17.6.09

Berlin'de "İstanbul-Off-spaces" sergisi , "Allah korkusu" ve cevaplarım...


Hafriyat-Karaköy'ün "Allah Korkusu" sergisinden seçmeler iki ayrı uluslararası sergiye taşınıyor. Bunlardan ilki, Kunstraum Kreuzberg / Bethanien'de, Berlin'de 3 temmuz 2009 tarihinde açılacak "İstanbul-Off-spaces" sergisi. (İkinci sergi, kasım ayında Paris'te İslam Kültürü Enstitüsü'nde açılacak.)

16 Ağustos'a kadar sürecek "İstanbul-Off-spaces" sergisine on iki sanatçı grubu davet edildi. Basın bülteni sergiyi şu cümlelerle tanıtıyor: "İstanbul-Off-Spaces sergisine davet edilen oniki sanatçı grubu, sergilenen eserleriyle, İstanbul’da sayıları giderek artan ve önem kazanan bağımsız, ticari olmayan sanatçı kolektifleri ve sanat mekanlarını temsil ediyorlar."

Katılımcılar, 5533, Apartman Projesi, Artık Mekan, Atılkunst, Daralan, Hafriyat-Karaköy, Kurye, Masa Projesi, Nomad & Upgrade!İstanbul, Oda Projesi ve xurban_collective.

Bülteni okumaya devam ediyoruz:

"İstanbul-Off-Spaces, Berlin ve İstanbul arasındaki kardeş şehir ilişkisinin 20. yıldönümü vesilesiyle düzenleniyor. Sergi, Hauptstadtkulturfonds (Federal Almanya Başkenti Kültür Fonu) ile Kunstraum Kreuzberg/Bethanien’in destekleriyle gerçekleştiriliyor.

Sanatçılar işlerinde, toplumsal ve politik olguların izini sürüp, Kreuzberg’deki konumlanışları sayesinde, özellikle Berlinli sanat çevreleri ile ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerle de kalıcı bir diyaloğu hedefliyorlar. Bu bağlamda, Selda Asal ve Serdar Ateşer (Apartman Projesi), yüzde 90’ı Alman kökenli olmayan öğrencilerden oluşan Neukölln’deki Kurt-Löwenstein Okulu ile birlikte gerçekleştirilecek bir müzik videosu planlıyorlar. Sergilenen çalışmalar arasında, Hafriyat-Karaköy’de gerçekleştirilen Allah Korkusu Afiş sergisinden seçmeler de yer alıyor. Atılkunst grubu ise, serginin gerçekleştirileceği ve eskiden bir Kilise Hastanesi olan Bethanien binasının kuleleri arasına 'Sadede Gel' sözlerini içeren bir Mahya gerçekleştirecek."

Sergiye "Kemalizm bir ibadet biçimidir" isimli afişimle katılacağım.


Bu vesileyle, geçtiğimiz aylarda Sabancı Üniversite Kültürel Çalışmalar Bölümü yüksek lisans öğrencisi Özden Şahin'in "Türkiye'de güzel sanatlara son on yılda yapılan sansür" konulu tez çalışması kapsamında sorduğu sorulara verdiğim cevapları, onun da izniyle yayınlıyorum:

3 No.lu Vaka Analizi: Allah Korkusu Sergisi / Hakan Akçura

1. Süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Örneğin Vakit gazetesinin sergiyi hedef göstermesi üzerine konuyu grubunuz arasında konuşarak koruma talep etme kararını hep birlikte mi aldınız? Sergiyi korumak üzere gelen polisler posterlere baktıktan sonra nasıl bir tepki verdiler? Soruşturma açacaklarını size nasıl bildirdiler?

HA: Bu ve ardından gelen birkaç soruda, benim söz konusu sergi öncesi, sırası ve sonrası İstanbul ya da Türkiye’de olduğum varsayılmış. Oysa ben tüm bu süreçte İsveç’teydim. Öncelikle bu bilinmeli.

İkinci önemli hata ise, beni ve belki de tüm “Allah Korkusu” sergi katılımcılarını Hafriyat sanat grubu üyesi sanan vurgulamalarınızda söz konusu. Sergiye katılan sanatçılar arasında Hafriyat üyeleri elbette ki vardı ama o serginin ben de içinde olmak üzere çoğu katılımcısı, Hafriyat üyesi değildi. Dolayısıyla aslında ancak bu düzenleyici ve mekan sahibi sanat grubunun üyelerinin cevaplayabileceği birçok sorunuza cevap olarak yazacağım kimi sanılarım, bilgilenmelerim ve düşüncelerimi ise grup üyelerinin vereceği cevaplarla karşılaştırmanızda yarar olduğunu düşünüyorum.

Sergi öncesi yayınlanan ve hem sergiyi, hem de düzenleyici ve katılımcılarını hedef gösteren Vakit gazetesi haberini, Hafriyat’ın yolladığı bir bilgilendirici e-mail ile öğrendim. O e-mail konu hakkında Hafriyat’ın yaptığı basın açıklamasını da içeriyordu:

“Hafriyat Karaköy, 10 Kasım tarihinde "Allah Korkusu" konulu afiş sergisini açıyor. 05 Kasım tarihli Vakit gazetesinde ise henüz açılmamış olan sergiyle ilgili olarak "Küstah Sergi" başlıklı bir haber yayımlandı. Vakit, yazısında "sanat adı altında, sövgü kültürü inşa ediliyor" iddiasında bulunuyor, "...sergi şimdiden halkın tepkisini çekti" diye yazıyor, ayrıca "...sergide, Allah korkusunun olumlu değil olumsuz yönleri gösterilmeye çalışılacak" diye ekliyor. El insaf, daha afişleri görmeden nereden bildiler.

Bu serginin amacı sövgü veya maneviyat dünyasına sataşmak değil; Allah korkusu kavramından hareketle, her türlü iktidarın "korku"yu kullanma şekillerini araştırmak. Sergi metninde belirtildiği gibi, "Artık ayırmamızı bekliyorlar: Müslümanı hıristiyandan, ateisti sofudan, gizliyi açıktan. (…) Atatürkçüyü İslamcıdan, konu Cumhuriyetse birinciciyi ikinciciden, Batıcıyı Doğucudan ayır dur. Ayırmayıp arayana, şüphe duyana tahammül yok, ama şüphenin engellenmesinden beteri birinci elden bir tecrübenin önüne konulan kalıplar, isimler, sınıflandırmalar, kişinin kendini tanımasının önüne çıkan dur bakalım işaretleri."

Vakit gazetesindeki yazının amacının sergiyi açılmadan baskı altına almak ve hedef göstermek olduğu ortada... Korku ve tehdit politikası yaratarak tartışma kabul etmeyen bir ayrımcılığa kapı aralayan bu önyargılı, gerçekten uzak ve birilerine Hafriyat Karaköy'ü hedef gösterme amaçlı haberdeki yargılar asılsız ve yalandır. Bu kışkırtıcı haberle nasıl bir hava oluşturulmak istendiğinin örneklerini daha önce gördük.

Herkesi açılışa bekliyoruz.”

Vakit’in “Küstah sergi” başlıklı haberini ve Hafriyat’ın basın açıklamasını 6 Kasım 2007 günü, blog sitem “Open Flux”a taşıdım. “Daha açılmayan sergi Allah Korkusu'na Vakit'li saldırı” başlığı ve “Vakit gazetesi, benim de katılacağım 10 Kasım 2007 tarihinde açılacak olan ‘Allah Korkusu’ konulu afiş sergisini alenen hedef olarak gösterdi,” satırlarını blogumun başlığına taşıyarak…

Korumaya ilişkin kararı alan, uygulayan, masrafını karşılayan Hafriyat’tı. Benim açılış günü öncesinde, bu yönde aldıkları ve bence zorunlu ve gerekli bir savunma refleksi olan bu kararlarından hiç haberim olmadı.

Sergi açılışına gelen polislerin koruma amaçlı mı, yoksa neler olup bittiğine, bu arada onlar açısından sakıncalı bir durum olup olmadığını görmek ve gerekirse rapor etmek için mi geldiğini bilemiyorum. Belki her ikisini de kapsayan ve onlar işin alışıldık olan bir “yoklama” rutini söz konusu…

Yıllar önce Dulcinea’da “Aynalarımı İstiyorum” adlı sergimi açtığımda iki siyasi polisin uzun uzun sergilenen metinleri ve kimi görsel işleri inceleyip kendi aralarında tartıştıklarını hatırlıyorum. Türkiye’de şurasından ya da burasından verili bir sınırı aşma ihtimali olan, aşan her serginin ve etkinliğin bu biçimde siyasi polis memurlarınca incelenmesi sıradan bir durumdur. Her dernek, vakıf, parti genel kurulunun bir siyasi komiserin denetiminde yapılmasını yasal zorunluluğa bağlamış bir ülkeden sözediyoruz.

Polis memurlarının incelemelerinin ardından ne yaptıklarının en nesnel ifadesi, sanırım Hafriyat’ın hukuk danışmanının bana ilettiği açıklamada yazandı:

“Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Büro Amirliği'ne bağlı görevli memurlar, içlerinde sizinkinin de bulunduğu bazı afişler ile ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunmak istediler. Buna yasal olarak hakları da var, malumunuzdur.

Fakat adli süreç henüz başlamadı. Dosya savcılık makamına henüz ulaşmadı.

Savcı bunu geri de çevirebilir, dava açılması için hazırlık soruşturmasına da başlayabilir.”

2. Sizce gazete neden bu sergiyi hedef gösterdi? Sergi açılmadan önce, sergi sırasında veya daha sonra kişisel olarak ya da grup olarak herhangi bir çevreden tehdit aldınız mı? Sergiye koruma çağırmanızın gerekçeleri nelerdir?

HA: Bence baştan Vakit gazetesi, geleneksel yobazlığı ve birçok cinayette izi olduğunu düşündüğüm, neredeyse her örneğinde “toplumda ne kadar insanı harekete geçirebildiğini bencilce sınayan” o bildik, bilinçli hedef göstericiliğiyle sadece serginin ismine kafayı takmıştı. Habere göre, o neleri içereceğini daha bizim bile bilmediğimiz sergi "sanat adı altında sövgü kültürü inşa ediyordu". Haberde şöyle denildi: "Sergiye katılan sanatçılar ürünleriyle Allah korkusunun insan üzerinde meydana getirdiği tahribatı (!) ve değişimi anlatmaya çalışacak.” [Ünlem, haberi yazanlardan…] Serginin sadece ismi bile Vakit’in bu satırları yazması işin yeterliydi. Haber şu satırlarla devam ediyordu: “Serginin içeriğine bir anlam veremediklerini belirten vatandaşlar ise, amacın sanat olmadığı görüşünde. Gazetemizi arayan okurlarımız, serginin neye ve kime hizmet edeceği konusunda endişelerini dile getirerek, bu tür girişimlerin provokasyon amaçlı olduğunu belirtiyorlar.” Bu satırlar Vakit’in benzer her haberinde rastlayabileceğimiz kodlamaları ve okurlarına iletilen mesajları içeriyor: Bu sanat değil. Allah’a dil uzatmaya kalkan bu girişim karşısında provoke olabilirsiniz. Özetle: “Saldırın!”

Onların gözünde, Muhammed’in suretinin çizilebilirliğini düşünmek ile Allah’ın adını anan ve O’na korkuyu, belli ki eleştirel bir zeminde başlığına taşıyan bir sergiyi düzenleyebilmek cesareti arasında çok fark olduğunu düşünmüyorum. Köktenci İslam’ın ve onun temsilcilerinin, kendi yasak ve tabularına ilişkin her soru, sorgulama, karşı çıkışa ne kadar kapalı olduğunu biliyorsak, Vakit’in bu tepkisine de şaşırmamak gerektiğini düşünüyorum.

“Küstah sergi” başlığının, Vakit gibi, onun açık ya da gizli bir mesajıyla en karanlık adımları vakit geçirmeden atabilecek binlerce müridi olan bir gazetede yayınlanmasının yeterli şiddette bir tehdit olduğunu düşünüyorum. Açılış günü ya da sonrasında Hafriyat’ın o çevreden ek tehditler aldığını sanmıyorum.

Çünkü açılış günü, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Büro Amirliği'ne bağlı görevli polis memurlarının, sergide, neredeyse Vakit’in Allah’ı ve Muhammed’i kadar etkili bir başka tabuya, M. Kemal Atatürk’ün imgesine dair yasağa ‘dokunulduğunu’ düşünmesi, içlerinde benimkinin de bulunduğu bazı afişler ile ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunmak istemesi, verili durumu bir raydan, bence temelinde çok benzer bir diğer raya taşıdı: Kemalizmin hoşgörüsüzlüğü ve sansürüne…

Bu arada Vakit, ummadığı türde bir sergiyle karşılaşsa da açılıştan 5 gün sonra yine de aşağıdaki satırları, M. Fatih Gediman eliyle “Danimarkalı değil, yerli provokasyon” başlığı altında sergi izlenimleri niyetine yazmaktan geri durmadı.

Yine de Vakit gazetesi, ilerleyen günlerde, bu hedef gösteren karşı kampanyasını sürdürmediği gibi, yayın yönetmeninin ağzından, özellikle benim afişimden hoşlanan, sergiyi artık karşısına almadığını açıklayan bir yazı bile yazdı.

Hafriyat’ın sergiye koruma çağırmasının ise sergiyi, eserleri ve konuklarını koruma gerekliliğinden başka bir anlam taşıdığını düşünmüyorum ve yukarda da yazdığım gibi zorunlu ve gerekli buluyorum.

3. Polis sergi boyunca sergi alanında nöbet tuttu mu? Evetse, sizin isteğinizle koruma amaçlı mı beklediler yoksa sergiyi takip altında tutmak için mi? Sergide bulundukları süre içinde size ve ziyaretçilere nasıl davrandılar? Sanatçılar olarak üzerinizde psikolojik bir baskı oluştuğu söylenebilir mi?

HA: İstanbul’da süren sergi boyunca olup bitene ilişkin en sağlıklı açıklamaları Hafriyat Karaköy’den edinebilirsiniz. Bilebildiğim kadarıyla polisin nöbeti söz konusu değil. Hafriyat’ın ise sınırlı bütçesiyle sergiyi ve ziyaretçileri korumak için güvenlik elemanı tuttuğunu biliyorum. . İlerleyen günler içinde Hafriyat çok anlaşılır bir biçimde, bu masrafa bizim de katılmamızı, onlarla dayanışmamızı istemişti. Gücüm yoktu, katılamamıştım. Diğerleri ne kadar katıldı bilemiyorum.

Benim üzerimde oluşan bir psikolojik baskı yoktu ama düzenleyicilerin ve diğer katılımcılardan kimilerinin üzerinde bu baskıyı gözledim. Çok da doğaldı bu durum bence… Tabii ki ziyaretçilerin ve ziyaretçi adaylarının üzerindeki bilemediğimiz bir başka türlü baskıdan ya da tam tersine dayanışma çabasından da bahsedilebilir. Ama dedim ya, kişisel gözlemlerim yok sergiye dair.

Soruşturulma açılması söz konusu olan afişlerden birinin tasarımcısı olan Murat Başol’un sergiden çekildiğini biliyorum. Onun internette yayınladığı ve bu kararının gerekçesini açıkladığı -ve sonra nedense sildiği- metin bu tür durumların bir sanatçıda nasıl bir iç yolculukla oto sansür kararına varabileceğinin ibret verici belgelerinden biri olarak kalacak:

"Hafriyat benim için bağımsız fikirlerimi tasarımlarımı kendi irademle ifade edebildiğim bir kaç galeriden biridir Türkiye de. Bu yüzden oluşturdukları sanat hareketinin özellikle son 10 yılda yaptıklarını da incelersek artık Türk resminde de hatırı sayılır bir yere sahip olduğuna inanıyorum.

Son üç sergisinde de yer almıştım, “Allah Korkusu" temalı sergide de bulunduğum için gayet memnunum. Ne yazık ki sergi öncesi hedef gösterilmesi provokasyona açık bir sergi haline dönüştürülmeye çalışılması üzüntü verici oldu. Sergi açılışı Hafriyatın talebiyle polis güvenliği sağlanarak yapılacaktı. Ancak ziyaretçiler, elinde kamera ve telsizlerle sergiyi inceleyen polislerle beraber, açılışı yapmak zorunda kaldılar. Oysa güvenlik için başvurulmuştu emniyete. Açılıştan sonra özel olarak inceleyebilirlerdi. Kısaca hoş bir açılış olmadı. Daha sergi sırasında benim afişimin de arasında bulunduğu üç afiş hakkında sakınca görerek kimlik tespiti istediler. Ben böyle bir şey görmedim, orası bir sanat galerisi bir eylem alanı değil bizde eylemci değiliz daha ilk dakikalarda böyle bir baskı görmek oldukça üzüntü vericidir.

Afişte eleştirilen; namaz hocası gibi bir dogmanın peşinde olanlar ile bunlarla aynı mantık zinciri ile Atatürkçü olduğunu iddia eden Atatürk’ü anlayamayanlardır. Bu afişimde Atatürk’ü aşağılamak eleştirmek hakaret etmek gibi bir amaç asla güdülmemiştir. Böyle bir sonuca ulaşılması da mümkün değildir. Bugün bir korkudan iki büyük korku inşa edildi Türkiye de. Bu korkular, içinde bulunduğumuz konjonktür de emperyalist güçlerin, yeni ismiyle global sermayelerin emellerini kolaylaştıran bir bölünmüşlüğe sebep olmuştur. Kendi afişimi bazı kalıplaşmış fikirlerin tartışılmasına yol açacağını düşünerek yapmıştım. Ancak en yakınımdaki bazı insanların hatta bazı sanatçı arkadaşlarımın bile tepkilerini çekmişti, her şeye rağmen sergilenmesini istedim. Yaptığım afişin bu atmosfer içinde doğru algılanmayacağını, hassas bir dengeye sahip olduğunu ve bazı çevreler tarafından manipüle edilerek farklı alanlara taşınacağını düşünerek şimdilik işimi sergiden geri çekiyorum. Tek sebebi de budur. Artık emniyet tarafından tespiti yapılmış bir iştir. Savcılıkça sakınca görünürse dava edileceğiz.

Bugün yıpranmış bir Atatürk heykeli değiştirilirken eskiyi imha edemiyoruz. Kimsenin bilmediği bir yere gömüp akıllılık ettiğimizi düşünüyoruz. “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum” diyen Atatürk'e, asıl hakaretin bu olduğunu düşünüyorum.

Son olarak şunu söyleyebilirim “Benim müstesna olduğuma dair yasa yoktur.” diyen Atatürk’ü tabulaştırmadan efsanelerden uzak ve ne kadar akılcı gözle görürsek o kadar gerçeğe yaklaşacağımıza inanıyorum.

(Journal Entry: Mon Nov 19, 2007, 1:01 PM http://muratbasol.deviantart.com)

4. Polis eserlerinize soruşturma açacaklarını bildirirken size bir gerekçe gösterdi mi? Nasıl bir açıklama yaptı?

HA: Bu soruyu yukarda cevapladım.

5. Sizce eserinizin sakıncalı bulunmasında uygulanan normlar neydi? Sansür için belli standartlardan söz edebilir miyiz?

HA: Atatürk’e dair hemen her şeyin bir tabu olduğu, devletin tüm kurumların onun sözleri, eylemleri hakkındaki bilgilendirmelerinin ve yorumlarının tartışılmaz gerçekler olarak kabul edilmesinin kural olduğu bir “tek lidere tapınma” siyasi kültürünün çocuklarıyız hepimiz.

Ben “Kemalizm bir ibadet biçimidir” isimli afişimi “Allah korkusu” sergisinin ardından İsveç’te de sergiledim. O sergilemede, afişimin “okunabilmesinin” tek yolu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, kanunları ve yönetmelikleri içinde Atatürk’e dair olan tüm paragrafların da sergilenmesiydi. Özellikle de “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun”un tümünün… Bunu yaptım. “Allah Korkusu” sergisinde olup bitenleri anlatan bir metni ve daha istenmeden Cumhuriyet Savcılığı’na açık mektup olarak yolladığım ifademi de ekleyerek…

Ben afişimin Kemalizm’e dair verili bir tabuya, imgesel bir başkaldırı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar Radikal gazetesinin sanat eleştirmeni Ahu Antmen çok sansasyonel bularak serginin ve elbette ki afişimin karşısında konumlanmış olsa da, sansasyonalizmi amaçlamak ile ister istemez sansasyonel olmanın anlamları arasındaki farka dair kafasını açmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ya da daha dürüst olup, tam da yazdığı yazıda sorduğu sorunun devamını getirmesi gerektiğini: “Son dönemde Atatürk imgesine yönelen sanatçıların ideolojik duruşunu bilmiyorum, dahası bazılarının salt tabulara saldırmak adına bazen vur kaç işler ürettiğini de düşünüyorum, ama cevaplarını aramamız gereken bazı sorular açtıkları ortada. Bu konuları tartışınca, düşününce, Atatürk'e hakaret mi etmiş oluyoruz?” (Radikal -21.11.2007)

Yani? Atatürk’e “hakaret etmek” aslında her türlü karşı yaptırımı ve cezayı hak eden bir olgu mu? Ne zamandır sanatın sınırları “hakaretin” varlık ya da yokluğunun belirlenmesiyle çiziliyor? Ya da vur kaç işler üretmek hangi anlamda dikkate alınır, değer verilir sanatın dışında bir varoluş? Yoksa asıl olan politik sanata karşı çıkış mı?

Sorun her zaman tabii ki ideolojik. Olası sansürün, anlamlı bir tartışmaya yol açtığını, bu sergi ve sergilenen işlerle, Türkiye siyasal, ideolojik, kültürel tarihinde çok önemli bir virajın alındığını düşünüyorum.

Aynı günlerde aynı gazetenin bir başka yazarının, Ahmet İnsel’in yazısının ise gelişmeleri çok doğru bir zeminde değerlendirdiğini düşünüyorum.

6. Eseriniz hakkında soruşturma açıldıktan sonra ifade vermek üzere ne zaman savcılığa çağrıldınız? İfadenizde neler söylediniz? Daha sonra hukuki süreç nasıl gelişti, tarihleriyle beraber belirtebilir misiniz?

HA: Soruşturma açılmadı. İfadem alınmadı. Soruşturmanın açılması ihtimali üzerine bir savcılık ifadesi yazdım ve bunu hem Hafriyat’a, hem Türkiye’nin sanat ve kültür ortamına, hem de basına 12 Kasım 2007 günü, sergilenen “Kemalizm bir ibadet biçimidir” adını taşıyan afişimin görseliyle birlikte yolladım:

“Sayın Savcı,

Hafriyat Karaköy'ün düzenlediği "Allah Korkusu" sergisinin basına da açıklanan çağrı metninin üçüncü maddesinde geçen "Atatürksüzlük korkusu," yaptığım işi üzerinde temellendirdiğim korkudur.

Afiş tasarımımı, Türkiye'nin en önemli değerlerinden biri olduğunu düşündüğüm, düşünür, yazar, Prof. Murat Belge'nin gazeteci Berat Günçıkan'la yaptığı söyleşisinin şu cümlelerinden ilham alarak yaptım:

"Bizde de Cumhuriyet'le birlikte oluşan ideoloji tamamen seküler bir alternatif değildir. Kemalizm bir ibadet biçimidir. Dünya tarihinde kısa bir yer tutsa da, bu sekülarizasyon sürecine girmiş olmak, Allah'ı kaybetmiş olmak demektir..."

(Murat Belge/Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik, Söyleşi: Berat Günçıkan, Agora Kitaplığı, Mart 2006, sayfa 15)

Bu cümleler tümüyle katıldığım cümlelerdir.

Afiş tasarımım bir soyutlamadır ve adı bu söyleşiden alıntılanmıştır: "Kemalizm bir ibadet biçimidir."

Murat Belge'nin bu sosyo-politik saptamasının gündelik siyasi yaşantıda bire bir yansımalarını gördüğümüz günler yaşamaktayız.

Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ideolojisi Kemalizm'dir ve paradoksal olarak devletin, ordunun ve bu resmi ideolojinin takipçisi olan insanların siyasal islama karşı çıkışlarında Atatürk bir peygamber gibi anılmaktadır.

Afişim, tam da bu çelişkinin dışavurumudur. İslamın tabu kıldığı, kendi peygamberinin suretini çizdirmeme inancı, bana göre, artık tüm bu Atatürk takipçilerinin de sahip olabileceği bir inançtır. Birbirine çok karşı gibi görünen radikal islamcılar ve anti-demokratik kemalistler aynı tapınma biçimiyle davranmaktadır.

Bu inançla, bu ibadet biçimiyle, Mustafa Kemal, ulusal kurtuluş savaşının başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olmaktan çok farklı bir kimliğe bürünebilmiş, saldırgan, savaş yanlısı adımlar, anti-demokratik yaptırımlar, hatta yeni bir askeri darbe ihtimali "Atatürkçülük" adına savunulabilir hale getirilmiştir.

Bir sanatçı olarak, ülkemin tek tek tüm bireylerinin, toplumsal katmanlarının ve kurumlarının dinle, ideolojilerle, etnik, ulusal, kültürel önyargı ve inanç sistemleriyle ilişkisi, ilgilendiğim, tartıştığım, kendi bakış açılarımı sunduğum, benle birlikte, yarattıklarımla birlikte yeniden tartışılmasını istediğim bir zemindir.

Bunu yapabileceğim ve sergileyebileceğimi düşünmem, düşünme ve düşündüklerimi iletme özgürlüğümün, bir sanatçı olarak yaratma özgürlüğümün, ötesi insanlık hakkımın doğal sonucudur.

Saygılarımla...

Hakan Akçura”

7. Hafriyat Karaköy Grubu arasında bu uygulama nasıl karşılandı? Sanatçılardan nasıl tepkiler geldi? Bir sanatçı örgütlenmesi ya da dayanışması söz konusu oldu mu?

HA: Tam bir dayanışma çemberiydi Hafriyat ve sanatçı, sanat inisiyatifi, sanat ve kültür ortamının yarattığı…

8. Daha önceden başınıza bu olaydan başka benzer bir şey gelmiş miydi? İlk kez böyle bir şeyle karşılaştıysanız hukuki destek için inisiyatifin bir yardımı oldu mu?

HA: Benim 1995 yılındaki MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü diploma projem, “Kuvva-yı Milliye, Kuvva-yı Seyyare ve Yeşil Ordu’dan düzenli orduya” başlığını taşıyordu ve özetle, ulusal kurtuluş savaşımızın resmi ideolojinin hepimize aktardığı biçimde ve nitelikte olmadığını, bizzat Genelkurmay’ın arşiv belgeleriyle gösteren ve tartışmaya açan bir neo-fluxus sunumuydu. Bizlere “Kuvva-yı Milliye” başlığını dayatan ve yeni “mermi taşıyan kadın” ve “yeni başkomutan” resimleri bekleyen sanatsal gerici ve Kemalist bölüm yönetimi, görür görmez bu sunumu yoksaydı ve diploma değerlendirmesini bile yapmadı.

Çerkez Ethem’in aslında kim olduğu, genç Sovyetler’in savaştaki desteği, Yeşil Ordu’nun başarıları ve o dahil tüm bağımsız direniş örgütlenmelerinin süreç işinde nasıl boğazlanıp yok edildiği ve örneğin İzmir’in aslında kimler tarafından yakıldığı gibi, resmi tarihin tabularını konu edinen, onları öne çıkarılıp gösterilmeyen resmi belgeler eliyle tartışan bir diploma projesinin ülkemizdeki kaderi Neş’e Erdok, Özer Kabaş, Kemal İskender gibi isimlerin içinde olduğu bir diploma jürisinin elinde, devletin diğer resmi kurumlarının elindekinden daha farklı değil yani…

9. Grubun içinden ya da öteki sanatçılardan nasıl görüşler geldi? Size eserinizi sergiden çekmeniz konusunda öneride bulunanlar oldu mu?

HA: Tam bir dayanışma örneğiydi tüm süreçte yaşananlar... Tabii ki böyle bir öneride bulunan olmadı.

10. Sergi hakkında gazetenin yayınladığı haber ve sergi üzerindeki polis baskısı ziyaretçilerin eserleri algılayışını nasıl etkilemiş olabilir? Sergiyi ziyaret edenlerle konuşma, konuyu tartışma, onlardan görüş alma fırsatınız oldu mu? Polisin varlığı seyircilerin fikir beyan etmesini engellemiş olabilir mi?

HA: Bu sorunuzun gerçek muhatabı yine Hafriyat Karaköy... Benim sanım ise, böylesi konularda algısı artık kolay kolay değişmeyecek, özgür konumlanışını, kendi duruşunu değiştirmeyecek sanatseverler ve sanat eleştirmenleri ne iyi ki çoğunlukta artık İstanbul ve Türkiye’de…

11. Sizce sansür sanatçıda yeni estetik tercihler ve formlar yaratıyor mu?

HA: Bizzat sansür kavramının kendisi, birçok karşı estetik tercih ve karşı form yaratmak için yeterli bir kışkırtıcılığa sahip, sanatçılar için… Ama sanırım sorduğunuz bu değil.

Birçok sanatçının sansür ve daha ötesi, yargılanma, cezalandırılma, işkence görme, hapsedilme ihtimaliyle kendi yaratımını çekinceyle, kısıtlamayla, korkuyla yönlendirip yönlendirmediğini soruyorsanız, bunun elbette ki çokça örneği vardır ülkemizde ve benzeri tüm özgürlük ve demokrasi sorunu olan ülkelerde…

Ama Türkiye kültürel tarihi bundan daha çok, binlerce zengin, zekice biçim ve yöntemle baskıya, sansüre her alanda karşı çıkışın örnekleriyle ve bunlara karşı devletin amansız zoru ile tanımlanabilir.

Bence bir kısım sanatçı da zaten, bu tür çelişkilerin uzağında özü gereği ‘devlet sanatçısı’ olduğu için, resmi ideolojinin içinde soluk alır. Özel bir oto sansüre bile ihtiyacı yoktur.

12. Oto sansür hakkında söylemek istedikleriniz neler? Gerek kendiniz, gerek öteki sanatçı arkadaşlarınız arasında oto sansür konusunu tartışıyor musunuz? Ya da bilinçli ya da bilinçsiz oto sansür uyguladığınızı düşünüyor musunuz?

HA: Oto sansürden baskıcı rejimlerin yürürlükte olduğu ülkelerde ve yasaklayan, cezalandıran siyasal güçlerin etkisinin baskın olduğu bir dünyada sözedebiliriz.

Yıllar önce MSÜ Güzel sanatlar Fakültesi’nde, içinde bir erkeğin diğer erkeğe dokunduğu anın tasvir edildiği bir metnin de yeraldığı bir atölye iş sunumumda hocam Adnan Çoker benim geleceğime ilişkin kendince iyiniyetli bir uyarıda bulunmuştu: “Hakan, iki şeyi bu ülkede sergileyeceğin yaratımından uzak tutman senin için iyi olur: Politika ve eşcinsellik…” Bu ve benzeri uyarıların birçok sanat eğitimi veren kurumda dün de bugün de öğrencilere yapıldığını düşünüyorum.

Ama buralara gelinceye kadar, zaten aynı kurumların önemli bir bölümünde bundan on yıl önce bile, “o okullardan ancak beş yılda bir tek bir gerçek sanatçının çıkabileceği, onun da asla kadın olmayacağı” cümlesi, kendi kadın öğrencilerini, gelecekleri hakkında verdikleri umut sözleri ile tavlayan ve onları aslında sadece seks objesi olarak gören erkek hocalar tarafından rahatlıkla sarfedilirdi.

Bugün bu okullarda durum nedir, bilmiyorum.

İslam dininin kutsallaştırdığı tüm kavramları sorgulamak, Türkiye’de özellikle kürt ulusal kimlikli bir sorununun varolduğunu veri kabul etmek, resmi ideoloji ve resmi tarihin dayattığı kavram ve –örneğin 1915’de ya da tüm kürt isyanlarında ya da on yıllardır süren kirli savaşta aslında neler olduğu hakkındaki- bilgilendirmelerinin dışında, karşısında saf tutup, yeralmak, Genelkurmay’ın ve ordunun verili konum ve işlevini sorgulamak, komünizan ya da anarşizan bir düşünsel arka plandan güç alarak üretmek, polis örgütlenmesini, devletin zor uygulamak için oluşturulmuş tüm açık ve gizli kurumlarını karşıya almak, trans, gay ve lezbiyen bir doğanın içinden ya da özgür varoluş hakkından yana üretmek…

Bunlar ilk elde aklıma gelen ve genellikle sanatçı yaratımının tabusu kılınan alanlar ülkemizde… Ne eliyle tabu kılınıyorlar? Yasalar, açık ve gizli, sivil ve resmi kolluk güçleri, cezaevleri, işkenceler, karşısında yasal bir savunma ve korunma hakkının genellikle pek olmadığı yaralama, öldürme -ve toplu yakılma, katledilme- tehditleri, bu gelişmelerin öncesinde ve süresince hedef gösteren güdümlü medya ve cahil, yobaz ya da faşist yığınlarla yayılan korku atmosferiyle.

Eşcinsel sanatçılarını, ancak gösteri dünyası içinde ve hep yanı sıra aşağılama hakkıyla kabullenmiş bir toplumdan sözediyoruz. Tüm ilerici, demokrat, bağımsızlık yanlısı, sosyalist, komünist sanatçılarının şu ya da bu kadar -bazen hayat boyu- bu tehditlerden ve cezalandırmalardan, hatta ölümlerden payını aldığı bir ülke Türkiye. Buna rağmen, kendi dönüştürücü, özgürleştirici, boyut açıcı, sorgulayıcı güçlerini kullanmak konusunda pek çekince göstermemiş yüzlerce sanatçının isminin bugün saygıyla anılabildiği, sayılabildiği bir ülke de…

Ota sansür mekanizmaları elbette ki çok yaygın. Bu ülkede, 12 Eylül diktatörleri ile ilişkisi sorgulanmamış epey sanatçı var, Ergenekon Terör Örgütü ile ilişkisi henüz sorgulanmamış olanlar da… Ama daha önemlisi, kimisi hala önemli sanat örgütlenmelerinde yönetici konumlarda yeralabilen ve oto sansürü de içerebilecek böylesi bir üretim, yaratım süreci kaygıları sarmalından muaf, özü gereği resmi ya da gizli devletin sanatçısı olmayı kendine yakıştıran azımsanmayacak sayıda sanatçı ve yorumcular da var bu ülkede…

Bugünler aslında, tam da bunlar ile diğerlerinin ayrışma günleri… İki yıldır UPSD’den onlarca insan istifa etti. Hrant’ın katliyle -ne yazık ki ve ne iyi ki- ivme kazanan bir süreç bu. Verili durum yanlıları, askeri darbe ve Ergenekon yandaşlarıyla ya da siyasal ve dinsel gericilikle mücadele etmeyi entelektüel sorumluluğu ve varoluşu gereği sürdürenler ve diğerleri arasında…

13. Bu vakayı daha çok İslam/siyasi İslam temelli sansür olarak mı, devletin resmi kurumları yoluyla yapılan Kemalist sansür olarak mı görüyorsunuz? Sizce hangi boyut daha ağır bastı?

HA: Başlangıcı itibariyle, köktenci islamın kendi yasaklarına ve tabularına, Vakit’in yobazlığı ve saldırganlığına dayanan bir sansür girişimi, kalkışması, hedef gösterimiydi olan… Gelişimi itibariyle bakarsak da aslında tam da benim afişimin dikkat çektiği gibi, Kemalist devlet kurumlarının, Vakit’in sahiplenme biçiminden hiç de farklı olmayan bir biçimde “kutsal” Atatürk imgesini korumak adına giriştikleri sansür kalkışmasıydı. Sergideki afişlerin genel niteliği yüzünden sürekli ve kalıcı olan ikinci kalkışma oldu. Kalkışma düzeyinde kalmasında, benim istenmeden yolladığım “savcılık ifadem”e, diğer yoğun tepkilere basının, bazen birinci sayfadan yer vermesinin ve Türkiye’de Atatürk’e dair kimi tabuların artık tartışılabilmesine olanak veren yeni konumlanışın etkili olduğunu düşünüyorum.

14. Genel olarak sansür, demokrasi, özgür düşünce ve sanat hakkında söylemek istedikleriniz var mı? Sansür, sizce bir ülkede demokrasinin tam anlamıyla uygulanamaması anlamına mı gelmekte?

HA: Elbette. Sansür, sorunuz içinde sayılan diğer üç kavramın varoluşuna özünden düşman olan bir uygulamadır. Sansürün var olduğu yerde ne demokrasiden, ne de özgür düşünce ve sanatın hakkınca varoluşundan ve sınırsız gelişiminden bahsedebiliriz.

15. Türkiye’de sansürün geçmişini ve bugününü ülkenin yakın tarihi bağlamında kısaca nasıl değerlendiriyorsunuz?

HA: Cumhuriyet tarihi, hedeflemediği, tamamlamadığı veya engel olduğu demokratik devrimiyle özü gereği sansürün ve sansürle savaşın her türünün tarihidir bana göre… Ötesi, ayrı bir tez konusu olabilecek kadar geniş bir yanıtı hak ediyor. Ona da şimdilik zamanım ve verebilecek önceliğim yok.

16. Elinizde bulunan hukuki yazışmaların birer kopyasını ve varsa inisiyatif tarafından sergi açılmadan önce sanat eserleri için hazırlanan çağrıyı ve sergiden sonra yapılan herhangi bir açıklamayı, basılı veya görsel materyali bu araştırma için bana iletebilir misiniz?

HA: Elimde herhangi bir hukuki yazışma yok. Yukarda okuduğunuz ve gerekirse diye savcılığa yönelik kaleme alıp basına ilettiğim metin dışında… Onun da ne kadar hukuki yazışma metni olduğu tabii ki tartışılır.

Allah Korkusu sergisinin sanatçılara ve tasarımcılara yönelik çağrı metni şuydu:

Hafriyat Karaköy, “Alternatif Seçim Afişleri”nden sonra ikinci afiş sergisini yapıyor. Sergi kavramı: “Allah Korkusu”.

Aşağıda değişik alt anlamlarını bulacağınız, farklı okumalara açık bu ürkütücü tema kişisel yorumunuzu bekliyor.

1. Bireysel olarak, vicdanın sesi anlamında Allah korkusu.

Yani ilk anlamıyla, inanç sistemi içinde kul’un Yaradan’dan korkusu.

2. Toplumsal olarak, hızla muhafazakarlaşan, islamileşen ve daha milliyetçi bir köşeye sıkışan Türkiye’de Allah korkusu.

Aysbergin yüzeye çıkan popüler kısmı “Mahalle Baskısı”.

3. Allah korkusu üzerine Atatürksüzlük korkusu.

Kabe / Anıtkabir

Müslümanlık / Laiklik

Hz. Muhammed / Atatürk

Kesinlikle yanlış olan yukarıdaki eşleşmeler, yanlış karşıt önermeler toplumdaki kutuplaşmayı doğru gösteriyor olabilir. Serginin açılış tarihinin de 10 Kasım olduğu düşünüldüğünde her anlamıyla Atatürk’ün ölümü toplumun bir kesimi için trajik bir korku daha yaratıyor. Allah korkusu üzerine Atatürksüzlük korkusu...

4. Küçülen dünya ve global ekonomi içinde Allah korkusu.

Yerkürede zenginlik ile akıl, fakirlik ile korku birbirine sıkı sıkıya bağlı.

Geleceği AKIL’la kuranlar. Geleceği KORKU’yla kuranlar.

Zengin ülkelerin bu dünya halinden ne tür çıkarları var?’

Vakit gazetesinin haberinin ardından Hafriyat’ın yaptığı basın açıklaması şuydu:

Hafriyat Karaköy, 10 Kasım tarihinde “Allah Korkusu” konulu afiş sergisini açıyor. 05 Kasım tarihli Vakit gazetesinde ise henüz açılmamış olan sergiyle ilgili olarak “Küstah Sergi” başlıklı bir haber yayımlandı. Vakit, yazısında “sanat adı altında, sövgü kültürü inşa ediliyor” iddiasında bulunuyor, “...sergi şimdiden halkın tepkisini çekti” diye yazıyor, ayrıca “...sergide, Allah korkusunun olumlu değil olumsuz yönleri gösterilmeye çalışılacak” diye ekliyor. El insaf, daha afişleri görmeden nereden bildiler.

Bu serginin amacı sövgü veya maneviyat dünyasına sataşmak değil; Allah korkusu kavramından hareketle, her türlü iktidarın “korku”yu kullanma şekillerini araştırmak. Sergi metninde belirtildiği gibi, “Artık ayırmamızı bekliyorlar: Müslümanı Hıristiyandan, ateisti sofudan, gizliyi açıktan. (…) Atatürkçüyü İslamcıdan, konu Cumhuriyetse birinciciyi ikinciciden, Batıcıyı Doğucudan ayır dur. Ayırmayıp arayana, şüphe duyana tahammül yok, ama şüphenin engellenmesinden beteri birinci elden bir tecrübenin önüne konulan kalıplar, isimler, sınıflandırmalar, kişinin kendini tanımasının önüne çıkan dur bakalım işaretleri.”

Vakit gazetesindeki yazının amacının sergiyi açılmadan baskı altına almak ve hedef göstermek olduğu ortada. Korku ve tehdit politikası yaratarak tartışma kabul etmeyen bir ayrımcılığa kapı aralayan bu önyargılı, gerçekten uzak ve birilerine Hafriyat Karaköy’ü hedef gösterme amaçlı haberdeki yargılar asılsız ve yalandır. Bu kışkırtıcı haberle nasıl bir hava oluşturulmak istendiğinin örneklerini daha önce gördük.

Herkesi açılışa bekliyoruz.”

Ayrıca izleyebildiğim kadarıyla Hafriyat Karaköy Sergi Koordinatörü Deniz Erbaş, Hürriyet’e yaptığı açıklamada şunları söyledi:

"Vakit Gazetesi’nde yeni sergimiz için bu haber çıktı ama daha katılacak olan eserler bile ortaya çıkmış değil, elimizde sadece bir kaç eser var. Biz 60’a yakın katılım bekliyoruz. Yani kimse serginin içeriğini görmüş değil. Daha önce de 57 sanatçının katılımıyla bir Alternatif Seçim Afişleri Sergisi düzenlemiştik. Bu sergide siyasi grupları rahatsız edebilecek afişler vardı ama tehdit ya da tenkit almadık. Bu sergiyle ilgili de bize ulaşan bir tepki yok. Tekzip için yasal yola başvurduk."

No comments: