Festival kontağım Agent:RiA/registeredinart, "Phuket: Adaların İki Yüzü" adlı videomun yayınladığım fragmanını bu blogdan izlemiş, ilgilenmiş ve videonun tümünü de yolladığım dvd'den izlemesinin ardından Festival'le eşzamanlı olarak beni de davet ettiği bir "sanatçı konuşması" ve gösterim organize etmişti. Videomu Şubat ayı boyunca kanalına da konuk etti.
18 Şubat cumartesi günü düzenlenecek bu etkinliğe katılmak üzere 15 Şubat'ta Edinburg'a ayak bastık.
2. Paylaşım Savaşı'nda nazi uçaklarının bombalamadığı nadir ada şehirlerinden biri olan Edinburg, çarpıcı, sizi her an "yüzyıllar öncesine" taşıyan bir kent dokusuna sahip. Herhalde, beni ve eşimi karşılayan, Agent:RiA/registeredinart'ın gülen yüzü Lyndsay Mann'ın da ilk aktardığı ("Tam bir skandal!") talihsizliklerden biri olan ve kenti boydan boya saran kitle ulaşım ağlarının yenilendiği inşaat çalışmaları bize her an eşlik eden tek sürekli gerçeklik olmasaydı, biz de bu keyifli zaman yolculuğunu yaşayabilirdik. İstanbul'un ardından, "her an, her yerinden bir ses çıkan" bir ikinci kent bulduğumuza şaşırıp, iskoçları da, genellikle iş aletlerinin üzerinde, iş tulumlarıyla oturan işçiler olarak hafızamıza kazıdık..
Şaka bir yana, onca gürültüsüne rağmen çok sevdiğimiz şehre her gün güneşle birlikte uyandığımız için çok şanslıydık. Bize hep Edinburg'da ardışık -iki, üç ve- dört güneşli günün birlikte yaşantılanmasının çok kolay olmadığı söylendi.
Ama sanmayın ki güneşli bir Edinburg günü, kemiklerinizin kısmen de olsa ısınacağı bir gün demek! Onlarca birbirinden bağımsız hızda ve ayrı yönlere esen dondurucu rüzgarın aynı anda bulunabildiği sokaklardı sabah akşam yılmadan arşınladığımız. Bazen az kaldı uçtuk, genellikle donduk ki, ne donduk! Ne gam, nasılsa en istemeden alıştığı şeylerden biri donmaktı bu Stokholm'luların... Hayalet turlarına katılmasak da, şehrin belli başlı tüm mezarlıklarını, en dibine girmek için bilet kuyruğunda beklemeye tahammül edemesek de üç aşağı beş yukarı tüm kaleyi gezdik.
Bir gün onlarca kimbilir kaçıncı kuşak afrikan kökenli Edinburg'lunun otelimizde düzenlediği, duygusu pagan kendisi fazla hıristiyan ayinlerine katıldık ve en şık takım elbiseleri, rengarenk tuvaletleriyle saatlerce danseden o insanların gün içinde hangi mekanlarda ne tür işlerle uğraştığını çok merak ettim. Sonradan Antony Gormley'in olduğunu öğrendiğim ve hayran olduğum aşağıdaki kent heykelinin fotografını çekerken, kenti boydan boya kesen ırmakta epeyce çırılçıplak ayin yapan uzun boylu bir afrikanın mahremiyetini ihlal ettiğimi sanıp, utanmamın nedeni belki de sadece salaklığım değil, o ayindi...
Cumartesi günü (18 Şubat), gösterimin mekanı Stills Galeri'yi haritaya bakmadan kolaylıkla bulacak kadar kenti öğrenmiştik.
Gösterim mekanı umduğumdan küçük ve izleyicilerim umduğumdan az olsa da, sorulan sorular, gelen tepkiler, hoşnutluğum için yetti. Aşağıdaki foto, Lyndsay bir yanda, ben öteki yanda etkinliğe nasıl hazırlandığımızı, izlemek isterseniz aşağıdaki kayıt da videomu nasıl sunduğumu belgeliyor.
Sonra? Yeni arkadaşlarımızla bir pub'a gittik ve ben bilmem kaçıncı marka denemesine giriştim; "şundan!" dedim, sudan ucuz yeni bir lezzeti, bu kez de romlu birayı yudumladım, sohbete daldık.
Sonra? Güneşli bir Stokholm'e döndük, günler, haftalar geçti, güneş hala bizle... Şaşkınız.
No comments:
Post a Comment