının ve sorumluluklarının daha net tanımlamasına duyulan ihtiyaç. Bu kurumlar hakikaten kamu hizmeti mi sunuyor? Öylese hizmetlerini ve sorumluluklarını nasıl tanımlıyorlar? Özel sanat kurumları ve şirketler arasındaki ilişki nasıl şekilleniyor? Kurumlar prestij dışında herhangi bir kamu avantajindan faydalanıyorlar mı?


Kurumların şu anda içinde bulundukları muğlaklığa karşı, sanatçıların ve kamuoyunun şeffaflık talep etmesi büyük bir önem taşıyor.


Sanatçılar özellikle çağdaş sanatta içiçe geçmiş ve birbirine bağımlı ilişkilerin çok belirgin olması ve büyük bir ölçüde örgütsüz olmaları nedeniyle kendilerini kurumlar karşısında çoğu zaman güçsüz hissediyorlar ve bu tür taleplerde bulunamıyorlar. Ama  dediğimiz gibi sadece sanatçının değil, ziyaretçi kitlesinin ve araştırmacıların da bu şeffaflığı talep etmeleri gerekiyor. Bunun illa ki kurumları karşılarına aldıkları gibi bir anlama gelmesi gerekmiyor. Bu konuların konuşulmasının yerel ve merkezi kültür ve sanat politikalarına dair (öz)eleştirel ve verimli bir tartışma ve diyalog yarattığını görmek de mümkün.




‘AICA VE UPSD’


Lütfiye Bozdağ


18 Ocak 2012, Birgün


Sansüre karşı olduğunu söyleyen ama sansür yapan kurumu destekleyen iki derneğin özrü kabahatinden büyük!.. 


İstanbul Modern, müzeye gelir sağlamak amacıyla 10 Aralık 2011 Cumartesi akşamı düzenleyeceği Gala Modern gecesi için sekiz sanatçıdan yapıt üretmesi talebinde bulunmuştu. Bu yapıtlar müzeye bağışlanacak ve Gala Modern gecesinde yapıtların satışından elde edilecek gelir de müze ve etkinliklerinde kullanılacaktı. Sekiz sanatçıdan biri olan Bubi’nin yapıtı, İstanbul Modern tarafından koleksiyonerlere sunulması ve gösterilmesi sakıncalı bulunarak, sanatçıdan yapıt üzerinde değişiklik yapması istenmişti. Konuya sert tepki gösteren sanatçı Bubi, bir basın açıklamasıyla durumu kamuyla paylaşmıştı.


İstanbul Modern’in sanatçı Bubi’nin yapıtına sansür uygulamasına ilişkin iki kurum 22 Aralık 2011 tarihinde basın açıklaması yayınladı. Bu kurumlardan biri Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi diğeri ise Bubi’nin de kurucu üyesi olduğu UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği.


Her iki kurum da basın açıklaması yapmadan önce müze ile iletişime geçip, meseleyi müzeden dinlemiş ve sonunda müzeyi haklı gören bir basın açıklaması yapmıştır. Sansüre maruz kalan sanatçıyı her iki kurum da aramamış, dinleme gereği bile duymadan peşin hüküm vermiştir. Bu tavır bile tek başına yapılan adaletsizliği gözler önüne seriyor.


İstanbul Modern’in sanat yapıtına sansürü konusunda basın açıklaması yapan iki kurumun ‘özrü kabahatinden büyük’.


Kurumlardan biri “son günlerde sanat çevresinde tartışılan, bir sanatçı ve bir müze arasında gerçekleşen olay üzerine AICA Türkiye açıklama yapmak gereği duymuştur.”(1)


İkinci kurum “UPSD’den Bubi Hayon ve İstanbul Modern arasında yaşanan sorun hakkında bildiri” başlıklarını kullanıyor.


Daha cümle başlarken yanlış yargılarla başlıyor; AICA’nın, sansür konusunu “bir sanatçı ve bir müze arasında geçen olay”, UPSD’nin de “Bubi Hayon ve İstanbul Modern arasında yaşanan sorun” diye sınırlandırması ve basitleştirmesi konuya yaklaşımlarıyla ilgili yeterince bilgi veriyor. Bubi’nin yapıtına sansür konulması, ‘bir sanatçı ile müze’ meselesini aşmış ‘kamusal bir mesele’dir. Bubi, bu meselede tüm sanatçıların temsiliyeti konumundadır. Müze de kamusal bir kurum kimliğiyle kamusal bir temsiliyettir. O nedenle mesele bir sanatçı ve bir müze boyutuna indirgenemeyecek kadar önemli ve kamusal bir meseledir. Sansür konusu sıradan, basit bir olay gibi geçiştirilirse, bu durum sanatın özgürlük alanına, sanatçının özgür iradesine yönelik başka müdahale, baskı ve sansürleri getirebilir, bunların önünü açabilir. Bu duruma mahal vermemek için ‘sansür’ konusunu önemsemek ve hassasiyet göstermek gerekiyor. 


BUBİ, KAMUSAL BİR TEMSİLİYET


AICA, basın bildirisi üzerinden devam edelim. AICA, açıklamasında yaklaşık yetmiş ülkede örgütlenen uluslararası bir kurum olduğunu ve sansürün, AICA International’ın, dolayısıyla Türkiye şubesinin en duyarlı olduğu konuların başında geldiğini söylüyor. Kurumun sansüre ne kadar karşı olduğundan, sansüre karşı duyarlılıklarından uzun uzun söz ederken sansür konusuyla karşılaşan ülkelerin bu durumu Paris’te bulunan AICA genel merkezine bildirmenin gereğinden bile söz ediyor. Ancak AICA, İstanbul Modern’in tavrını sansür olarak görmüyor. Ve bu nedenle de konuyu Paris’e taşıma gereği duymuyor.


Gerekçesini de şöyle açıklıyor. AICA, organizasyonun, “kamuya açık bir sergiden uzak, davet usulü düzenlenen bir müzayede olduğunu ve doğası gereği salt satışa yönelik bir kaygı güttüğünü” bu nedenle de söz konusu olayı sansür çerçevesinde değerlendirmeyi uygun görmediğini belirtiyor. Oysa tam aksi bir sanat yapıtı üretildiği andan itibaren, sanatçının atölyesinden çıktığı andan itibaren kamusaldır. Çünkü sanat yapıtının varoluşu kamusallık üzerindendir. Bu nedenle kapalı devre bir müzayede için yapılması sanat yapıtının kamusallığını geçersiz kılamaz, kaldı ki müzayedeye gelen koleksiyonerler de orada yapılan bir gecelik sergi de kamusaldır. 


“Sanatçının basın bildirisine göre müze tarafından sanatçıya iş üzerinde değişikliklere gidilmesi tavsiye edilmiş, sanatçı da bunu kabul etmemiş ve sanatçının değerli emeğini harcayarak ürettiği sanat işi kurumun basın açıklamasına göre müzenin vizyonu ve amaçlarına uygun bulunmadığı için müzayede sorumluları tarafından organizasyona dâhil edilmemiştir.”(2)


İstanbul Modern’in sanatçı Bubi’nin yapıtını verili haliyle kabul etmeyip üzerinde değişiklik talep etmesi, sanatçı değişikliği kabul etmeyince de sergiden elemesi sanat yapıtına ve sanatçının özgür iradesine müdahaledir. Küratör yapıtı verili haliyle ya kabul eder ya da etmez ama kesinlikle değişiklik talebinde bulunamaz. Müzenin bunu yapmaya hakkı yok. Bu bir sansür. Hem de bu sansür sadece Bubi’ye yapılmamıştır bütün sanatçılara yapılmıştır. Çünkü Bubi, bu konuda kamusal bir temsiliyettir.


UPSD ve AICA basın açıklamalarında bir yandan ifade özgürlüğü konusunda son derece hassas olduklarını, gerek sanat eserlerine, gerek siyasal düşünce ifadesine yönelik özgürlüğün korunmasına önem verdiklerini söylüyorlar; diğer yandan müzenin sanatçının özerkliğine müdahalesini “müzenin vizyonu ve amaçlarına uygun bulunmadığı için müzayede sorumluları tarafından organizasyona dâhil edilmemiştir.”(3) diyerek geçiştiriyor ve son derece makul karşılıyorlar. Bu ne yaman çelişki…
Sanatçıların mesleki yasal haklarıyla ilgili manevi ve maddi haklarını korumak ve bu sorunlara yönelik konularda sanatçıları savunmak amacı ile kurulan UPSD ve AICA, sansüre karşı olduğunu söylüyor ama öte yandan sansür yapan kurumdan yana tavır alıyor. Bu bir çifte standart. Hatta sansüre uğrayan sanat yapıtını ve sanatçının özgür iradesini savunmak yerine, müzenin ve küratörün haklarını savunan, sansür uygulamasını haklı kılan koşulları savunan bir açıklama yapıyorlar.


‘SANSÜRÜ GÖRDÜK’


Kamusal sorumluluğu olan iki kurumun sansüre uğrayan sanatçının değil de sansürü uygulayan müzenin yanında yer alması vahametin en büyüğü. Fikir özgürlüğünü ve sanatçı haklarını savunmak en önemli varoluş sebebi olan iki kurumun yaklaşımı kuruluş amacına ihanet eden boyutuyla endişe verici. Her iki kurum da varlık nedenini sorgulamalıdır. 


UPSD’nin ve merkezi Paris’te bulunan AICA’nın sansür konusundaki duyarlılığını ne yazık ki Türkiye şubesi gösteremedi. Bu iki kurumun göstermediği cesareti ve duyarlılığı bir grup sanatçı gösterdi. Hakan Akçura’nın öncülüğünde gerçekleştirilen basın açıklaması ve imza kampanyası bir sanatçının yapıtına sansür uygulayan müzenin tutumuna karşı, sanat alanından gelen önemli bir karşı koyuştu.
27 Aralık 2011 günü İstanbul Modern’de ‘Hayal ve Hakikat’ sergisiyle ilgili düzenlenen panelde sansür konusu tartışıldı. Müzeden ‘sansür’ ile ilgili sorularına cevap alamayan ve karşılarında muhatap bulamayan ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden bir grup sanatçının, basın açıklaması yaparak müzeden işlerini geri çekmesi, kurumun içinden gelen ilk tepki olarak önemliydi. Elbette Türkiye sanat ortamında piyasalaşmaya ve iktidara karşı bugüne kadar pek çok protest sergi, tavır ve açıklama yer aldı. Ancak bu kez bu açıklamaların müzede sergisi devam eden sanatçılardan gelmesi yani içeriden gelmesi dikkat çekiciydi.


Akabinde İnsel İnal ve öğrencilerinin üzerinde "Sansürü Gördük" yazılı pankartları müzenin duvarlarına asmaları ve kâğıttan yaptıkları uçak biçimi verilmiş ‘Müze Karşıtı Bildiri’leri kuşlama usulü dağıtmaları da protest sanat eylemi olarak önemliydi.


Ali Artun’un 1990’lardan başlayarak hızla ilerleyen küresel sanat piyasasını ve dünya metropolleriyle yarışmaya çalışan İstanbul sanat piyasasını anlatan ‘Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi’ (4) adlı kitabı ile birlikte başlayan sorgulama ve tartışmalar sanatçı Hayon’un yapıtına sansür konulmasıyla demokratik bir eleştirel platform oluşmasına vesile oldu.


Sanat korporasyonlarının sanat üzerindeki baskısını sorgulayan bu eylemler Türkiye sanat ortamında önemli bir kırılma noktası olarak görülmeli. Çünkü İstanbul Modern’in sansür uygulayan tavrı sanat piyasasının içinde yer alan aktörleri ve ilişki biçimlerini yeniden sorgulamayı gündeme getirdi ve önemli bir tartışma ortamı yarattı. Bugüne kadar sanatçıya yukarıdan bakan tavrıyla, kurumsallığın olağan protokollerine kayıtsız uygulamalarıyla ehli keyif davranan İstanbul Modern, bundan böyle sanatçının merkez olduğunu, müzenin kamusal sorumluluğu olduğunu bilerek hareket edecek ve sanatçının özerkliği konusunda gereken hassasiyeti göstermek zorunda kalacak…


(1),(2),(3) AICA; http://aicaturkey.blogspot.com., http://kpy.bilgi.edu.tr/tr/news/“Son günlerdeki Sansür Tartışmaları Üzerine Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi’nden Kamuoyuna Duyuru”, 22 Aralık 2011
(4) Ali Artun; “Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi”, 2011, İletişim Yayınları, İstanbul





Sansür: AICA'dan zorunlu bir cevap


Osman Erden (AICA Türkiye Başkanı)


18 Ocak 2012


Lütfiye Bozdağ’ın 15 Ocak 2012 tarihli Birgün Gazetesi’nin “BirGün Pazar” ekinde yayınlanan “AICA ve UPSD” başlıklı yazısındaki önemli ve yapısal hatalar kamuoyu önünde AICA (Association Internationale des Critiques d'Art, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) Türkiye Şubesi hakkında yanlış bir izlenim doğurabileceğinden bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duydum. Bu yazı İstanbul Modern ile Bubi arasındaki meseleyi yeniden irdeleme amacı ile değil Bozdağ’ın AICA Türkiye hakkında dile getirdiği yanlış bilgileri düzeltmek amacıyla yazıldı.


Bozdağ’ın yazısında dikkat çekmek istediğim noktaları maddeler halinde sıralamam gerekirse:


1-“Her iki kurum da basın açıklaması yapmadan önce müze ile iletişime geçip, meseleyi müzeden dinlemiş ve sonunda müzeyi haklı gören bir basın açıklaması yapmıştır.”


Yazarın en temel hatası UPDS ve AICA’yı mütemadiyen aynı cümle içinde kullanarak okuyucuyu yanıltması. AICA basın açıklamasını yazmadan önce müze ile iletişime geçmemiştir. Basın açıklaması İstanbul Modern’in ve Bubi’nin basına yaptıkları açıklamalara dayanarak yazılmıştır. AICA Türkiye Başkanı olarak bildirinin yayınlanmasından sonra gerek Bubi gerek Levent Çalıkoğlu ile birden fazla görüşme yaptım. Bu görüşmelerde Bubi bir iki ismin araya girerek işini değiştirmesi gerektiğine dair kendisini ikna etmeye çalıştıklarını belirtirken, Çalıkoğlu müze tarafından işin değiştirilmesi yönünde hiçbir şekilde müdahale edilmediğini ısrarla dile getirdi. İki taraf arasındaki farklı ifadeler AICA bildirisinin tarafların yalnızca basın bildirilerine dayanmasının haklılığını ortaya koymaktadır.
(Artık kullanılmadığı için bir senedir güncellenmeyen, dolayısıyla bildirinin yer almadığı aicaturkey.blogspot.com adresi Bozdağ tarafından neden kaynak gösterildi bilmiyorum. Adres, muhtemelen göz atma ihtiyacı hissedilmeden bildiriye kaynak olarak verildi. AICA Türkiye’nin resmi internet adresi “www.aicaturkey.com”dur ve şu sıralar güncellenme aşamasındadır. Bozdağ’ın yazısını kaleme alırken gösterdiği bu özensizlik blog adresinin kaldırılması gerekliliğine işaret etmiştir. Bu doğrultuda Lütfiye Bozdağ’a teşekkürü borç bilirim.)


2-“İstanbul Modern’in sanat yapıtına sansürü konusunda basın açıklaması yapan iki kurumun “özrü kabahatinden büyük””


AICA’nın kabahatli olduğu Bozdağ’ın kanaatidir lakin AICA’nın dile getirdiği herhangi bir özür söz konusu değil.


 3-“Sanatçıların mesleki yasal haklarıyla ilgili manevi ve maddi haklarını korumak ve bu sorunlara yönelik konularda sanatçıları savunmak amacı ile kurulan UPSD ve AICA, sansüre karşı olduğunu söylüyor ve öte yandan sansür yapan kurumdan yana tavır alıyor”


Bu alıntıda iki önemli nokta söz konusu. Cümlenin yapısındaki hata yüzünden UPSD ve AICA’nın kuruluş amaçları aynıymış gibi anlaşılıyor. Oysa AICA International’ın kuruluş amacı, derneğin resmi internet sitesinde de (http://www.aica-int.org ) görüleceği gibi, farklı disiplinler içinde her şekliyle sanat eleştirisini desteklemektir. Diğer bir nokta da yazarın AICA’nın bildirisini yorumlayış şekli. Bildiri dikkatli bir şekilde okunursa İstanbul Modern’den yana bir tavır alınmadığı, aksine kuruma karşı eleştirel bir yaklaşımın söz konusu olduğu anlaşılacaktır. Bildirinin de değindiği gibi, bu olayda sanatçının emeğine karşı bir haksızlık yapıldığı gerçeği ortada.  


4-“UPSD’nin ve merkezi Paris’te bulunan AICA’nın sansür konusundaki duyarlılığını ne yazık ki Türkiye şubesi gösteremedi. Bu iki kurumun göstermediği cesareti ve duyarlılığı bir grup sanatçı gösterdi.”


Hakan Akçura’nın "Any Response" başlığı altında Today's Zaman Gazetesi'nde çıkan haberi yollamak suretiyle AICA merkezini eposta ile uyarması üzerine konu çeşitli ülkelere mensup AICA üyeleri tarafından oluşan, AICA International’a bağlı “Sansür ve İfade Özgürlüğü Komisyonu”nda görüşüldü ve AICA Türkiye Şubesi'nin tavrı onaylanarak olayın bir sansür olmadığına kanaat getirildi. Bu doğrultuda Hakan Akçura’ya da teşekkürü borç bilirim. 

İstanbul Modern’e veya başka bir müzeye karşı tepki göstermek Bozdağ tarafından neden bir cesaret konusu olarak algılanıyor bilmiyorum lakin AICA Türkiye Şubesi, son bir sene içinde Tophane’deki galerilere yapılan saldırılar, heykel yıkımları, sanatçılara karşı suikast girişimleri ve hükümetin sanatı terör ile aynı çerçeveye yerleştirme tavrı gibi sanat alanındaki endişe verici olumsuz gelişmelere karşı yayınladığı bildirilerle özgürlükçü tavrını ortaya koymuştur. İstanbul Modern ile Bubi arasındaki meseleyi sansür olarak yorumlamak elbette saygı gösterilmesi gereken bir yaklaşım. Bu görüşe sahip olan çeşitli sanatçıların, yazarların-ki AICA Türkiye içinde de bunun bir sansür olduğuna dair görüşler bulunmaktadır-, kültür emekçilerinin bu doğrultuda mücadele etmeleri en doğal hakları. Bu çerçevede başlatılan imza kampanyaları ve protestolar Türkiye sanat ortamı açısından ümit verici gelişmeler. Buna karşın bu meseleyi sansür olarak değil ama sanatçının emeğine karşı bir haksızlık olarak yorumlayanlara karşı da aynı saygı gösterilmeli, bu görüşe sahip olanlar sanki sansürcüymüş gibi haksız yere yaftalanmamalı. Bu olayın sanat dünyasına en önemli katkısı sansüre ve ifade özgürlüğüne karşı mücadelede örgütlü olma ihtiyacının hissedilmiş olması ve bu doğrultuda somut girişimlerde bulunulmaya başlanmasıdır. AICA Türkiye olarak ifade özgürlüğünü engelleyici girişimlere karşı mücadelede elimizden geldiğince katkı sağlamaya hazırız.  



Levent Çalıkoğlu'nun basın bildirisi


"Herkese iyi pazarlar,

İstanbul Modern tarafından bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen Gala Modern’e ilişkin olarak gündemde yer alan tartışmaların gelişimini paylaşmak ve açıklığa kavuşturmak amacıyla aşağıdaki metni sizlerle paylaşıyorum. (aynı metni ekte de bulabilirsiniz)

Sanatçı Bubi’nin, “5N1K” ve “Söz Sende” adlı televizyon programlarında bizzat kendisinin de kabul ettiği gibi; ne tarafımdan, ne de İstanbul Modern’den herhangi bir yetkili tarafından, Sanatçı Bubi’nin gerçekleştirdiği çalışmanın üzerini örtmesi veya son dakikada çalışmasına eklediği “oturağı” kaldırması istenmemiş veya çalışmaya ve sanatçıya herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır.

Bu tartışmaların ortaya çıkmasına takiben, İstanbul Modern’in geçici sergi alanında yer alan “Hayal ve Hakikat” sergisine çalışmaları ile katılmış sanatçıların birkaçı, çalışmalarını Sergi’den çekme taleplerini tarafımıza iletmişler, bu taleplerine ilişkin olarak herhangi bir haklılık olmamasına rağmen salt sanatçının isteğine duyduğumuz saygı nedeni ile, istekleri doğrultusunda çalışmaları sergiden kaldırılmıştır.

Yaşanan süreç şöyle gelişmiştir:

1) Gala Modern, Müzenin kuruluş yıldönümünün de kutlandığı ve bu vesile ile İstanbul Modern’in eğitim faaliyetlerini desteklemek ve çeşitlendirmek adına düzenlenen, kamuya kapalı özel bir yardım ve bağış gecesidir. Katılımı, tamamen gönüllülük üzerine kurulu bu geceye, her yıl müze dostları, işadamları, medya mensupları ve kültür sanat camiasından isimler katılmaktadır.

İstanbul Modern'in eğitim programlarına kaynak yaratmak için gerçekleştirilen kamuya kapalı bu özel gece, çalışmaları sergileme amacı taşımamaktadır. Her yıl, sanat tarihinde ve belleklerde yer edinmiş ve aynı zamanda Istanbul Modern’in kalıcı koleksiyon katında işleri ile yer almakta olan sanatçılara, bu gece için gönüllü olarak özel bir çalışma sunup sunamayacaklarına dair teklif götürülmektedir. Gala Modern’in düzenlendiği ilk yıl 9, ikinci yıl 7, üçüncü yıl ise 9 sanatçı sunulan teklifi kabul etmiştir.

Bu geceye gönüllülük esasında katkı sunmak üzere, kimi sanatçı özel arşivinden seçtiği bir nesneyi boyamakta, kimisi bir objeyi dönüştürmekte, kimisi de sanatındaki temel malzemelerden yeni bir obje üretmektedir. Doğası gereği her sanatçı farklı bir katılım sağlamaktadır ve her sanatçı için bu katılımın değeri ve anlamı farklıdır. Bu çalışmalar, düzenlenen Destek Yarışında, İstanbul Modern'in eğitim programlarına yardımda bulunmak isteyen koleksiyoner ve sanatseverler tarafından satın alınmaktadır.

Sunulan bu özel çalışmalar için iki sayfalık bir tanıtım broşürü hazırlanmaktadır. Yapılan değerlendirme son derece semboliktir. Bu üretimler, sanatçıların sergileri için ortaya koydukları çalışmalar değil, sadece bu geceye özel sunulan işlerdir. Bu çalışmanın sahibi olmak isteyen kişi, İstanbul Modern’in eğitim projelerine destek olmak amacıyla, tamamen kendisi tarafından belirlenen sembolik bir bedeli vermektedir.

2) Sanatçı Bubi’ye de, diğer sanatçılara olduğu gibi, gecenin gerçekleştirilmesinden yaklaşık bir buçuk ay önce teklif aşamasında, gecenin anlamı ve hedeflerini açıkça anlattım. Sanatçı Bubi de, bu tip yardım ve bağış gecelerine, gönüllülükle ve seve seve katıldığını belirterek, katılma teklifimizi kabul etti. İkinci görüşmemizde, kullandığı atık malzemeler ile, üzerine oturulabilecek koltuk, taht ve sandalye karışımı bir nesne üreteceğini söyledi. Bir buçuk aylık süre içerisinde diğer katılımcı sanatçılarla olduğu gibi, Bubi ile de sıklıkla görüştüm, bu görüşmeler sırasında heyecanını, çalışmayı ortaya koyarken karşılaştığı zorlukları, diğer sanatçıların bu özel gece için neler ürettiklerini paylaştım.

Çalışmanın son halini görmek ve broşür için fotoğrafını çekmek amacıyla, 6 Aralık sabah 9.30’da Bubi’nin atölyesine gittim. Kumaşla örttüğü çalışmasının üzerindeki kumaşı kaldırdığında, sandalyenin oturulacak bölümüne beyaz bir çocuk oturağı eklediğini gördüm. O sırada bu oturak, daha sonra basına verilen fotoğraflardaki bronz altın karışımı bir renge henüz boyanmamıştı. Kendisine, anlaştığımız çalışmanın bu olmadığını söyledim. O da eklemeyi neden yaptığını açıklamaksızın, yalnızca “Burjuva sanatı öğrenmeli” dedi. Bu sözün üzerine hiç bir yorum yapmadım, çalışmanın üzerini örtmesine ya da değiştirmesine yönelik herhangi bir ima ve uyarıda bulunmadım. Yalnızca, anlaştığımız, kararlaştırdığımız çalışmanın bu olmadığını ve çalışmayı kabul etmeyeceğimi söyledim ve Sanatçı’nın atölyesinden ayrıldım.
Her şeyden önce ifade etmek isterim ki;

a) Bu çalışma, sipariş üzerine ortaya çıkan bir iş değildir. Karşılığında Sanatçı’ya hiç bir karşılık sunulmayan, vaad edilmeyen, ödeme yapılmayan bir üretim olup, yalnızca gönüllülük esasında ortaya konmaktadır.

b) Sanatçının küratör ile birlikte kararlaştırdığı üretimi son dakikada değiştirme özgürlüğü vardır; ancak, özü tamamen değiştirilen bu çalışmayı küratörün de sürece dahil etmeme kararı alma özgürlüğü var olmalıdır.

c) Bubi, yer aldığı televizyon programlarında benim Atölyesi’nden ayrılırken, Gala Modern’de destek yarışını düzenleyen müzayedeciye “çalışmayı” sunacağımı ve onun da onayını alacağımı ifade ettiğimi söylemiştir. Oysa böyle bir şey söylemedim. Kaldı ki buradaki en önemli husus Bubi’nin etkinliği kendi sözleri ile bir “müzayede” olarak tanımlamasıdır. Oysa aynı anda, kamuoyuna duyurduğu basın bildirisinde de etkinliği “sergi” olarak tanımlamaktadır. Bu nitelendirmelerin hiçbiri gerçekleri yansıtmamaktadır. Gala Modern bir sergi ya da müzayede değil, yukarıda ifade edildiği gibi kamuya kapalı özel bir bağış gecesidir ve amacı eğitim programları için bir destek elde etmektir.

İstanbul Modern kuruluş sürecinden başlayarak gerçekleştirdiği tüm sergilerde sansürden özenle uzak durmuş bir sanat müzesidir. Davet ettiği sanatçılar, düzenlediği uluslararası işbirlikleri ve sergilediği çalışmalar ile kazandığı güven herkesin malumudur. Farklı kuşaktan sanatçıları biraraya getiren, güncel tartışmalar ışığında sanat tarihsel bağlam sunan bir modern sanat müzesidir. Ne Bubi örneğinde ne de diğer hiçbir konuda ve hiçbir biçimde, “sansürcü” bir yaklaşım içinde bulunmadığını ve bu yöndeki duyarlılığın bilinçli bir kültür sanat politikası üzerine temellendirildiğini vurgulamak isterim.

3) Bu tartışmaların ortaya çıkmasından bir süre sonra, İstanbul Modern’in geçici sergi alanında yer alan “Hayal ve Hakikat” sergisine eserleri ile katılmış sanatçılardan Mürüvvet Türkyılmaz, Neriman Polat, Gözde İlkin, Atılkunst, Güneş Terkol, Selda Asal ve Ceren Oykut çalışmalarını Sergi’den çekme taleplerini resmi yollarla yazılı olarak iletmişlerdir. Leyla Gediz ve İnci Furni’den tarafımıza ulaşan resmi bir talep bulunmamaktadır.

Bu konuya ilişkin yaşanan süreç ise şöyle gelişmiştir:

27 Aralık 2011 tarihinde, Evrim Altuğ moderatörlüğünde gerçekleştirilen Hayal ve Hakikat sergisine paralel içerikli konuşma dizisinin konukları olan Mürüvvet Türkyılmaz, Selda Asal ve Seda Hepsev, konuşmaya bir gün kala, aylar öncesinden katılımcıları ve moderatörü kesinleştirilmiş bu toplantının içeriğini değiştirdiklerini yalnızca kendi yazışma gruplarına gönderdikleri bir mail ile duyurmuşlardır. Ancak, İstanbul Modern’in sergi konuşmaları kapsamında kullanıma açtığı salonunda gerçekleştirilen bu toplantının, kişisel inisiyatifleri ile yaptıkları içerik değişikliğini İstanbul Modern’den hiçbir yetkiliye iletmemişlerdir.

Aynı şekilde beni veya kurumdan bir başka yetkiliyi bu toplantıya davet etmemişlerdir. Bu konuya dair tarafımıza bir diyalog girişimi mevcut değildir. Bu toplantıya katılacağıma dair önceden verilmiş hiç bir söz yoktur.

Bu doğrultuda, tepki gösteren sanatçıların, hangi diyalog taleplerine muhatap bulamadıklarını ifade ettikleri ise anlaşılamamaktadır. Çünkü ne toplantı saatine dek, ne daha önce ve ne de toplantıdan sonra bu yönde hiç bir talepleri olmamıştır. İstanbul Modern ve şahsım her zaman ulaşılabilir, bir mail veya telefon uzaklığında olmamıza rağmen söz konusu sanatçılardan bu yönde bize ulaşan bir diyalog çağrısı söz konusu değildir. Bu sanatçılar, 5 Ocak günü için İstanbul Modern’in yaptığı buluşma davetine ise günlük programlarına uymadığını ifade ederek katılmamışlardır.

Gelişen olaylara ilişkin hiç bir organizasyon veya toplantıya İstanbul Modern’den hiçbir yetkili davet edilmemiştir.

İstanbul Modern olarak gerçekleştirdiğimiz tüm sergiler, her sanatçı ile birebir yaşanan yoğun bir diyaloğun sonucu ortaya çıkmaktadır. Hayal ve Hakikat sergisine 74 sanatçı davet edilmiştir ve bu 74 sanatçının tamamı sergide eserleri ile yer almıştır. Yukarıda sözü edilen sanatçılar da dahil Hayal ve Hakikat sergisinde yer alan tüm sanatçılar ve yaşamayan sanatçıların varisleri ile, katılımcı ve etkili bir diyalog oluşturarak bu çapta bir sergi gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur. Müze olarak bu konuda gösterdiğimiz özen ve çalışma pratiği içerisinde, sanatçıların dilediklerinde tüm talep ve beklentilerine muhatap bulabildikleri açıktır. Aksi taktirde böyle başarılı bir serginin gerçekleştirilemeyeceği ortadadır."


No comments: