4.12.09

"Pis Hikaye"nin hikayesi üzerine



Röportaj

Tayfun Serttaş


Geçirmekte olduğumuz bienal gündemiyle birlikte, güncel sanat’ın siyasal alana olan müdahalesini daha yoğun tartışır olduğumuz şu dönemde, içeriden bir ‘Pis Hikaye’ kendi gündemine işaret etti. Yaşar Kemal’in bir taşra trajedisi olarak 1944’te kaleme aldığı Pis Hikaye adlı romanından yarım asır sonra, başka başka ‘pis hikayelerimize daha’ kafa yoran bir eylem sergi çıktı İstanbul’dan. “Kendi coğrafyasına odaklanan, kendi gündemine referans veren ve içinde bulunduğu koşulları sorgulamayı dert edinen bir geleneğin uzantısı” dedi kendisine. Bazen ekran başında, bazen dona kaldığımız bir gazete küpürü karşısında, bazen soğukluğunu yolda yürürken enselerimizde hissettiğimiz bir şiddet ortamına duyulan refleks. Bir yutkunma anı – alanı yarattı her birimize. ‘İçimizden çok gelmese de, bunlarla yaşıyoruz ve bunu üretiyoruz’ diyenlerin, aynı zaman da her birisi kendi alanlarında aktivist olan sanatçıların yan yana durduğu bir kollektivitenin ürünü.

17 sanatçı tarafından örgütlenen ‘Pis Hikaye’ sergisi, münferit vakalardan, kadim acılara, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, derin devlet ilişkilerine uzanan bir perspektifte, adeta Türkiye’nin yakın tarihini sorguladı. Sanatçıların, içinde bulundukları koşullara dair bir ‘tespitler ve yanıtlar’ bütünü olarak var ettikleri eylem - sergi, geçirmekte olduğumuz sürece ilişkin çok önemli tarifler içeriyordu. Benim merak ettiğim bir diğer şey ise, bu serginin ve benzer pratiklerin Türkiye sanat ortamında nereye oturduğu üzerineydi. Bir bakıma sergiden yola çıkarak, tespitleri toplumsal tartışmalar yerine, sanat bağlamında da yapabilmeyi istedim. Öyle de oldu, bir süredir beklettiğimiz başlıklar üzerinden uzun uzadıya tartışabilmeyi özlemişiz.


Tayfun Serttaş: “Pis Hikaye” bağlamından ve bu serginin örgütlenme pratiğinden yola çıkarak, sanatçı kollektivitelerinin yapılanma biçimleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Deniz Erbaş: Bu sergideki kollektif duruş sanatçıların yeni keşfettiği ya da Türkiye’de ilk kez uygulanan bir model değil. Sanatçıların kendi sergilerini örgütlemeleri, uzun yıllardır varolan bir geleneğin uzantısı. Bugün bu serginin bir sanatçı kollektivitesi olduğuna vurgu yaparak öncelikle bazı kafa karışıklıklarını önlemek istedik. Örneğin, bu sergiyi içinde bulunduğu mekan mı düzenliyor, küratörü var mı, o metinleri yazanlar mı küratör gibi belirsizlikleri ortadan kaldırmak için.

Hakan Akçura: Ne iyi ki, bağımsız sanat topluluklarının, biraradalıklarının ve ağlarının gerek yerel, gerekse uluslararası alanda sayılarının, etkinliklerinin ve güçlerinin arttığı zamanlardayız. Geleneksel ve devletle köklü bağlar içeren kurumların da, artık kendi geleneklerini ve o geleneklerin beslendiği köklü ilişki, çıkar ağlarını yaratan yeni küratöryel kurumların da zamanı doluyor. Bizler sanatçının yaratımının sahiciliği ile bağımsızlığı arasında doğrudan ilişki kurulacak yeni bir algılamanın başladığı günlerin kolektiflerinden birisiyiz sadece…

T.S: Bu biraradalıklar daha çok hangi faktörler sonucu ortaya çıkıyor? Sergideki sanatçılar arasında bazı ortak kaygıların da olduğunun bir göstergesi bu yapılanmalar. “Pis Hikaye” ile bir araya gelen sanatçıların yeni bir kollektif oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Bu biraradalık yalnızca bu sergi için mi doğdu yoksa gelecek planlar var mı?

Deniz Erbaş: Burada belirli bir enerji ve paylaşım söz konusu. Bu enerji belirli zamanlarda yoğunlaşıyor. Deyim yerindeyse canımıza tak ettiren bazı anlar ve pik dönemler var. Bu süreçte, Ceylan Önkol olayı bir son nokta oldu bizler için. Çünkü gerçekten duramaz hale getiren olaylar yaşanıyor. Bu sergide yer alan sanatçılar arasında yalnızca sergi – sanat bağlamında değil, özel yaşamda da bir takım yakınlıkların olması serginin avantajı. Bu açıdan sürekli birbirinden haberdar olan, bir arada düşünen, yeri geldiğinde işlerini açıp üzerine birarada tartışan, birbirinin fikrine değer veren ve ortak meseleleri olan insanlarız. Sanattan çok daha geniş bir paylaşım kümesi üzerinden birarada duruyoruz diyebiliriz. Bir süredir farklı gruplar, örgütlenme modelleri ya da mekanlarda bu deneyimi yaşamış ve paylaşmış sanatçılar söz konusu. O nedenle bu tip sergilerin aynı zamanda bir sürece ve sürekliliğe dair olduğunu akılda tutmak lazım. Gelecek süreçte belki başka bir mekan deneyimi, başka bir yoğunlaşma daha mutlaka olacaktır. Bizler açısından biraz da, zaman içerisinde, zamana yayıldıkça anlaşılacak süreçler bunlar.

Hakan Gürsoytrak: Sokaktaki en basit ilişki alanından yola çıkalım. Birini bir diğeri üzerine kurduğu iktidar, kocanın karısı, annenin çocuğu üzerinde kurduğu iktidar alanları, birbirlerinin alanlarına müdahalenin “doğal” bir süreklilik halini alması, kaldırımın orta yerine arabasını park eden adamın cüretkârlığı ve tüm bunların merkezinde karşımıza kocaman bir iktidar mekanizmasının çıkması. Bizler, bu mevcut duruma sanat vasıtası ile de söyleyecek sözü olan sanatçılarız. Her birimizin politik duruşları ve kaygıları bire bir aynı olmasa da, yanyana geldiğimiz zaman hayatın akışındaki bu baskı alanına karşı verilecek ortak cevaplarımız var. Bir bakıma, bu süreç bizim sanat yapma nedenimiz ve sanat yapma şeklimizi oluşturuyor. Yanyana olmanın böylesi bir gerekliliği var bizler için.

Murat Başol: Yeni kolektif olmaktan çok benzer düşüncedeki sanatçıların biraraya gelip, bir deneme sergisi yaptı diye düşünüyorum. Sonuç olumlu oldu ve tertemiz bir sergi çıktı. Bundan dolayı “Pis Hikaye”ye yeni sergiler için bir referans noktası olarak bakabiliriz. Örgütlenmelerin çöktüğü bir dönemde bir sanatçı gurubunun sesini yükseltmek istemesi çok kolay değil. Zamana ihtiyaç var ve geçmişte bırakmamız gereken hastalıklar var. Mesela dünya görüşlerimiz farklı olabilir ama aynı politik ortamda bir çizgide duruyorsak beraberce bir sanat ortamında varolmayı becerebilmeliyiz. “Pis Hikaye” galiba bunu becerebilecek bir potansiyelin fotoğrafını çekmiş oldu.

Neriman Polat: Diğer taraftan her bir araya geldiğimizde başka bir yeni deneyim doğuyor. Başka başka şeylerin altını çizmiş oluyoruz aslında. Bir süredir böyle bir sergi yapma isteği taşıyorduk aslında. Şubat gibi düşünüyorduk ancak önümüze bir mekan fırsatı çıkınca işleri hızlandırdık. “Pis Hikaye”, bir buçuk aylık bir çalışmanın ürünü. Aramızdaki geçmiş deneyimler olmasaydı, bir buçuk ay gibi bir sürede böyle bir sergiyi çıkartmamız imkansız olurdu. Ancak bu birlikteliği salt arkadaşlık ilişkileri üzerinden anlamamak gerekir. Buradaki biraradalık, sürekli genişleyen, genişlemeye çalışan bir dinamiğe dayanıyor. Aktif Kollektif ile bu proje aracılığı ile yeni tanıştık mesela. Onlar hayli kalabalık bir topluluk, ilk kez birlikte birşeyler yaptık.

T.S: 17 sanatçının bir araya gelmesi ve birlikte söz söyleyebilmesi, bunu küratör gibi aracı bir kurum ve büyük sponsorlar olmadan yapması, her zaman karşılaştığımız sergi kriterlerinin dışında deneyimler gerektirmeli… Bu açıdan yaklaşıldığında, serginin üretim aşaması süresince, daha çok neleri yapmamaya özen gösterdiniz? Özel hassasiyetler üzerinden doğan kaygılar nelerdi?

Deniz Erbaş: Elememeye özen gösterdik. Bu açıdan eksiltmekten çok arttırmaya yönelik bir yaklaşım hakimdi. Kendi aramızdan çıkan önerileri dikkate aldık. Her şeye birlikte karar verdik. Mekanın yerleştirmesinden, metinlere dek, tüm adımlar birlikte değerlendirildi ve tartışıldı diyebilirim. Ancak her bir sanatçının kişisel önerileri de dikkate alındı. Mesela Erdağ Aksel, ilk başta 2009 tarihli bir işi ile katılacaktı sergiye, son anda kendisi getirip 1988 tarihli bir işini koydu. Aktif Kollektif’in nasıl bir iş üreteceğini başta hiçbirimiz bilmiyorduk. Dahil oldular ve kendi sokak pratiklerinden yola çıkarak bir hafta içerisinde üretip türettiler. Sonuç hepimiz açısından etkileyiciydi. Galeri mekanı gibi yapacağı sergiyi bir yıllık takvime oturtan bir sistem yok burada. Kendi üretimini de o şekilde kurgulayan sanatçılar değiller. Üç ay sonra şöyle bir tema yaparız, onun üzerine çalışırız gibi bir şey söz konusu değil.

Murat Başol: Ben işimi son gün teslim ettim ve o ana kadar kimse görmemişti. Küratörlük yoktu ama tema vardı; minik bir damla atıldı zihinlerimize ve mekanizma çalıştırıldı. Herkes bu serginin içeriğine tam uyumlu işler seçmek için özen gösterdi. Mesela önceden planlanmayan bir şey; 12 Eylül’e vurgu yapmak gerektiğine inanıyordum, Kenan Evren animasyonu yapmaya karar verme aşamasındayken, Fulya’nın “Necdet” işi ve İlhan’ın “Evren” heykeli ve Evrensel’in “Tablo” isimli işi. “Pis Hikaye” içinde kılcal bir Evren damarı oluşturdu. Bunu kimse planlamadı. Çok Evren oldu, şu işleri koymayalım gibi bir müdahale de olmadı. Dolayısıyla küratoryel bir tasarıma ihtiyaç duyulmadan bu serginin ortak ruhu kendiliğinden beliriverdi.

Neriman Polat: Bu tip sergiler, çıktığı zaman ortaya çıkar. Bu sergilerin en büyük özelliği de, bazı kararların baştan ve çok keskin verilmemesi zaten. Yani siz bir dizi projeye göz atıp, onları mekana yerleştirip, mekan üzerinden değerlendirip sonra bir seçkiye gitmiyorsunuz. Bu nedenle küratör yok burada. O sterilliği kaldıran, çok önemli bir noktadır bu. Bizler, bu açıdan risk almayı seven sanatçılarız zaten. Atlamamak gerekir ki, bu tür projelere alışık da sanatçılarız. Bunları zaten yapan, örgütleyen, içinde yer alan, tartışan... O yüzden çok yeni bir pratik değil bizim hayatımızda.

Hakan Akçura: Ben soruya daha sürecin içinden tanıklıkla cevap vermekten yanayım. Ben diğer arkadaşların başlattığı süreç hakkında davet edildiğim andan itibaren haberi olan bir katılımcıyım. Dolayısıyla, geleneksel algı ve alışkanlıklara göre hem benim kendimi misafir, hem onların kendilerini ev sahibi sanmaları için yeterli bir nesnellik söz konusuydu. Ama ben davete evet dediğim andan başlayarak kendimi en az diğerleri kadar serginin sahibi hissetmekte hiç zorlanmadım. Özelde, bir yerine iki işimle sergide yer almam, iki işimin de sergi öncesinde internetten yaygınlaştırılmış olmasının bir sorun olup olmadığı, genelde sergi katılımcısı metinlerin içeriği, mali sorumluluklarımızın altından kalkma yolları, serginin kurulması ve basınla ilişkiler gibi harcanması zorunlu emeğin kimler tarafından ve nasıl verileceği gibi, her zaman zorlukla altından kalkılan ve tatsız duygusal yüklenimlere neden olan sorunların, adeta yıllarca ortak yaşama deneyimi olan insanların varoluş rahatlığıyla altından kalkılması çarpıcıydı ve bence paylaşılan ortak bilincin niteliğiyle ilintiliydi.

Çağrı Saray: Bu biraraya gelişin dışavurumsal bir durum olduğunu söylemek de mümkün. İçinde yaşadığımız toplum ve her gün bir yenisi eklenen vaka/olay/kriz her birimizi bağımsız birer sanatçı olarak yönlendiriyor; hem üretim hem de yan yana geliş bağlamında… Bu sergi de bu doğal refleksin ürünüdür diyebiliriz. Gerektiği zaman belli kişiler (belli işler) biraraya gelir ve tek bir tümceyi oluşturur. Bu serginin dışında yan yana gelişler de olacaktır kuşkusuz; çünkü hem toplumsal olarak benzer sorunsallar hem de üretim pratikleri üzerinden Türkiye’deki sanat ortamı bu yanyana gelişlere bir anlamda zemin hazırlıyor.

T.S: Serginin işaret ettiği sorunsalları gözönüne aldığımızda, daha çok ‘bir kamusal sanat projesi olmalıymış’ hissi doğuyor. Özel bir mekanda olmanın sergi açısından avantajları ve dezavantajları neler oldu?

Neriman Polat: İnternet ortamından gelen işler de var bu sergide. Onları kesinlikle kamusal alanın da bir parçası olarak değerlendirmek lazım. Hakan Akçura’nın işi e-mail üzerinden sergiye dahil oldu mesela. Yine Ceylan Önkol için yaptığı çalışma, eylemlerde insanlar tarafından ellerde taşındı. Bu açıdan aslında birçoğu kamusal alanla ilişki halinde olan işler. Bir bakıma, kamusal alanı içeriye aldık gibi olduk.

Deniz Erbaş: Bu sergiye dahil olan birçok sanatçının aynı zamanda kamusal alanda ürettiğini ve sokakta iş yapma pratiğine sahip olduğunu eklemek gerekir. Örneğin Aktif Kollektif gibi çok ender olarak özel alanlara giren bir sanatçı topluluğu da dahil oldu projeye. Neriman’ın Express’te yayınlanan işleri ve Evrensel Belgin’nin internet ortamında sürdüğü çalışmaları serginin kamusal alandaki uzantıları. Ancak mekan, bu açıdan işleri hızlandıran olumlu bir etken de oldu. O nedenle bu sergi özelinde kamusal alan mı, özel alan mı olmalı gibi bir tartışma hiç geçmedi aramızda. Zaten başından beri bir mekan olanağı bulunması üzerinden hareket ettik.

Çağrı Saray: Mekanın şöyle bir avantajı daha oldu; hem bu metinler, hem de içerik bağlamında serginin genel bir aurası oluştu. Sergide yer alan işlerin birbirini tamamlayan yapısı ile mekanın planı arasında belli bir paralellik var. Bu açıdan sanatçıların ve işlerin biraraya gelişini toparlayan bir mekan oldu burası. Çünkü burada öncelikle işlerin buluşması sözkonusu. Belirli bir içerik var ve o içerik etrafında toplanabilecek işler biraraya geldi. Mekanın labirente benzer yapısı, izleyiciye 360 derece tur atabileceği bir alan sağlıyor ve bu alan izlenme açısından sergiye bir dizge ve bütünlük kazandırıyor.

Hakan Akçura: Mekanın niteliğine ve sergiyle ilişkisine dair denilecek en önemli şeyin, alışılmadık bir biçim ve bilinçle bize tanıdıkları özgür atmosfer olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bu sergi, sanat merkezinin ismiyle anılan, bulunan ve işlerimizin başında o mekanın sahip ve çalışanlarının durduğu, en önemlisi serginin konuklarıyla çoğunlukla onların ilişki kurdukları bir sergi. Aramızda akanın, böylesi işlerle, böylesi bir zamanlama ile böylesi bir sergi açmayı ortak ve arzulanacak bir mesele olarak gören “bu insanlar” arasında “olması gereken” bilinç, güven ve olgunluğun “kendiliğinden varolduğunu” anladığımız bir yeniden farkındalık zemini olduğunu düşünüyorum.

T.S: “Pis Hikaye”nin oluşum aşamasında daha çok hangi disiplinlerden faydalandınız? Örneğin medya ve siyaset gündemi, serginin tartıştığı konularla iç içe geçiyor. Bu bağlamda nasıl bir seçicilik söz konusu?

Hakan Akçura: Bence bu sergi, hiç aramızda dile dökülmese de, “oluşumunda yeralan tüm bireylerin, kendilerini birer eşit konumlu kültür emekçisi ve aktivist olarak hissettiği” bir sergidir. O yüzden, neredeyse kültür ana başlığının içerdiği tüm disiplinleri içkin kılabilmiştir: Tarih bilinci, kültür ve sanat politikası, felsefe, siyaset bilimi, kültür ve sanat aktivizminden “yeni tür sergi tasarımı”na kadar…

Serpil Odabaşı; Bu sergi, bellek kaydı gibi de değerlendirilebilir, bu anlamda evet, tarihi not etmek gibi biraz da. Gündem hızla değişiyor, örneğin Kız Şaban Tv de bir kez geçti birkaç gazetede haber olarak göründü ve sonra unutuldu, buna dair bir şey söylemek, farkındalığı yükseltmek adına önemli bence. Bu anlamda bunları unutmadık, not aldık, diyebilen de bir sergi oldu bir yandan.

Hakan Gürsoytrak: Ayrıca sergide, heykelden fotoğrafa, videodan kolaj ve resme uzanan bir çeşitlilikte farklı sanat disiplinleri de yan yana geldi. Bu açıdan plastik olsun ya da herhangi bir medyuma yakın dursun gibi bir kaygı gütmedik. Kurgusu gereği bunu öngörmeyen bir sergi “Pis Hikaye”.

Deniz Erbaş: Sergide bir takım kronolojik sıçramalar var. O hepimiz açısından önemli oldu. Tüm işler yeni değil mesela. Erdağ Aksel’in 1988’de ürettiği ‘Pandora Prizma’ isimli heykeli de var bu sergide, 2000’lerin başından gelen işler de, hemen geçtiğimiz haftanın gündemine dayananlar da... Hepsi yanyana duruyorlar. Bu açıdan baktığımızda, işler arasında da sürece ilişkin bir takım diyalogların olduğunu gözlemleyebiliriz. Bu haliyle sergi, hem Türkiye’nin siyasal gündeminin, hem de güncel sanat tarihinin içinden geçmekte olduğu bir süreç üzerinden düşülmeli.

T.S: Peki yapıtlar ne gibi ‘pis hikayeler’ bağlamında bir araya geldiler?

Hakan Gürsoytrak: Hayatlarımızı, içerisinden geçtiğimiz sosyal olaylar üzerinden değerlendirirsek eğer kendiliğinden bir tablo çıkıyor ortaya. Darbeler, krizler, faili meçhul cinayetler, provokatif eylemler gibi vakalar yaşamlarımızın birer parçası halinde. Bir süre sonra kendi özgeçmişini, hatta kendini dahi bu olup bitenler üzerinden kurguluyorsun. Şöyle bir dönüp geçmişine baktığında, ‘pis işte bu hikaye!’ diyorsun. Tüm bu pis hikayelerin, toplumun içerisine ne kadar sızmış olduğunu görüyorsun. Bir süre sonra seni de kendisine benzetmeye başlıyor ve bunun dışına çıkamıyorsun. Yaşam alanını sarıp sarmalayan tüm bu içselleşmiş pis hikayeleri deşifre etme ihtiyacın işte bu aşamada doğuyor.

Deniz Erbaş: “Militarizm”, serginin temel başlıklarından birisi. Bunun bir diğer alt başlığı “darbe” olabilir. Bunun yanı sıra bir şiddet kültürü var. Metinlerden birisinde, psikanalitik düzeyde bu da işleniyor. Buna şuursuzlaşmış olmak da şiddet kültürünü besleyen etkenlerden birisi. Bunun militarizm ile de yakından bağı var. Tüm bu etkenler üzerinden büyüyen bir şey çünkü böyle bir anlayıştan yola çıktığında, kaşının üzerinde gözü olana da tahammülün olmuyor, biraz kırıtarak yürüyene de, teni biraz esmer olana da... Bu nedenle “Pis Hikaye”, Kız Şaban’ın öldürülmesine de, Ceylan Önkol vahşetine de eşit derece mesafeleniyor. Çünkü tüm bu olayların yanyana gelerek işaret ettiği bir atmosfer var.

Neriman Polat: Bu serginin gündemle bir ilişkisi var. Tanıklık etmek var. Kendi hikayeni anlatmak var. O nedenle buraya ait imgelerden meydana gelen bir sergi. Biraz uzaklaşıp baktığım zaman buradaki tüm işlerin, dünyanın genel hikayelerini değil, gerçekte bizlerin hikayelerini anlattığını görüyorum. Kendi içinde bulunduğumuz konumlanma sorunları, büyürken başımıza gelen olumsuzluklar veya gündelik hayatta karşılaştığımız sorunları kapsayan bir yapısı var “Pis Hikaye”nin. Bu nedenle ki, yapıtların tümü metaforik olarak kamusal alandan devralınmış bir sürekliliğe sahip.

Mahmut Koyuncu: Dünyadaki genel şiddet üretme makinasının, bu sistem üzerindeki rengini taşıyan bir sergi bu. Bunun, buradaki erkeklerde bıraktığı lekeler ile kadınlarda bıraktığı lekeler farklıdır. Farklı sınıfsal ve toplumsal tabakalardaki bireylerde, farklı etnik gruplarda bıraktığı lekeler başka başkadır. O nedenle buraya ait hikayelerdir. Bugün dünyada Amerika özelinde katmerlenen bir şiddet kültürü ve sürekli oraya dönük bir eleştiri var ancak kendi içimizdeki durumla da yüzleşebilmek önemli. ABD’nin dünya ölçeğinde yaratmış olduğu korku ve şiddet sarmalı yeterince görünür durumda. Lakin, Amerikan militarizmini sembolize eden sanatsal çalışmalarının olur olmaz aşırı üretimi veya tüketimi sanatçıyı entelektüel açıdan bir zihin bulanıklığına götürdüğünü düşünüyorum. Bu noktada, bir sanatçının veya herhangi bir insanın bu ülkedeki militer kültürün yarattığı arzuları ve uygulamaları görebilmesi önemlidir. Amerikan ordusu daha büyük bir ordu olabilir ama ondan küçük orduların da aynı yıkımları gerçekleştirme arzuları olduğunu unutmamak gerek. Kısacası hiçbir ordunun diğerinden daha masum olmadığını düşünüyorum. Bu bağlamda düşündüğümüz zaman “Pis Hikaye”de sanatçıların militarizmi işleme biçimlerinin bu algı üzerinden sağlam bir farkındalık noktasına tekabüliyeti söz konusudur. Coğrafyamızdaki şiddet geleneği de derin köklere sahiptir. Sergideki çalışmaların işaret ettiği veya sorun haline getirdiği meseleler gündelik münferit olaylarmış gibi görünüyorsa da her birinin derin bir şiddet ve kıyım geleneğinin uzantıları olduğunu görmek gerek.

Evrensel Belgin: Pis Hikaye, bir başlangıcı ya da sonu olmayan bir hikaye. Belli bir zamanda ya da yerde başlamış ya da yine belli bir zamanda/yerde bitecek bir hikaye de değil. Bu anlamda, 'öncesiz' ve 'sonrasız' bir 'hikaye' aslında...

Çağrı Saray: Türkiye’deki sosyo-politik olay ya da vakaların elbette uzun bir geçmişi ve gelişim süreci var, fakat her gün tazelenen ve volümü her daim yüksek tutan şiddet geleneği bize birey olarak sürekli bir farkındalık ve tam da olay yerinin ortasında/’ateş hattında olma’ duygusunu veriyor. An’a tekabül eden bu durum, bir öncesiz ve sonrasızlığı da beraberinde getiriyor. Şu an, bu serginin içeriğini oluşturan tüm gerçekler dışarıda yaşanmaya devam etmekte.

T.S: Bu açıdan “Pis Hikaye”yi lokal bir sergi olarak mı tanımlamak gerekir? Örneğin sergi, bu hali ile Londra’ya taşındığında oradaki izleyici için nasıl bir sunuma ihtiyaç duyarsınız? Mesela ne gibi metinleri eklemek gerekir?

Neriman Polat: Meselesi her ne kadar burası olsa da, “Pis Hikaye”yi kendi coğrafyası ile sınırlı bir sergi olarak tanımlamak sorunlu olur. Sonuçta bizler burada Filistin’den gelen bir işi izliyor ve anlayabiliyorsak, “Pis Hikaye” için de benzer bir dolaşım sözkonusu olabilmeli. Bu açıdan sergi, genel dünya düzeni için de bir şey söylüyor. Çünkü bahsi geçen konular, buradaki örnekler dışında, dünyada benzer karşılıkları olan meseleler.

Murat Başol: Başka bir ülkede sergilemelerde her zaman problem vardır. Burada bile alt metinler olmadığı için sergilenen bazı işleri değerlendiremeyen izleyiciler oldu. Sergi kendini ifade edebilecek durumda, fakat çok genç yaştaki bir izleyici de yakın tarihi ya da ülkede yaşananları genel kültür düzeyinde dahi takip etmemişse, bu sergi onun için bir şey ifade etmez. Bazı işler için metin desteği gerekli olabilir.

Çağrı Saray: Sergideki işlerde, hatta özellikle bazı işlerde daha net bir biçimde ortada olan temsili figürler ve semboller esasında birer gösterge. Bu serginin geneli için de, tek tek işler için de bir okuma yapacak olursak, bu okumaları şekillendiren unsurlar da bu göstergeler olacaktır. Bu bağlamda göstergeleri sadece gösterdikleri/işaret ettikleri temsili imajlar üzerinden anlamlandırmaya çalışırsak, o zaman sözünü çok direkt söyleyen ve yerelliğin içine hapsolmuş bir sergi karşımıza çıkar. Kısaca mesele okuma yöntemlerine ilişkin farklılıklarla ilgili.

Hakan Akçura: Henüz çok az yerde adı anılan ve üzerine yazılan sergimiz hakkında adını ilk kez duyduğum, aynı zamanda yazar, video sanatçısı, küratör ve korsan radyo aktivisti de olan Michael Lithgow isimli bir iletişim öğrencisi Kanadalı, oldukça yaygın okunduğunu anladığım “Artthreat” isimli ortak kültür ve politika sitesinde bir yazı yazmaya ve bu sergi bahanesiyle Kanada toplumunun kendi “pis hikayeleriyle” yüzleşmesinin gerekliliğini vurgulamaya kalkıştıysa, bu sorunun cevabı bizim niyetimizden bağımsız, nesnellik tarafından veriliyor demektir zaten. Sergimizin hiç yerel bir sergi olmadığını, hiç değişmeden taşınabileceğini de, taşınmamız söz konusu olduğunda orası neresi ise oraya yönelik yeni bir kollektif ve sergi oluşturulabileceğimizi de rahatlıkla söyleyebilirim. Aynı isimlerle, yeni isimlerin katılımıyla ya da yepyeni -eminim bu sergiyle dost - bir başka kollektifle…

T.S: Buradaki sanatçıların her birisi aynı zamanda farklı farklı alanlarda aktivistler. Bunun sergiye getirdiği bir boyut var mı?

Erdağ Aksel: Evet, sanatın hem yetersiz olabildiği, hem fazla geldiği durumlar olabiliyor. Unutmayalım ki hepimizin “sanatçı” kimliklerimizin yanı sıra bir dizi farklı kimliklerimiz de var. Sanatçı kimliğimizle siyasi kimliğimiz zaman zaman çakışır ve bu çakışma siyasi yanı ağır basan bir sanat ürünüyle neticelenirse ne ala. Zaten “site specific” (bunu Türkçeye mekana özgü diye mi çevireceğiz?) işler yapmaya soyunan birçok sanatçı için “site”, yani mekan sadece serginin yer alacağı odaya, binaya yani fiziksel mekana tekabül etmeyebiliyor. Sözgelimi siyasi mekandan söz etmek mümkün. Ayrıca bir sanatçının çalışmalarını mekanın sosyolojik, psikolojik özelliklerine uyumlu ya da karşı yapması da söz konusu. Belli ki burada etrafında olup bitenin farkında bir grup sanatçının biraraya gelmesi söz konusu. Ama tabii ki her zaman sadece siyasi sanat üreteceğiz, ya da her siyasi eylemimizi sanat ürününe dönüştüreceğiz diye bir önkoşul yok. İyi ki de yok. Aşk üzerine de sanat yapabilme hakkımız, sanatla ilişkisiz siyasi eylem yapabilme hakkımız kadar kıymetli.

Hakan Gürsoytrak: Sanat atmosferi çok cilalı ve çok süslenmiş bir ortam. Bir bakıma yaptığın şeye de bir yerden sonra yabancılaşmaya başlayabilirsin. Adına “Pis Hikaye” diyorsun ama temiz bir sergi çıkıyor ortaya. Bu yanyana gelişler, bir bakıma olaya daha doğru bir yön veriyor. O nedenle ben sanat ortamı içerisinde böylesi biraradalıkları kendi adıma tercih ediyorum. Sanatın yetersiz kaldığı yerde farklı alanlarda zaten biraraya geliyoruz.

T.S: Serginin, Türkiye’nin sosyo-stratejik ve siyasal ortamı içerisinde durduğu yeri göz önüne aldığımızda, ciddi bir perspektif doğuyor. Bu bağlamda “Pis Hikaye”den beklentileriniz neler?

Evrensel Belgin: İçinde yaşadığımız hikayeye ilişkin bir söz oluşturma ve tavır alma anlamında önemli buluyorum serginin niteliğini. Çünkü bu onun, bu hikayeye ‘karışması’, müdahil olması anlamına da geliyor. Tarihin ilerideki bir noktasında, dönüp, bu “travmalar ülkesi”nde tüm bunlar yaşanırken, peki karşısında ne yapıldı, neler oldu?!” denildiğinde söylenebilecek şeylerden biri olacak oluşudur önemli olan. Bu tavrı, bu gardı alabilecek enerjiyi kendinde bulabilmesidir.

Hakan Gürsoytrak: Diğer taraftan, günümüz mantığı içerisinden bakıldığı sürece, sen böyle 10 tane sergi yapsan da, anlamak istemeyenlerin bir tarafından girip diğer taraflarından çıkacaktır. O nedenle bu sergi öncelikle bizlerin bu ülkedeki suskunluğunu ve rahatsızlığını gidermesi açısından kıymetli. Onun dışında kanunlar mı değişiyor? Mevcut durum daha iyiye mi gidiyor? Uzun vadede belki bir iyiye gitme durumu ve buna katkı sunmak söz konusu olabilir. Bunu söylemeye inatla devam ettikçe belki, bakacağız... 1988’de yapılan işler bugün bu sergide hala geçerli, umarız daha uzun süre geçerli olmaya devam etmez. Ancak gidişat, bir süre daha geçerli olacakmış sinyalleri veriyor. Bu bağlamda, çok içtenlikle söylemek gerekirse bir ‘çaresizlik’ tarafı var bu işin.

Neriman Polat: Bu tip sergilerin her zaman belirli bir takipçi kitlesi olmuştur Türkiye’de. Bunun yanı sıra üniversite öğrencilerinin ve gençlerin ilgisi çok yüksek. Bu bizler açısından çok umut verici. Okullardan çok fazla izleyici geliyor.

T.S: Diğer taraftan sanatçı ve anlatım ilişkisi açısından, böyle bir alanda üretmek hayli külfetli ve dezavantajlı görünüyor. Çünkü bir bakıma, burada ortaya koyulan şey, ne kimsenin gerçekten yapmayı istediği şey, ne de orjinal olan. Bu üretim biçimini bir refleks ya da etki – tepki olarak tanımlarsak, sanatçıdaki izdüşümü nedir bu pratiğin? Dünyanın türlü güzelliği yanında, cinayetleri, darbeleri, yoksulluğu ve şiddeti resmetmek, onun arkasından gitmek, nasıl?

Evrensel Belgin: Hayatla kurduğunuz ilişkiyle ilintili bu biraz da. Hayatın sizin karşınızda biçimlenişini nasıl tarif ediyorsanız, malzemeniz de o tariften besleniyor elbette. Örneğin, “Dünyanın türlü güzellikleri dururken“ gibi bir ‘ikilem’, benim için bir şey ifade etmez. Çünkü sorunsallaştırdığım şeylerle var olduğuma inanıyorum.

Hakan Gürsoytrak: Modern düşünce öyle bir ütopyayı barındırır ki aslında, sanat ile hayatı aynılaştırmak... Özünde, sanatı da ortadan kaldıran bir ütopyadır. Sanatla hayat aynılaştığı oranda, sanat da ortadan kalkacaktır çünkü. Ancak bundan bağımsız da olmuyor, çünkü hayata dönüp baktığın anda sayısız aksilikle burun buruna geliyorsun. Bu çelişkiden çıkıyor bahsi geçen şeyler.

Burak Karacan: Arkasından gitmekten ziyade içine doğmakla ilgili bu; içine doğduğumuz atmosferle, onun diliyle ilgili. Travma yaşamamış birilerinin olduğunu pek sanmıyorum doğrusu. Baskının olduğu her yerde direnişin, en kötü ihtimalle direniş imkânının olduğunu düşünürsek, külfetten, dezavantajdan söz etmek yerine, direnişten ve dayanışmadan söz etmek daha anlamlı görünüyor bana. Evet, ardı ardına cereyan eden olaylar, bize başka türlü bir dünyayı düşünebilecek kadar soluk bırakmıyor bir yandan, ama öte yandan işte bu bizim hikayemiz.

Neriman Polat: Sanatçının kendisiyle başbaşa kaldığı anlarda, rahatsız edici bir tarafı da var bu sürecin. Belki de asıl yapacağınızı yapamıyorsunuz çünkü. Ancak bunu çok yeni bir mesele olarak düşünmemek lazım. Bizler şimdi kendimize böyle bakıyoruz, fakat bizden önceki kuşak bizim yaptıklarımızı çok az buluyor. Onlar da çok mücadele vermişler çünkü. Aynı zaman da hiç sanıldığı kadar özgür bir alan değil. Üzerinizde her an bir sansür baskısı var. İşinden dolayı hakkında davalar açılmış, yıllarca mahkemelere gidip gelmiş sanatçılar var. O nedenle herkes burada özgür bir şekilde kendisini ifade etmiyor. Aynı zamanda, onun sınırları ile oynuyoruz, nereye kadar genişletebileceğimize bakıyoruz. O açıdan bizler üzerinde türlü sorumlulukların olduğu bir süreç bu.

Murat Başol: Bu coğrafyada maalesef bize düşen hikayeler pis oldu. Bizim neslin şansı diyeceğim ama koca yüz yıl çalkantı içinde geçti özellikle son yarım asırda hiçbir sanatçıya güzel hikayeler nasip olmadı. Neriman’ın söylediği çok doğru, bizden öncekiler çok çekti ama bu bizim üzerimize giydirilen bir gömlek. Nasıl taşırsak taşıyalım üzerimizde duracak. Bu yüzden politik sanat diye bir isimlendirme yapılmamalı. Ülkenin malzemesi bu ne yapalım, gidip peyzaj resmi de yapmak istiyorum ama olmuyor. Sürekli rüzgâr esiyor.

T.S: Peki buradan ve ‘Pis Hikaye’den yola çıkarak, yönümüzü ‘politik sanat’a çevirirsek, bu yaklaşımın Türkiye’deki işleyişini nasıl buluyorsunuz? Bu alandaki üretimlerin katmerlenerek artmakta olduğu bir dönemdeyiz. Bu süreci nasıl anlamak gerekiyor?

Deniz Erbaş: Burası aynı zamanda çok politik bir ülke. Bu anlamda, sosyal alan da, sanat alanı da bu ortamın bir sonucu. Kimi insanların bu durumu mesleğine yansıtma şansı yok. En basitinden bir sendikaya dahi üye olsa, işyerinde patronu buna karşı çıkıyor. Herkesin, bunu belirli oranlarda yaptığı işe yansıtma şansı var. Sanatın öncelikle böyle bir avantajı var çünkü sanat üzerinden bunu istediğin gibi ifade edebilirsin. O zaman daha görünür oluyor. Ancak toplumun büyük genelinde politik olana kulak kabartmak gibi bir pratik var zaten. İlk etapta ‘politik sanat’ gibi bir tanım, kulağa marjinal bir alan gibi gelebilir ancak sanatçıların bir kısmı da toplumdan bağımsız hareket etmek istemiyor ve bu haliyle sanatın dinamiğine yansıyor. Bu sergide aynı zamanda öğretmen olan, bizzat çocukları eğiten sanatçılar da var. Bir ajansta ya da bir galeride, tam sistemin göbeğinde çalışan sanatçılar var. O açıdan, hayattan o kadar da kopuk olmamız beklenememeli.

Mahmut Koyuncu: Bu süreci politik olanın sanat alanına olan müdahalesi olarak görebiliriz. Çünkü sonuç olarak, bu olaylar olmasa bizlerde bunları yapıyor olmazdık. Hem bu sergi özelinde, hem de genel durum açısından, politik ortamın sanatçıyı yönlendirmesi gibi düşünülebilir. Tersten baktığında ise sanatçının politik olana söz söyleme ve ona kendi pratiği üzerinden cevap verme ihtiyacıdır. Diğer taraftan toplumda öyle olaylar oluyor ki, Hrant meselesi mesela, artık sanatı, tuvali falan bırakırsın, sokağa çıkarsın. Bu açıdan mevcut pratiği refleks olduğu kadar, tavır geliştirmek olarak da düşünmek gerekir.

Evrensel Belgin: Ya da bazen 'resim' yapmakla eylem yapmak arasında fark kalmaz. ‘Pis Hikaye’ bu anlamda bir eylem-sergi aynı zamanda.

Neriman Polat: Bir ek olarak, ‘politik’ kelimesinin içinin böylesine boşaldığı bir ortamda, bence politik sanat tanımı da çok doğru bir yerde durmuyor. Ayrıca hangi politikanın sanatı? Milletçi bir imgenin söylediği şey, bizim yaptığımız sanattan daha mı az politik? Bu açıdan konumuz yalnızca politik değil ve politik olanın bütünüyle değil. O nedenle ben kendi adıma ‘politik sanat’ yapıyorum gibi bir iddianın içerisinde hiçbir zaman olmuyorum. Burada bir seçicilik de söz konusu çünkü.

Hakan Gürsoytrak: Dünyada gelişmekte olan politik sanat değildi aslında, sanatın daha çok sosyoloji ile iç içe geçmesiydi. Küreselleşme ve yerel kimlikler bağlamında, olaylara daha fazla sosyal içeriği üzerinden bakıldıkça sanatta yeni bir politik gündem kazandı ve onun içinden politik sanat da çıktı. Örneğin mimariye baktıkça, sosyal konulara baktıkça, bir anda o mimarinin yapısının da politik olduğu görüldü. Bu açıdan politik sanat otomatik olarak yeniden keşfedildi diyebiliriz.

Burak Karacan: Politik derken ne kastedildiği de mühim. Nihai olarak hayatın her alanında, her edimimizde politiğiz. Sanat üretirken de, alış veriş yaparken de, dolmuşla bir yere giderken de. Bu nedenle politik sanat, politik olmayan sanat gibi bir ayrım, karşıtlık yaratmanın ötesinde bir şey söylüyor mu? Emin değilim.

Murat Başol: Küreselleşme herkesin kafasını karıştırdı. Sanat dünyası ise yeni sermaye dağılımı içinde yerini elbette alıyor. Ama bu değişim politik geçişlere de sebep oldu. Sanat da bu değişim içinde kontaklar kurarak evrensel yerini arıyor. Temiz ve yalın olmaya da ihtiyacı var çünkü bu küresel değişim yolundayken pis hikayeleri atlamadan iş yapmak gerekir. Varacağımız noktada buna fırsatımız olmayabilir. Eskiye göre daha fazla mücadele etmeliyiz.

Hakan Akçura: Ben bugünlerde yeni genel kurulunu yapacak olan, kimi yönetim kurulu üyeleri Ergenekon yanlısı sitelerin abonesi olan ve katıldığı son iki etkinlik Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü ve "Cumhuriyetin temeli kültürdür” Korolar Konseri olan Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin olağanüstü politik varoluşu ile bizlerin politik varoluşu arasındaki farkı gösterecek ayırt edici terimin “entelektüel muhalifliğimiz” olduğunu düşünüyorum. Edward Said’in dediği gibi, “elimizden geldiğince hakikati temsil etmek ile haminin ya da otoritenin bizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın bizim elimizde olduğunu kendimize hatırlatmamız”. “Görevimizin krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmek” olduğunu düşünmemizdir.

T:S: Diğer tarafta, bu mecranın, dünya güncel sanat endüstrisi içerisinde ciddi bir payı ve piyasası var. Tam da karşısında durduğu sistem tarafından yutulma ve sistemin bir parçası haline gelme riski çok yüksek. Öylesine ki, bu durum çoğu zaman mevcut meseleleri ya da sanatçıları egzotikleştirmeye götüren bir risk tablosu çiziyor. Tüm bu risklere nereden mesafelenmek gerekiyor?

Erdağ Aksel: Sanatı neleri düşünerek yapacağımız ciddi bir mesele. Tabii ki her şeyi düşünerek yapabilmek hoş olurdu ama bu imkansız. Dolayısıyla zorunlu olarak önemliden önemsize doğru bir sıralama yapıyoruz. Bu sıralamada “endüstri” ve “piyasa” ne denli önde olmalı sorusunun yanıtı kuşkusuz kişisel bir yanıt. Üretim sürecindeki bu öncelikli düşünceler sıralamasına istersek “sergileme”, “gösterme”, “kürotoryal sistem” gibi konuları da ekleyebiliriz. Kapitalist sistemin her şeyi yutma ve kendi parçası haline getirme eğilimine sanat yoluyla karşı çıkmanın tarihçesi maalesef hüzünlü ve başarısız bir öykü. Bu koşulları ve tarihçeyi bilen birinin tabii ki hala değirmenlere karşı savaşması mümkün ama bu belki biraz da sanatın her şeyi yapmaya muktedir olduğu inancını da içinde barındıran bir düşünce. Yaptığımız işin etkisini abartmadan, sanat yoluyla söylenebileceklerin değil ama yapılabileceklerin bir sınırı olduğunu anımsamak fena olmayabilir. O zaman da sanat üretme sürecinde, “piyasa” ve “endüstri” üzerine düşüncelerin öncelik sıralamasında daha gerilerde bir yerde bırakılması anlamlı. Aynı şey sanatın gösterilmesi konusundaki düşünceler için de geçerli olabilir. Bu konular önemsizdir demiyorum ancak sanat üretiminin bunlardan çok daha önemli meseleler ve süreçler içerebildiğinin altını çizmek istedim.

Deniz Erbaş: Dünya sanat piyasası üzerinden düşündüğümüzde, bahsettiğin türden bir ilişki kolaylıkla kurulabilir. O da ayrı bir ‘pis hikaye’ zaten. Ancak bizim coğrafyamızdaki fark şu oluyor, burada henüz böyle bir yapı dahi yok. Konu güncel sanat olduğunda, henüz endüstri diyeceğimiz kadar olgunlaşmış bir yapı ve koleksiyoner - piyasa ağı mevcut değil. İşini satabilen sanatçıların sayısı dahi parmakla gösterilebilecek kadar. Bir takım kurumsal yapılar var, ancak onların da sanatla ilişkisi henüz bu düzeyde değil. Sistemli bir üretim ve tüketim ağından bahsedemediğimiz bir ülkede, aslında bu boyutunu konuşmak biraz zor oluyor. Henüz bir kültür sanat politikası çizilmiş değil çünkü. Batı’daki kadar sistemli olmasa da, Türkiye’de de bu durumun bir süre sonra sisteme dökülmesi riski hep var.

Diğer taraftan politik sanat yap ya da yapma, aslında bu herkesi belirleyen bir şey. Venedik Bienali’nde ülke pavyonu olarak bir de Kürt Pavyonu açılıyor mesela. Kürt Pavyonu’nun, öncelikle oradaki ‘ülke pavyonu’ mantığına karşı çıkması beklenirdi ama bunu yapmıyor. Böyle bir ortamda sanatçılar da, mekanlar ve kurumlar da bazen ters köşe olabiliyor. Bu durum politik olanı da egzotikleştirme riski taşıyor haliyle. Ayrıca bu sergiye katılan sanatçılar Avrupa’da olsalardı, çok kolay bir devlet ya da belediye fonundan kaynak alıp, projelerini çok daha rahat koşullarda gerçekleştirebilirlerdi. O zaman gerçekten böylesi bir tartışmaya da dahil olmuş olabilirlerdi. Ancak burada böyle bir şey yok. Bunun da kendi avantajları ve dezavantajları var.

Sonuç olarak, egzotizm riski taşısın ya da taşımasın, yapılan iş sırf ‘politik’ olduğu için bazı avantajlar yakalasın ya da yakalamasın, işin özünde bu özgürlük alanını savunmak var. Çünkü elimizde kalan son özgürlük alanlardan birisi bu. Diğer alanlara bakalım, medya ve basının haline bakalım mesela, o da bağımsız ve politik olmalıydı sözde. Ne hale geldi? Böyle bir ortamda önceliğimiz, alanı korumak olmalı gibi geliyor bana. Bu açıdan, salt mevcudiyeti gereği dahi sanat ortamı içerisinde korunması gereken bir olgu olarak düşünmek gerekiyor bu alanı.

26.11.09

Türk ırkçılığı ile yüzleşme yazıtı

[For Hurriyet Daily News readers: This link leads to my 617 cm. long visual artworks clickable preview image which is being formed with 33120 words from turkish racist readers published supportive comments on turkish news portals in 4 days after the racist attack against to kurdish Democratic People Parties (DTP) convoy in Izmir. HA]

22-23 Kasım 2009
Kürt Ulusuna, Kürt İnsanına Yönelik Gelişen Nefret Dolu

Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı

Aşağıda ilk 40 santiminin resmini gördüğünüz bu işim aslında yaklaşık 44 (43.57) santim eninde ve yaklaşık 617 (616.73) santim boyunda.
O üzerine tıklarsanız açılacak ekranınızda ama tıklamadan önce beni okumaya devam etmenizi öneririm.

2007 yılında "Nefret tünelinde Aşk" başlıklı çağrımı yaptığımda, internette, forumlar ve haber sitelerinde yazılan ırkçı mesajların ve ırkçı seslenişlerin karşısına türk ve kürt, türk ve arap, rum, ermeni ya da bu gibi çift ulusal kimlikli aşkların videolarını koymak istemiştim olası katılımcılar eliyle. Binlerce destek, onlarca katılım cevabının ardından "kimse videosunu bitirip de yollayamadığı için" iptal oldu sanat etkinliği...

Yani ırkçı nefret mesajlarının, yorumlarının evrilip de içinde yeralacağı bir şeyler yapmayı uzundur istiyordum.
O zamanlar kararım, bu nefret dolu satırları hiçbir zaman kendi başlarına yeniden dolaşıma sokmamak ve okutmamaktan yanaydı.

O günden bugüne çok şey oldu, çok şey değişti Türkiye'de.
Bugün 22 Kasım 2009 günü İzmir'de atılan taşlar, tekme, yumruk ve sloganlarla ırkçı saldırıya uğrayan DTP konvoyunun ardından önerdiğim "Dikilmesi mümkün 'İzmirli ırkçılar' heykel tasarımı"mın ardından, yaptığımla yetinemeyen bir noktaya geldim ve karar değiştirdim.

Ben birileri sorduğunda kendini İzmir Karşıyakalı diye tanıtan bir insanım.
Ankara'da doğmuş olmam, 23 yıl İstanbul'da yaşamış olmam bunu değiştiremedi.
Çünkü ben ilk kez o kentte aşık oldum, işkence gördüm, hapsedildim, aldatıldım, dolu dolu sevindim, deli gibi heyecanlandım, şiir yazdım.
Tam da 47. yaşımı doldurduğum bugün, bir "Türk ırkçılığı ile yüzleşme yazıtı"yla, yüzüm en çok yine İzmir'e dönük karşınıza çıkacağımı kim söylese inanmazdım.

Bu 6 metreyi aşan yazıt 1265 satır ve 33120 sözcükten oluşuyor.
Olayın olduğu 22 ve ertesi 23 Kasım günlerinde internette değişik haber sitelerinde ve her seferinde benim heykel tasarımıma da uğursuz bir ilham veren aynı fotografa bakılarak yazılan, olup bitenlere dair okuyucu yorumları...
Hepsi türkün, kürt ulusuna, insanına, özetle kürde kesif nefretini içeren zehirli ırkçılıkla malül.
Yaşadığım ülkede, İsveç'te ve dünyanın çok geniş bir bölümünde, bu yorumların her biri ayrı bir polis soruşturmasının konusu olabilecek, toplamı ise topluma yönelik, kültürel, siyasi ve yasal zeminde ırkçılık karşıtı kapsamlı bir programı devreye sokacak niteliğe sahip.

Bu kez karar değiştirdim ve böylesi bir uğrakta, böylesi bir yüzleşmeye, bu ülkenin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için, çok düşünüp, taşınıp, bu yorumları olduğu gibi işime taşıdım.
Umarım yaptığım şeyin gücü, bu zehirin ikna çabasından daha güçlüdür.

Yine de 48 saatte bunların yazılabildiği ve mesela dün Çanakkale Bayramiç'te üç kürt erkeğini linç etmek için karakol zorlanır, kürt evleri taşlanırken, belki de milyonların o saldırganlarla aynı ilkellikte düşünebildiği, buna benzer yeni binlerce yorumu daha, peşi sıra günlük yaşantısının her anına ve internete de ekleyebildiği bir Türkiye ise karşımızdaki, bence bunu yapmam gerekiyordu.

Bu metinlerdeki zehiri şerbet bilenlerle değil, bu gerçekliği en az ben kadar bilenlerle de değil işim, geri kalanlarla...
Durum ne kadar vahim hala anlayamayanlarla.
Onlar okusun.
Onlar tıklasın sadece aşağıya...
Varacakları nokta beni bu işi yapmaya getiren noktaya yakın olursa en başta "Irkçılığa ve milliyetçiliğe Dur De!" girişimi olmak üzere bu gidişe karşı bir şeyler yapabilecekleri yerler, oluşumlar, örgütler var Türkiye'de bilsinler.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın da içinde yeraldığı -her ırkçı saldırıda bir kürt kışkırtması arayan- bir tür kör aymazlığa düşmesinler olan bitenin anlamına dair.

Bu üretiminde çok zorlandığım, internete, size ulaşabilecek şekilde yüklenebilmesinin yolunu çok zor bulabildiğim işe dair iki teşekkür borcum var: Karım Leyla'ya ve Pınar Taşkıran'a. İyi ki varlar.

Uyarı: Aşağıda yeralan imge, yazıt, hatta belki de onurunu yitirmekte olan bir kentin (ülkenin?) olası mezar yazıtı, 6 metre boyunca sürecek olan çok zehirli, ırkçı nefret ve küfür cümlelerinden oluşmuştur. Çocukların yanında açılmamalıdır. Okumanın, ruhunuza kalıcı zararlar verebileceğini bilmelisiniz.

25.11.09

Strasbourg à la rencontre des arts visuels turcs


MONDOMIX
ACTUALITE

25/11/2009

Dans le cadre de la Saison de la Turquie en France, Istanbul est l’hôte de la Foire Européenne d’Art Contemporain de Strasbourg (ST- ART), du 26 au 30 Novembre 2009. « Rencontrer l’Europe- Istanbul » réunie 25 artistes visuels turcs qui traduisent l’effervescence culturelle de la Corne d’Or. Car si la Turquie est aux portes de l’Europe, cet évènement compte bien démontrer que celle- ci est au centre de l’art.

Pour évoquer les interrogations identitaires liées à la forte mixité culturelle de la société turque et les subtils conflits qui opposent les cultures dominantes aux cultures minoritaires dans ce pays, « Rencontrer l’Europe- Istanbul » s’articule en trois moments.


Tamam


L’exposition «Tamam» (littéralement « d’accord », « entendu ») aborde la création visuelle contemporaine en évitant clichés orientalistes et stéréotypes exotiques. Le travail du photographe Nazif Topcuoglu, qui met en scène des jeunes filles plongées dans des ambiances imaginaires et angoissantes, fait référence à la peinture baroque tout en renouvelant ses codes. A noter que l’on peut aussi admirer quelques unes de ses photos à la Maison des Métallos à Paris, jusqu’au 29 Novembre. Quand aux images de Servet Koçygit, elles nous amènent à réfléchir sur l’ambiguïté, la complexité et la contradiction du pouvoir (en l’occurrence militaire) qui nous protège tout en nous surveillant. Enfin, il ne faut pas manquer le travail de Fikret Atay. C’est avec une forte acidité et un point de vue critique que le vidéaste aborde, par le biais de sa courte vidéo « Theorists », les thèmes de la jeunesse et de l’éducation religieuse. Un des fondements essentiels en Turquie, à l’origine de nombreuses controverses tant au niveau national qu’international.


Regards Projetés, 35 ans d’art vidéo turc


Cette sélection présente un vaste panorama de l’utilisation du médium vidéo en Turquie, des premières expérimentations aux tendances les plus contemporaines. Loin du documentaire, la vidéo artistique turque insère de surprenants éléments qui ne relèvent pas de la vie réelle, en se référant à l’histoire de l’art, en ayant recours à l’ironie ou en adoptant un langage poétique. On y distingue des types sociaux récurrents, tel que le réfugié politique (« Regarde les beaux coquillages » de Hakan Akçura et « Brothers and Sisters » de Esra Ersen) ou encore la minorité (« La Dentelle de Grand-mère » de Nancy Atakan).


Le voyageur et le diplomate: regards sur la Turquie au tournant du 20ème siècle


Cette exposition propose une sélection unique des premières photographies de Constantinople issue de la collection du Musée Nicéphore Niépce. Ces images nous montrent la Turquie au tournant du XXe siècle, période charnière sur le plan géopolitique, marquée par le déclin de l’Empire Ottoman et l’avènement de la République de Turquie. Les images ici présentées rappellent également au spectateur la fascination, savamment entretenue par le pouvoir, exercée par l’ancienne Constantinople : sites archéologiques, palais, trésors impériaux, restent les points de vue privilégiés.


Florence Thirea

« Rencontrer l'Europe – Istanbul », expositions / projections / publications. Du 25 au 30 novembre 2009 au parc des expositions du Wacken, Strasbourg.

Le site de la 14e Foire Européenne d’Art Contemporain de Strasbourg

"Rencontrer l'Europe: Istanbul" sur le site d'Apollonia

24.11.09

Cesaret ve samimiyet: "Ben bir entel gafilim."

İzmirizmir.net'ten: 24 Kasım 2009 19:25

BEN BİR ENTEL GAFİLİM


Pervin Mısırlıoğlu E.
Tüm Yazıları


Yazık ki "gavur"luğunu unuttu İzmir, kendini "taş devrinde" sanıyor. Kendi "açılım"sızlığının suçunu başkalarında arıyor. Zaman içinde demokrasi ruhunu kaybetmiş şovenizme ve ırkçılığa soyunmuş bazıları. Batının en batısında, denizin kıyısında "malum" "dağcılara" özenmiş.
Yakışmıyor taş atmak o ellere, gül atan eller gül kokar, dikeninden kan aksa da...

"Malum" arkadaşlar "malum" arkadaşlara faşist mi demişler? Yok canım "taşist" onlar. Yani eline şehir içinde bulamayacağın kadar büyük kaya parçalarını "dağdan" indirtip getirten "malum" arkadaşlar, şehir eşkıyalığına başvurunca, buna "taşist" saldırganlık adı veriliyor. Ki bu da hiç abartılı bir ifade değil! Hele bir de bunu "medya" deresinden toplanan taşlarla yaparlarsa... Oooo ne büyük gövde gösterisi.

Hakan Akçura’nın traji-komik önerisini kabul edelim ve İzmir’e ilk kurşun anıtından sonra biz de “Taş Atan Eller” abidesi konduralım.


Yoksa taş atan ellerin kırılsın diyen biri çıkacak diye beklersen geçmiş olsun. Senin elin barış için kalem sallayanlara uzanır ve sen yanlış adama kalem kırarsın.

Barış olma ihtimaline, demokrasi umma talebine, liberal ve özgürlükçü hayallerine boş işler diye bakarlar.

Atılan taş kalır kuyunun dibinde. Sivas’ın imajını nasıl Madımak belirlerse (ki yanlış, ki haksızlık) atılan taş baş yarar. Suya yazdığımız tarih taşa geçer. Cem Uzan bir “tarih” yazdı zaten İzmir’de, bu da ikinci taş devri olarak kayıtlara geçer.

İzmirli olmak neredeyse utandıracak beni! Doğuştan beni tanımlayan bilgilerimi siliyorum.

Nüfus cüzdanımı denize döktüm. Bulup çıkaran olursa hükümsüzdür ve hatta lüzumsuzdur.

Çünkü ben kentli olma bilincimi henüz kazanamamışken şimdi bir de kendimi kaybettim devşirme göçebelerin içinde.

Kabarık entarilerimizle, tüllü, süslü şapkalarımızla, beyaz güneş şemsiyelerimizle, Kordon Boyu’nda faytonlara binip baloya giderken aaaa o da nesi “kart kurt” lar sardı her bir yerimizi… Bunlar kuyruklu Kürtler, Allahın kroları ne işleri var bizim yıllar içinde ellerimizle kuruttuğumuz İzmir’de. Ay kıçımızı açamayacak mıyız, ay yoksa başımızı mı kapattıracaklar bize? Kırmızı giymiş türbanlı kadının, bir de parfüm sürmüşüne lağım faresi muamelesi yapmaktan, kendi yüzümüzün ne çirkin şekil aldığını görmeyiz. Erken iner hasis kırışıklıklar yüzümüze, erken iner hoşgörüsüzlük yüzümüze. İğrenti ve bulantının yersiz kullanışını yüreğimize, gözlerimize toplarız. Bayrak… Bütün dünya milletlerinin saygın bir simgesi. Tarihi liderler, bütün ülkelerin saygın geçmişi. Lütfen rica ediyorum kırmızı ve beyaz renklerinden beni soğutmayın. Bırakın Atam da rahat uyusun.

Süpürgeli cadılar gibi bayrakkkk, Atatürkkkk, Vatannnn yahut parrrraa ama hazırdannn, rantttttdan olanından diye inleyip, inlettirmeyelim ortalığı.

Mutlaka yaşatmamız gereken kitapçıları, illaki görmemiz ve duymamız gereken arka sokakların şarkılarını öğrenelim. Böbürlenmekten vazgeçip;
Biz şimdi rakı, rokayı bunlarla mı şeedicezz? Denizin kıyısındaki bütün o “gavur”un yaptığı harika taş yapıları yıkıyoz. Yerine muazzam çirkin, ucube apartmanları dikiyoz. Ne meltem gelir içlerine medar-ı iftiharımız Alsancak’ımıza ne de Kadifekale’mizin burçlarına kahve köpüğü kokuları. Şimdi bir de Kordon’u sarmış cafeler ve tipsiz herifler, nolcak bu halimiz?

Biz zaten Çeşme’de serinler, evlerimizde pinekler, alışverişimizi komşumuzdan ya da dostumuzdan ya da hadi haksızlık etmeyelim bir ahbabımızdan bile yapmayız! Bizim sevgisizliğimiz kendimize, bizim aşağılık kompleksimiz “asıl” gavurlarımızdan sonra bir türlü “gavurlaşamamamız”dan. Biz İzmir’in genetiksel mirasına sahip olamayız çünkü biz devşirmeyiz. Hiç birimiz tarihi mekanların kıymetini bilmedik. Hiç birimiz İzmir için düşünmedik. İzmir bence dış gebelik yaşıyor her daim. Aidiyet geliştirdiğini sanarak boşuna gülünç duruma düşüyor. Kimse bir gram ilerlemediğini söylerken aslında en saf duygularını dile getiriyor. Sonra da taşı gediğe pardon taşı “malum” arkadaşlara attığını sanırken kendi başını yarıyor… İzmir sonradan görme “gavur”luğunu kusuyor. O, Türkiye gibi, demokrasisi olmayan Cumhuriyetimizdeki safralarını kusuyor...

Sintinenizi Ege’nin mavi sularına boşaltmayın arkadaşlar! Kimler mi? Onlar kendilerini bilir “malum” arkadaşlar.

Nüfus cüzdanımı denize döktüm. Bulup çıkaran olursa hükümsüzdür ve hatta lüzumsuzdur.

Doğuştan beni tanımlayan bilgilerimi siliyorum. Sünni bölümünü Alevi, kimlik bölümünü Kürt, Yahudi, Ermeni, Boşnak, Arnavut, Bulgar diye düzenliyorum. Beni bu şekilde kabul etmeyenlerin, bugünden itibaren beni hatebook (nefret kitabı) larına koymalarını rica ediyorum. Beni YOKSAYın, beni GİZleyin, beni ÖTEKİleyin lütfen. Yalvarıyorum beni bu saldırgan ve barışçıl olmayan dünyadan SİLin.

Bıktım bu ikiyüzlülükten! BEN BİR ENTEL GAFİLİM.

Dersim, Dersin, Dersim-iz Demokrasi.

Sevgi ve Saygılarımla,

22.11.09

Dikilmesi mümkün "İzmirli ırkçılar" heykel tasarımı


(Olay aşağıda anlatılıyor. Ama yayınlanan bir tek fotograf bile daha iyi göstermiyor mu olan her şeyi aslında...)

BASINA VE KAMUOYUNA

İzmir’de bugün, 22 Kasım 2009 günü, Demokratik Toplum Partisi konvoyuna ve parti yöneticilerine taş ve sopalarla vahim bir saldırı düzenlendi. Olayı yaşayanların anlatımlarına göre Hatay Caddesi boyunca evlerin balkonlarında taşlar biriktirildiği ve bu taşların konvoya atıldığı, trafik polislerinin konvoyun önünü kesmesi ile zaten cadde kenarında konvoyun geçişini beklemekte olan insanların, duran araçlara linç etmek üzere taş ve sopalarla saldırıda bulunmasıyla olaylar başladı.

Yine olayı yaşayanların ve tanık olanların anlatımlarına göre; saldırganların çoğunluğu ‘kurt işareti’ yapmakta ve konvoydakilere yönelik olarak hakaret içeren sloganlar atmaktaydılar. Olay sırasında çok sayıda insan yaralandı ve araçlar zarar gördü.


Olay yerinde bulunan güvenlik güçlerinin saldırgan gruba etkili biçimde müdahale etmemesini, konvoyun güvenliğini almamasını, bu faşist saldırının ulusal basının büyük bir kısmında “vatandaş protestosu, DTP konvoyunda kavga, öfkeli kalabalık…” gibi sözlerle aktarılmasını endişe verici buluyoruz. Yaşananlar, bu saldırının bir anda ve kendiliğinden ortaya çıkan bir ‘öfke patlaması’ değil; günler öncesinden organize edilen, bilinçli ve programlı bir provokasyon olduğunun göstergesidir.

Planlı olduğu, yetkililerin haberdar olduğu ve yönlendirdiği yönündeki pek çok görgüye dayanan iddialarla gündeme gelen bu faşist saldırı Kürt ve Türk halklarının kardeşliğine gölge düşürmeye yöneliktir.

Geçtiğimiz yıllarda “duyarlı vatandaş tepkisi” diye başlatılan linç kampanyasının yeniden hayata geçirildiğinin göstergesi olan bu saldırı önümüzdeki günlerde Demokratik Toplum Partisi’nin yapacağı yurt gezileri açısından da kaygılanmamıza sebep olmuştur. Yaşanan ve yaşanacak muhtemel saldırılardan yetkililerin sorumlu olduğunu hatırlatıyor ve sürecin yasal olarak da takipçisi olacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz.

23.11.2009 Pazartesi günü saat 12.30’da Konak Eski Sümerbank önünde pek çok parti ve demokratik kitle örgütü yaşanan saldırıya ilişkin basın açıklaması yapacaktır. Saldırıyı kınamak ve kamuoyu ile paylaşmak için biz de orada olacağız. [Basın toplantısında tasarımımı ellerinde taşımak isteyenler, yüksek çözünürlüklü kopyasını aşağıdan indirebilirler. HA]

Tüm duyarlı kamuoyuna duyururuz.

Saygılarımızla.

İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi
Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi


Bu fotograf haberle ilgili albüm sayfasından ve "En son haber" sitesinden alındı ama onlar nereden aşırdı, aslında onu bulmak lazım.

Tasarımın yüksek çözünürlüklü kopyasına aşağıdaki resme tıklayarak ulaşabilirsiniz. HA


Olay hakkında:

DTP’li dostlarımızın yanındayız

Türkiye’ye barışın gelmesini ne kadar çok istediğini “17. 500 faili meçhulü de unutmaya hazırız. Yeter ki barış gelsin, akan kan dursun… ” ya da “barışı görelim Allah canımızı alsın” gibi ifadelerle, yetkililere, basının da önünde, sık sık anlatmaya çalışmış olan DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün de aralarında bulunduğu; mecliste 21 milletvekiliyle temsil edilen, Türkiye’nin binlerce noktasında yasayla koruma altına alınmış binaları bulunan bir siyasi partinin, Demokratik Toplum Partisi’nin yasal mitingine katılmak üzere, 200 kadar araçla havaalanından şehre gelen bir konvoy dolusu insan, canlarına kast edilecek biçimde ağır bir saldırıya uğradı.

Ellerinde taş, sopa, piknik tüp, sandalye, şezlong, lavabo taşı, bariyer demiri gibi öldürücü olabilecek nesnelerle, sırf Kürt oldukları önyargısıyla, yoldan geçen arabaların içindeki insanlara saldıranlar, tabii ki derhal tespit edilip yakalanmalı ve bunlara, ortaya çıkardıkları büyük hasar da dâhil, her türlü maddi ve manevi cezalar verilmelidir. Bunun görüntülü ve sesli kanıtları çeşitli basın yayın organlarında kamuoyuna sunulmuştur.

Bu olayda, saldırıyı başlatan ve polisin havaya ateş açarak dağıttığı grubun, sonradan tekrar toplanarak yürüyüş yapmasına izin veren ya da göz yuman tüm yetkililer sorumludur. Cana ve mala kastettikleri açıkça anlaşılan kişileri gözaltına almayan, konvoyun geçeceği güzergâhta yeterli güvenlik önlemi oluşturmayan, provokasyon olasılığına karşı istihbaratı varsa bile paylaşmayan bütün devlet memurları incelemeye alınmalıdır.

Konvoya saldırının MHP’nin sokak örgütü Ülkü Ocakları’ndan çıkan grupların bir araya gelmesiyle başladığı; aynı grupların, sonrasında bir yürüyüş yaparak tekrar aynı binaların önünde toplandıkları basında yer almıştır. Başta bu örgütlü saldırının olduğu bölgedeki MHP ve Ülkü Ocakları yetkilileri olmak üzere, MHP Genel Merkez yöneticilerine kadar pek çok kişi soruşturulmalıdır.

DurDe Girişimi olarak, “barış süreci”ne çok büyük destekleri olduğunu düşündüğümüz DTP’li dostlarımıza yapılan ırkçı-etnik milliyetçi saldırıyı kınıyor, hükümeti ve tüm devlet yetkililerini ilân ettikleri barış sürecindeki görevlerini yerine getirmeye davet ediyoruz. Barışa mal olacak her davranış ve tutumdan kaçınmak, herkesten önce, tüm masraflarını da karşılayarak, yaşadığımız ülkeyi yönetmesine izin verdiğimiz devlet ve hükümet yetkililerinin görevidir.

Irkçı saldırganlığa maruz kalan tüm DTP’li dostlarımıza geçmiş olsun diyor, barış yürüyüşünde yan yana yürümeye devam edeceğimizi bildiriyoruz.

Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi
24.11.2009
İzmir usulü demokrasi
Faşizmin başkenti: İzmir
Taş atan sarışınsa problem yok mu yani?
Diyarbakır’da, ve bir kez daha ‘mesela me...’
Kaplan: Başbakan kafayı yemiş
‘Operasyonel’ vicdan, sahte belge...
Böyle devlet, böyle toplum

İlk taş İzmir’den
Ahmet Türk'ten 'gerginlik' açıklaması
DTP konvoyuna saldırı protesto edildi
DTP, İzmir Emniyet Müdürü ve Valisi hakkında soruşturma istedi
"MHP ve CHP Kışkırttığı Kitleyi Kontrol Edemiyor"
İzmir'de taş devri
"İzmir'de Barış İsteyenler Savaş İsteyenlerden Daha Çok"
"İzmir'deki 'Vatandaş Tepkisi' Değil, Faşist Saldırı"

10.11.09

HEP China will run!

HEP China,
curated by Jose Drummond,
will run from 14 November (opening) to 12 December 2009
at AFA @ Portuguese Bookshop Gallery Macau China

Opening hours: 11AM to 7PM

Video is one of the most prolific visual mediums in use today. The Human Emotion Project (HEP) Macau selection links together more than 40 voices from all over the world. Presented in 4 weeks, each with a different program exploring different topics.

HEP was presented in Australia during February, in Italy during March, in Spain during April, in Portugal during May and in Macau in August. Exhibitions and screenings are also being prepared in Sweden, Denmark, Germany, Romania, Greece, Iran and USA.

Drawn together by the art that they share via the Internet, artists with disparate cultural and aesthetic identities approach the internal workings that exist in all humans. Emotions are inherently difficult to explicate. How does one describe fear? We know it when we feel it but how can we share, through the paltry use of language, our experience of it? Moving images, mostly embellished with sound, extend the expressive possibilities beyond what can be accomplished through language or even static imagery. By employing the largest palette of creative possibilities, film and video artists from around the world strive to externalize those complex driving forces that we all enjoy and endure and that bind us, as humanity, together despite our differences.

Alison Williams,
HEP Founder & Director

Video is one of the most prolific visual mediums in use today. The Human Emotion Project (HEP) Macau selection links together more than 40 voices from all over the world. Presented in 4 weeks, each with a different program exploring different topics.

“Paradox”, “Loss & Desire”, “Transformation” and “Fantasy” are the chosen topics for understanding video art, its own multiplicity and the reunion around the imaginative subject of The Human Emotion Project (HEP).

Jose Drummond
Curator


Paradox
November 14 to November 20

The artists in “Paradox” investigate the contradictions between documentary and performance, fact and fiction, order & chaos. What is real and what is staged? The absurdity of real life, the ambiguity of movement and the enigma of space are some of the perceptions raised in “Paradox”.



Dave Swensen Until Death Parts Us 01:23 - USA
Nicole Rademacher Walk With Me 01:16 - USA
Khairy Hirzalla Looking for 01:54 - Jordan
Hakan Akçura Catharsis 05:25 - Turkey/Sweden
Larry Caveney Arm Wresting Intervention 08:51 - USA
Kim Miller Thanx for Meeting Me Here 03:11 - USA
Vienne Chan Nightdance 05:53 - HK/Canada
Basmati Corpus Tracks 05:17 - Italy
Irina Gabiani Samaia or Triamazikamno 06:26 - Luxembourg
Xenia Vargova Tutu 03:10 - Bulgaria
Ng Fong Chao Redemption 10:55 - Macau


Loss & Desire
November 21 to November 27
“Loss & Desire” explores the ambiguity of misplaced feelings from the philosophical aspect to the emotional. The strong deficit of engagement, the desire for connection and the interior struggle for clarity are permanent in each work.

Gaia Bartolini Unseen Dialogue 07:21 - Italy
Daniel Chavez Self Examination – I Am Nothing 02:38 - USA
Michael Douglas Hawk Bubble Girl 02:14 - Germany
Richard Jochum Mama 01:34 – Austria/USA
Alison Williams Cage-panic 01:46 - RSA
Debbie Douez Two in One 03:18 - Spain
Manfred Marburger Proud 02:15 - UK
Gili Avissar Self portrait-Dead artist 00:34 - Israel
Jose Drummond The Illusionist 01:58 – Portugal/Macau
Masha Yozefpolsky Deep Freeze Israel
Bianca Lei Won Ton noodles, I love …… IT ! 13:00 - Macau


Transformation
November 28 to December 4

The power of “Transformation” is a vibrant and integral part of our lives. The mystery of life changing, the spirituality of isolated gestures and sounds and the manipulation of these elements compose a space of reflection and intimacy.

Amina Bech Tranquility Inverted 03:40 - Norway
Bill Millett The Book 06:46 - UK
Anders Weberg Undisclosed beauty 03:13 - Sweden
Glenn Church Fragility 05:33 - UK
Alison Williams & Anders Weberg Mirror Mirror 02:30 - RSA/Sweden
Christy Walsh Isolation 03:28 - USA
Alberto Guerreiro Transcendent 04:30 - Portugal
Alicia Felberbaum There and Back 02:47 - UK
Sue Pam-grant Portrait 03:26 - RSA
Danny Germansen Alienation & loneliness 01:59 - Denmark
Alice Kok The Duet 03:21 - Macau


Fantasy
December 5 to December 12
“Fantasy” draws inspiration from the apparent fascination of lively graphic imagery. The looping of the modern era, the provocation of literature, the encounter with the fantastical and the employment of technology contribute to the process making of these visual stories.

Adamo Macri OOC 05:51 - Canada
Ebert Brothers Bluescape 02:57 - Germany
Verena Stenke/Andrea Pagnes Crossing 02:44 - Italy
Robertina Sebjanic Bubble 06:02 - Slovenia
Niclas Hallberg The Crying Man 01:23 - Sweden
Michael Chang Concerto Azzurro 06:10 - Denmark
Paolo Bonfiglio Mater 07:20 - Italy
João Ricardo Scarleet 07:04 - Portugal
Cindy Ng Walking 09:25 - China

6.11.09

Meeting Europe - Istanbul: 35 years of Turkish video art / Rencontrer l'Europe - Istanbul: 35 ans d’art vidéo turc


Meeting Europe - Istanbul
exhibitions / projections / publication
25-30 November 2009 Wacken Exhibition Centre, Strasbourg
within the framework of st-art'09, 14th Strasbourg Contemporary Art Fair


Projected Visions

35 years of Turkish video art

Artists: Hakan Akçura / Halil Altındere / Selda Asal / Nancy Atakan / Fikret Atay / Bulent Baş / Tennur Baş / Ali M. Demirel / Burkay Doğan / Köken Ergün / Esra Ersen / Özlem Günyol / Gülsün Karamustafa / Mustafa Kunt / Ahmet Öğüt / Erkan Özgen / Ferhat Özgür / Şener Özmen / Candaş Şişman / Nil Yalter

Curated by Celenk Bafra and Ege Berensel

Presented as an exhibition, this vast selection shows a panorama of Turkish video art, from the first experiences with this medium to the most actual tendencies.

Additionally, a round table on “Video art in Turkey” will be held on 26 November 2009 (within st-art, time to be confirmed), in collaboration with the High School of applied arts of Strasbourg.

apollonia is an association based on local law created in 1998, on the basis of work conducted since 1994 by the Council of Europe within the framework of the Program of European Artistic Exchanges.

Today apollonia defines itself as a platform of cooperation in the area of the visual arts between European countries and, more specifically, with the countries of Central and Eastern Europe, the Balkans, the countries along the Baltic Sea and in the South Caucasus.

apollonia is an autonomous structure functioning on the foundation of close cooperation with other European partners, both inside and outside the European Union. Thus the conception and realization of the projects results from the mutual support of the participating partners. A large majority of them are traveling presentations and thereby reach a wide European public.

One of my video will be exhibited:


Look what beautiful seashells!
(Recording four and five)
Image: 04.05.2008 15:43, Stockholm Highway, Sweden
Voice: 03.05.2008 18:03, Möja Island, Sweden
Hakan Akcura, Stockholm, 2008


....

Rencontrer l'Europe - Istanbul
expositions / projections / publication
25-30 novembre 2009 Parc des expositions du Waken, Strasbourg
dans le cadre de st-art'09, 14ème Foire européenne d'art contemporain


Regards Projetés

35 ans d’art vidéo turc

Artistes:
Hakan Akçura / Halil Altındere / Selda Asal / Nancy Atakan / Fikret Atay / Bulent Baş / Tennur Baş / Ali M. Demirel / Burkay Doğan / Köken Ergün / Esra Ersen / Özlem Günyol / Gülsün Karamustafa / Mustafa Kunt / Ahmet Öğüt / Erkan Özgen / Ferhat Özgür / Şener Özmen / Candaş Şişman / Nil Yalter

Commissariat: Ege Berensel (artiste, critique d’art) et Celenk Bafra (critique d’art, IKSV)

Présentée sous la forme d’une exposition, cette large sélection présente un vaste panorama de l’utilisation du médium vidéo en Turquie, des premières expérimentations aux tendances les plus contemporaines.

Par ailleurs, une table ronde sur le thème de « L’art vidéo en Turquie » sera organisée, en collaboration avec l’École supérieure des arts décoratifs de Strasbourg (26 novembre 2009 au Parc des expositions du Wacken, horaire à confirmer).

apollonia est une association de droit local créée en 1998, faisant suite au travail conduit à partir de 1994 par le Conseil de l’Europe dans le cadre du Programme d’Echanges Artistiques Européens.

Aujourd’hui, apollonia se définit comme une plate-forme de coopération dans le domaine des arts visuels entre les pays européens et plus spécifiquement avec les pays d’Europe centrale et orientale, les Balkans, les pays Baltes et du Caucase du Sud.

apollonia est une structure autonome dont le fonctionnement repose sur une coopération étroite avec d’autres partenaires européens, intra et extra-communautaires. Ainsi, la conception et la réalisation des projets se font grâce à l’appui des partenaires impliqués. La grande majorité des manifestations sont itinérantes touchant un large public européen.

Une de mes vidéos seront exposées:


Look what beautiful seashells!
(Recording four and five)
Image: 04.05.2008 15:43, Stockholm Highway, Sweden
Voice: 03.05.2008 18:03, Möja Island, Sweden
Hakan Akcura, Stockholm, 2008

Les Vidéologies : Notes sur la vidéo en Turquie

Le caractère politique des vidéos réalisées en Turquie ne relève pas du fait qu’elles transmettent des messages et des émotions qui sont liés à des problèmes sociaux et politiques et qu’elles reflètent les structures et les formes sociales du pays

… Elles sont politiques parce qu’elles instaurent une forme de distanciation, qu’elles proposent un nouvel espace-temps [Deleuze] et qu’elles élaborent un nouveau sensorium (mécanisme de sens et de perception) [Rancière]. Elles sont également politiques dans la mesure où les pratiques, les modes de vie, de perception et d’échange se rejoignent en un sens commun, c’est-à-dire en un “sens du bon” qui est concrétisé par un sensorium commun, lequel réorganise les modes et les formes de visibilité [Rancière]. Nous sommes face à une production vidéo, un enregistrement documentaire d’un seul plan et d’une seule prise, où le montage n’entre pas en compte et qui crée une illusion de la réalité : l’enregistrement direct de la pure réalité (Regarde les beaux coquillages, Hakan Akçura, Court Circuit, Ahmet Öğüt, Les rebelles de la danse, Fikret Atay). Même si l’essence de cette création vidéo réside dans le fait de documenter, d’utiliser les techniques du reportage et du cinéma-vérité ou la méthodologie de l’histoire orale, celle-ci invente un nouvel espace-temps en démultipliant l’image en plusieurs écrans ou en créant une forme de fausseté.

Dans son article relatif à la création vidéo turque, Nancy Atakan affirme que celle-ci élabore une forme pseudo-documentaire. « Alors que la vidéo documentaire vise à refléter la réalité d’un individu ou d’un évènement, les travaux que je qualifie de pseudo-documentaires se présentent comme des documents mais sont en fait tout autre chose. Selon moi, c’est cette « autre chose » qui rend ces travaux intéressants. Parfois l’artiste insère un élément inattendu qui ne relève pas de la vie réelle, en se référant à l’histoire de l’art, en ayant recours à l’ironie ou en adoptant un langage plus poétique ou esthétique. La plupart du temps, l’élément qui semble relever d’une scène quotidienne est une mise en scène ou, dirons-nous, que la mise en scène en constitue un élément essentiel. Certains de ces travaux intègrent la musique et l’image tandis que d’autres privilégient le dialogue. Certains déploient des installations multi-écrans ou des installations qui réunissent une vidéo et un objet. Certaines œuvres nécessitent une implication intense de l’artiste durant l’enregistrement, tandis que d’autres, au contraire, privilégient sa prise de distance. Quelque soit l’intervention effectuée, il me semble que la diversité qui transforme ces travaux en œuvre d’art est cette situation d’être ‘autre chose’» Dans certaines œuvres, la fonction documentaire est falsifiée par des mises en scène qui se réfèrent à l’histoire de l’art et où la réalité est masquée par le recours à l’allégorie et à l’ironie (dans les vidéos de Şener Özmen, notamment La Route Allant à Tate Modern et Sortie et la vidéo intitulée Adult Games d’Erkan Özgen). Ces deux artistes ont réalisé leur vidéo dans le sud-est du pays, à Diyarbakır et Batman. Dans un entretien, Şener Özmen affirme que la peur est à l’origine des relations « biaisées » avec la réalité. Déguisés en Don Quichotte et Sancho Panza, Şener Özmen et Erkan Özgen, demandent leur chemin pour se rendre au musée Tate Modern à des paysans. Tandis que La Route Allant à Tate Modern tisse une tension ironique entre le centre et la périphérie, La Sortie est une performance réalisée par Hikmet Uçaman qui était resté coincé sous les débris du tremblement de terre de Diyarbakır Lice en 1975 à l’âge de 2 ans ; alors qu’un individu tente de s’extraire des décombres d’un bâtiment, l’image de cette tentative est répétée en continu. Ce qui se trame ici est un tremblement de terre politique, des millions coincés sous les débris, l’individu et l’impossibilité de sa liberté. Aucune issue n’est possible. La vidéo Adult Games d’Erkan Özgen met en scène une vingtaine d’enfants kurdes vêtus de cagoules noires, qui s’amusent à occuper la place d’un village abandonné (que nous savons être le village de Derik) en adoptant le mode opératoire de la guérilla. C’est ainsi que l’ironie suspend la réalité. Selon Şener Özmen, montrer la guerre et la pauvreté de manière explicite revient à opter pour une solution de facilité.

Ce que Gramsci attend de l’intellectuel et ce que Benjamin nous convie à penser dans son article intitulé L’Auteur comme Producteur sur la position de l’artiste dans le processus de production, est de résister à la culture aliénante de la bourgeoisie, de passer au camp prolétaire et de transformer les appareils de production. Mais, au lieu de plaider pour cette nouvelle force sociale, l’artiste doit situer la pratique dans le même camp que celle-ci. Ainsi, l’artiste « ayant été auparavant le fournisseur de l’appareil de production, devient un ingénieur qui a le devoir d’adapter cet appareil aux objectifs de la révolution du prolétariat». C’est-à-dire que l’objectif premier de l’art doit être de transformer les ouvriers en producteurs d’art, de délivrer l’artiste et l’intellectuel « bienfaiteur et mécène idéologique » « d’une position impossible ». L’expérience du Groupe Medvedkine, fondé par Chris Marker dans les années soixante, qui transforma des ouvriers grévistes en cinéastes, a tenté d’appliquer cette devise à l’histoire de la production d’images. En Turquie, les collectifs Karahaber, Vitopya et Videa, qui réalisent des vidéos activistes et qui sont essentiellement apparus avec les mouvements anti-globalisation, s’avèrent enclins à effectuer cette transformation. Dans sa vidéo Les Ramasseurs de papier, Karahaber (Alper Şen) recherche les possibilités pour les ramasseurs de papier de produire et de transformer leur propre image en leur fournissant des caméras. L’histoire est celle de ceux qui vivent dans des ghettos à Ankara et Adana après que leurs villages de Hakkari aient été brûlés et désertés et qui deviennent ramasseurs de papiers pour survivre : la caméra passe de main en main, et c’est ainsi qu’une main invisible lie les histoires entre elles. Dans sa vidéo intitulée Si Je Chante Une Chanson Est-ce Qu’elle Sera Diffusée ?, Oktay İnce (Karahaber, Videa), qui est ouvrier municipal, filme pendant un an la statue d’Atatürk de la place Ulus à Ankara. Ainsi, se profile une métaphore de la Turquie, par le biais d’une place entretenue par un employé municipal, où les prostituées vont au turbin, où les fous et les vendeurs déambulent et où les couronnes sont déposées à l’occasion de la fête de la République.

La création vidéo turque crée des caractères sociaux : l’enfant de rue (Les Rebelles de la Danse, Fikret Atay), le réfugié politique (Regarde les beaux coquillages, Hakan Akçura), Réfugié (Brothers and Sisters, Esra Ersen), la minorité (La Dentelle de Grand-mère, Nancy Atakan), les ramasseurs de Papiers (Les Ramasseurs de Papier, Alper Şen), etc. L’apparition de la sociologie, de la philosophie, des sciences, de l’art du roman et du cinéma ne peut être envisagée indépendamment de l’activité de description ou même d’invention du « type social » : l’étranger de Simmel, le flâneur de Benjamin, le prolétaire de Marx, le protestant de Weber, l’idiot de Dostoïevski, le Kinok de Vertov. Alors qu’au début du siècle dernier, la littérature, les sciences et le cinéma tentaient de comprendre la vie par l’intermédiaire de types sociaux, ceux-ci semblent ne plus avoir cours de nos jours. Dans sa thèse de doctorat intitulée Des Doxas aux images : Vers une Sociologie de Sentiment, Ulus Baker tout en proposant une critique d’une société de la doxa, affirme qu’il est dorénavant possible d’inventer des caractères sociaux grâce aux moyens offerts par la vidéo. Il n’est ici pas question d’affirmer que la vidéo turque s’efforce d’être sociologique ou de « faire de la sociologie », mais qu’elle crée au contraire une nouvelle politique de l’image en produisant des « types sociaux ».

Ege Berensel

4.11.09

"Turkey’s “Dirty Stories” challenge censors and public memory"


Michael Lithgow
Art Threat


Every country has its dirty stories. In Canada, we could point to the continuing theft of land and resources from First Nations; the environmental devastation and human cost of the Alberta tar sands; or the Highway of Tears (to name a few). In the case of Turkey, a particularly dirty story from their recent past is the 1980 coup that saw hundreds of thousands of detentions, and widespread human rights abuses including torture, lengthy jail terms, and executions for political dissidents and civilians.

It is not a popular memory.

This month, the exhibition “Dirty Stories” opened at the BM SUMA Art Center in Istanbul’s Karaköy district. The show presents 30 artists working in a range of media to excavate and transform the memory of Turkey’s dirty war into some kind of new and contemporary understanding. As we’re fond of saying on our war memorials in Canada – “Lest We Forget”, indeed.

The works range in content and form including various kinds of memorial for individuals killed in the coup; poems against censorship crumpled and left on the gallery floor for visitors to take; a gun chiseled on a tombstone; photographs of muzzled artists.

As Turkey continues to struggle with the memory of its recent political past, and continued censorship and challenges to artistic and expressive freedom, the exhibition is bound to stir public controversy. Kudos to the artists and gallery for taking the risk of remembering in order to transform the present and protect the future.