28.8.18

İki yılın ardından, Reportare'de yayınlanan söyleşim, "Bir Kıyamet Alâmeti: Duhân-ı Mübîn"

Bu blog, benim için yapıp ettiklerime dair her şeyi ve onların ulaşabildiğim tüm yansımalarını biriktirdiğim bir arşiv aynı zamanda. 
Reportare'de 9 Aralık 2016'da yayınlanan, o yıl sergilenen işim "Duhân-ı Mübîn” (Apaçık, görünen duman) üzerine yapılan söyleşinin  metnini de, yayınlandığı sitede okunması için verdiğim gerektiği kadar uzun bir aranın ardından buraya taşıyorum. Daha önce okumayan ya da hatırlamak isteyenler, ister Reportare'nin biraz daha şenlikli sayfalarından, isterse de aşağıdan okuyabilir.

Bir Kıyamet Alâmeti: Duhân-ı Mübîn

12 yıldır İsveç'te yaşıyor Hakan Akçura. Miladını tam olarak hatırlayamadığım internet arkadaşlığımız, onun seyrek ve kısa süreli İstanbul ziyaretlerinde, benim tadı damağımda kalan Stockholm ziyaretimde şerbetlenerek aklına, sağduyusuna, vicdanına güvendiğim; sohbetlerinden, yazdıklarından, ürettiklerinden feyz aldığım bir dostluğa dönüştü. Aslında çok daha önce, ta Gezi döneminde bir röportaj hazırlamıştım Hakan'la. Fakat teknik bir kazaya kurban giden o röportajı bir türlü yayınlama fırsatı bulamadım. Ne yazık ki Gezi'nin olağanüstü atmosferinin objektif bir gözle değerlendirildiği, belgesel tadındaki o röportaja ait bütün kayıtlarım kayboldu. Çok kızdığını biliyorum Hakan'ın ama o da mahcubiyetimi anladığı için fazla ezmedi beni.
Kasım ayında İstanbul Sanat Fuarı'nda "Umulmadık Topraklar" etkinliği kapsamında açılan "Kıyamet / Kıyam et!" sergisinde Duhân-ı Mübîn'i sergilediğinde bu etkileyici yapıt üzerine konuşabilmek için yeniden çaldım kapısını Hakan'ın. Aslında bu ilginç adamı çok daha geniş bir sohbet içerisinde tanımanızı isterdim fakat Duhân-ı Mübîn ekseninden, bu önemli yapıttan ve yaratılmasına neden olan süreçten uzaklaşmak istemedim.
Neden Duhân-ı Mübîn? Cizre'de 79 günlük sokağa çıkma yasağının ardından ortaya çıkan görüntülerden etkilenen ve Halil Savda'nın çektiği bir fotoğraf üzerine yaptığı resimde; Kur'an'da Duhân suresinde yer alan, kıyamet öncesi belireceği söylenen dumana atıfta bulunmuş Hakan Akçura. Resme dair manifesto niteliğindeki metni, eğer daha önce ziyaret etmediyseniz, bundan sonra sıkı bir takipçisi olacağınıza inandığım kişisel blogundan okumanızı tavsiye ediyorum: Open Flux
Hemen ardından da, İsveç'te yaşayan bir başka dostumun, Serdar Temiz'in Hakan'ın resmi üzerine yine kişisel blogunda yazdığı izlenimi okumanızı isterim: "Kıyamet Şimdi Kopmazsa Ne Zaman Kopar?"
Bu iki yazıyı okuduktan sonra, Hakan'la yaptığımız sohbette taşlar biraz daha yerine oturabilir diye düşünüyorum...
Sözü fazla uzatmadan Hakan Akçura ile sohbetimize katmak istiyorum sizi. Rahatsız okumalar...

Röportaj: Sinan Dirlik
Fotoğraflar: Hakan Akçura

İstanbul, Aralık 2016


Sinan: Dûhân-ı Mûbin ağır, çok ağır bir iş. Cizre’de bir bodrum katından yükselen insan yanığının o kesif kokusu, taa İsveç’e ulaştı, senin genzine doldu ve ortaya bu yapıt çıktı. Bu yapıtın manifestosunu da blogunda yayınladın. En az yapıtın kendisi kadar ağır bir metinle… Sen Stockholm’desin ama sanatın mekânsızlığında aynı anda Cizre’de, Şırnak’ta, İstanbul’dasın da… Sanatın Cizre’yi Stockholm’e İstanbul’dan daha yakın kılması ilginç. Bu biraz da “göçmen hassasiyeti” mi?
Hakan Akçura: Yaklaşık 12 yıldır İsveç'te yaşıyorum. Buralarda yaşayan birçok Türkiyeliden daha fazla İsveç'le, İsveç'te akan hayatın sorunlarıyla içli dışlıyım. Ona rağmen anayurdumda olup bitenlerle temasım, bunu çok istediğim dönemlerde bile aslında hiç azalamadı. Kürdistan coğrafyasında kent çatışmalarının hiç olmadığı kadar sert ve alışılmadık yöntemlerle yükseldiği geçen yıl ile özellikle 15 Temmuz sonrasıyla bu yıl ise, bu temasın en yoğun olduğu dönemler...
Özellikle 15 Temmuz sonrası, İsveç'te, kamuoyunun, burada örgütlü ırkçı, milliyetçi Türk örgütlenmelerinin ardı ardına önlerine düşen ve bu ülkede suç olan eylemlerine ilişkin dikkatin arttığı bir dönemle eklemlendi. Artık her gün Türkiye'de olup bitenler tv ve radyolarda bültenlerin birinci olmazsa ikinci haberiydi. Türkiye uzundur, bu ülkedeki Türkiyelilerin, ilgili tüm İsveç vatandaşlarıyla birlikte izlediği bir gündem ülkesi. Bu süreceğe de benzer. Hem insan hakları ihlallerinin arttığı Türkiye gündemi, hem de artık altın kuşaklarında Türk dizileri yayınlamaya başlayan devlet televizyonlarının bu yayın politikası nedeniyle.
Sinan: Aaaa? Yok artık? İsveçliler Türk dizilerini mi izliyorlar? Hangi diziler yayınlanıyor İsveç’te? Etrafında Türk dizisi izleyen İsveçlilere rastlıyor musun? İsveçlilerin bu dizilerle birlikte Türkiye algısı, İsveç’te yaşayan Türkiyelilere dönük davranışlarında/ ilişkilerinde bir farklılaşma oluyor mu?
Bir zamanlar “20 dakika” isminde bir diziyi yayınlamışlardı. Daha yakınlarda ise “Paramparça” başladı.  Aslında epey oldu, 100 bölümün 70'i filan yayınlandı. Yayınlayan kanallar, çok izlenen, reklamsız devlet kanalları. Yayın saati de değişmediyse akşam saat 8-9 arasıydı.
Ama daha önemlisi, 5 yıl boyunca çalıştığım fiziksel ve zihinsel engelliler için bakımevlerindeki hemen bütün göçmen çalışma arkadaşlarım ve dahi onların anayurtlarında yaşayan aileleri, Türk dizileri bağımlıları. Bosna'da, Şili'de, Makedonya'da ya da Irak'ta olan ailelerinden ve kendi Stockholm'de çanak anten kurulu evlerinden bahsediyorum. Herkes Türk dizisi izliyor, birkaç türkçe kalıp öğrenmiş durumda çoğu, benim o dizilerden habersizliğime şaşırarak bana, “İstemiyorum artık!”, “Deme ya hu!”, “Çok iyi, çok iyiii!” filan deyip, kahkaha atarlar.
Diziler, algı değiştirebilecek şeyler mi bilmiyorum. Diziler sayesinde, o dizilerin geçtiği ülkenin insanlarına sempati artar mı? Zaten dünyanın en çok yurtdışı seyahati yapılan, en çok gezen ülkesinden, İsveç'ten sözediyorsak, Türkiye'yi Side'deki, Alanya'daki otellerinin pencerelerinden, yerli esnaftan onlarca kez deneyimlemiş insanlardan sözediyoruz. Benim göçmen çalışma arkadaşlarım o dizilerin çekildiği ülkeyi değil, o dizilerde üzüldükleri, heyecanlandıkları, sevindikleri, merak ettikleri hikayelere bağımlılar. Bana ilginç gelen ise, onların kökenlerinin ve coğrafyalarının çeşitliliği... Katolik bir Polonyalı ya da ortodoks bir Rus, Somalili ya da Yunan olmaları, dizileri aynı coşkuyla izlemelerini hiç engellemiyor. Türkiye dizi endüstrisinin becerdiği bir şey kesinlikle var. Bana uzak olsa da.
Sinan: Peki, az önceki konumuza dönelim.
Hakan Akçura: Evet neyse... Herhalde 1978'den, on altı yaşımdan beri, kimi zaman örgütlü, kimi zaman tutuklu ya da hükümlü, uzundur savaş karşıtı kültür emekçisi ve sanatçı muhalif kimliğimle, anayurdumda 40 yıldır süren kirli savaşa ilgisiz, tutumsuz kalmadım.
Bana göre bu savaş, geçen yıl ortasından bu yana, hiç olmadığı kadar acımasız, yokedici, acı dolu bir kavşaktan geçiyor. Temelde devletin saldırgan savaş politikasına geri dönüşüyle, PKK'nin, salt kendi durakladığı, Suriye'de olup bitenlere yönelik dikkat, eylemliliğinin öncelikli olduğu bir dönemde, etkisi güçlü olan kentlerdeki kızgın, öfkeli, yarınsız gençleri sonuçsuz bir çatışmaya acımasızca soktuğu politikasının çarpıştığı bir kavşak. Binlerce ve çoğu genç ölünün ardından, yerle bir edilmiş kentlere bugün tek tek sömürge valisi atarcasına, devlet yöneticileri atanırken, seçilmiş yerel yöneticiler hapsedilirken, oralarda belki de yıllarca sürecek bir sinmişlik, kızgınlık, öfke ve çaresizlik hakim. Savaşın her iki tarafının da kendi acımasızlık, vicdansızlık sınırlarını aştığı bir kavşak bu.
Cizre'nin bodrumları, süren savaşın benim için en dayanılmaz, en inanılmaz insan hakları ihlallerinin mekanlarıydı. İçine sığınılan bodrumlarda, günlerce süren yardım çağrılarının cevapsız kaldığı, yaralıların teker teker öldüğü, canlı telefon bağlantılarıyla, dışarı çıkabileceği, ambulanslara ulaşabileceği zamanı, olanağı çağıranların, aynı anda başına duvarların yıkılabildiği bodrumlar. Haftalar sonra, içinden kim bilir kaç cesedin, kim bilir ne halde çıkarıldıktan sonra girildiğinde, yanmış insan kemikleriyle karşılaşılabilen bodrumlar. Hiçbir savcının incelemediği, bir suç mahalli olarak görülmeyen ve sonunda tüm izleriyle birlikte yokedilen bodrumlar.
Haliyle, aylar sonra, küratör arkadaşım Mahmut Wenda Koyuncu, 2016 İstanbul Sanat Fuarı, "Umulmadık Topraklar" alanı için, temel olarak “kıyamet” kavramına sırtını dayayan bir sergiye katılmamı isteyince, ilk aklıma gelendi Cizre'nin bodrumları ve giderek üzerine odaklandığım, birinci bodrum olarak anılan “Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yer alan ev ve bodrum katı”.
Sinan: İsveç’te yaşayan bir Türkiyeli Türk’ün Türkiye’de yaşayan Türklerin ezici bölümü için “haber değeri bile taşımayan” Kürt meselesine bu ilginin kaynağında ne var? Bunun salt sanatçılıkla, entelektüellikle açıklanacağını zannetmiyorum zira Türkiye’de entelektüellerin bile çok azının ilgisini çekiyor artık “Orada” yaşanan hukuksuzluklar?
Ben 1979'da, 1980'de İzmir'in okullarında ya da mahallelerinde gençleri örgütlemeye çalışan genç bir komünistken tanıştım kürt sorunuyla. Ortak bir dizi eylemimizde yeralan zamanın DDKD'li, DHKD'li, Rızgari'li arkadaşlarımla daha sonra işkence tezgahlarını, hücreleri, koğuşları da paylaştım. Günlerce konuşup, birbirimizi anlamaya çalıştığımız zamanlardı. Zamanın TİP'li gençlerinin örgütü Genç Öncü'deyken de, ardından zamanın TKP'sinin gençlik örgütü İGD'deyken de iç tartışmalarımızın, iç bölünmelerimizin temel konularından birisi kürt sorununa nasıl yaklaştığımızdı.
Dolayısıyla herhalde 40 yıla yakın bir süredir gözleri her zaman ülkenin doğusuna, giderek süren savaşa açık bir muhalifim, diyebiliriz. Çok uzun bir zamandır, ülkede demokrasi, bağımsızlık adına atılacak her ileri adımın, kürt ulusal sorununun çözümünden ve onla bağlantılı süren savaşın sonlanmasından geçtiğini düşünen bir insanım. Haliyle, durduğum yer, süren savaşa yönelik bilgisi, devletin ve PKK'nin gizli, açık “çözüm” görüşmeleriyle, kürt sorununa sınırlı ilgisi de “Selocan” sempatisiyle birlikte başlayan, HDP'ye oy veren o binlerce yeni muhaliften farklı. 90'lı yılların boşaltılan, yakılan köyleri de, ölüm oruçları da kişisel tarihimde, şu ya da bu kadar bir şeyleri yaptığım, eylediğim dönemeçlerdi. Bugün baktığımda yetersiz, eksik bulsam da...
Öte yandan, uzun zamandır sanatımın temel izleklerinden birisi “yüzleşme” kavramı. 2008'de JİTEM ve PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan'la karşılaşmamdan ortaya çıkan 3,5 saatlik “Gerçekler Bilinsin Yeter” videom, anadilde eğitim hakkını öne alan “Kürtçe dersleri” videolarım, Ceylan Önkol'un katlinde ya da Halil Savda'nın 2012'deki Roboski'den Ankara'ya “Barış Yürüyüşü”nde yaptığım, yayılan, çoğalan tasarımlarımla sanatımın ilgisinin üzerinde olduğu bir konu, kürt sorunu ve süren savaş.
Senin deyiminle, “Orada yaşanan hukuksuzlukların Türkiye’de entelektüellerin bile çok azının ilgisini çekmesinin”, özellikle Gezi'nin ardından hızla yükselen, önce ümitlendiren, sonra da hızla yıldıran, sindiren siyasi iklimle ilgisi var bence. “Orada” yaşanan hukuksuzluklara ilgisi aslında olsa da, bir şey yapmamaya, etmemeye,  kendini korumaya, sakınmaya yönelen bir genel tutum çok yaygınlaştı son bir yılda. Bunun tek nedeni muhalifler üzerindeki artan baskı değil. Karşılaştırılsa, 90'lı yıllarda da yoğun baskı ve belirsizlik atmosferi, faili meçhul cinayetlerin kara gölgesine rağmen sürdürülen bir aktif muhalefet vardı.
Bugün, yükselen ve nitelik değiştiren savaştan, kent çatışmalarından, devletin görülmedik yöntemlerle saldırısından geriye kalan yıkık kentler ve ölü gençler, bir kez daha üzerinden acımasızca geçilmiş bir Kürdistan coğrafyasından bahsediyorsak, tam da bu yenik, yılgın “kılınmış” muhalefetin sayesinde yapılabilenlerden bahsediyoruz demektir. Gelecekte Cizre'nin, Sur'un, Nusaybin'in, Şırnak'ın bir eli devletin yakasında olacaksa, bir eli de bu “güya Türkiyelileşerek, tüm ülkenin muhalefetini söndürme projesinin” yakasında olmazsa üzülürüm. Ama şaşırmam.


"Duhân-ı Mübîn”, Hakan Akçura / tuval üzerine akrilik, sprey boya ve sabitlenmiş ham boya pigmentleri / 183,5 x 111,5 cm. / Ekim 2016 / Halil Savda'nın sanatçının isteği üzerine çektiği fotograf eşliğinde sergilenmek üzere.

Cizre, Bostancı ve Narin sokakları genel görünümü.
Foto: Halil Savda, Kasım 2016
Sinan: Dûhan-ı Mûbin’i, yaratım sürecini blogunda hayli uzun bir metinle anlatmışsın. Meraklısı için linkini paylaşacağım fakat bu süreci özetleyebilir misin? Halil Savda’nın bir fotoğrafından hareket ettiğini biliyorum. O fotoğraflar eline nasıl ve neden geçti? Resmi yapmaya nasıl karar verdin ve en önemlisi Dûhan ile, kıyamet öncesi görüleceği söylenen duman ile Cizre’den yükselen dumanı nasıl bağdaştırdın? Bir kıyamet alameti olarak mı görüyorsun Türkiye’de yaşananları… Ve bir kıyamın başlangıcı olarak mı?
Hakan Akçura: Halil Savda'nın bir fotografından hareket etmedim. Halil o fotografı benim isteğim üzerine çekti. Resmimi onla birlikte sergilemek istediğim için. Süreç şöyle gelişti:
Mahmut, 22 Temmuz'da beni sergisine davet etti. Sadece bir yokoluş değil aynı zamanda bir yeniden diriliş metaforu olarak kıyamet kavramını yorumladığı metni yolladı. Günlerce düşündüm. Dönüp geldiğim yer hep Cizre oldu. Öncelikle neye dönüştüreceğimi bilmesem de, bizzat Bodrum'dan gelecek “bir şey, bir şeylerin” peşine düştüm.
TİHV Başkanı Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'nın bodrumlara giren ilk insanlardan olduğunu biliyordum, Halil Savda'nın da Cizre'de yaşadığını. İkisine de ayrı ayrı yazarak, Şebnem Hanım'a ellerinde bodrumdan alınmış bir nesne olup olmadığını, Halil'e bodruma girip de içinden, isini, toprağını, taşını, kumaşını, nesnesini alıp alamayacağını sordum. O zaman öğrendim ki bodrumlar çoktan yerle bir edilmiş, dümdüz bir toprak haline gelmiş, kimsede içerden alınan, taşınan bir şey yok.
Bu sefer sokağa çıkma yasağı kalkar kalkmaz bodruma ulaşan ailelerin, sınırlı sayıda gazetecinin ve Şebnem Korur Fincancı başta olmak üzere insan hakları örgütlerinin çektiği videoların, fotografların peşine düştüm. Çoğu ırkçı mesajlarla süslü, bir kısmı haber sitelerinin, ajanslarının çektiği videoları izledim, çekilmiş dışardan ve içerden, hangisinin gerçekten orayı belgelediği bilmekte zorlandığım fotografları taradım. Gördüm ki, sokağa çıkma yasağının ardından içerisi şu ya da bu kadar, daha çok da soluk telefon lambaları, flaşlarla belgelenen tek bodrum 1. bodrum diye anılan “Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yer alan ev ve bodrum katı”.
79 günlük sokağa çıkma yasağı kalktığı gün yani 2 Mart gününe kadar ne olduğu hep muğlak kalan o bodrumda yeralan ve kaç kişiye ait olduğu belirsiz cesetlerin ordu tarafından alınmasının ardından, sokağa çıkma yasağının kalktığı gün, 2 Mart'ta, Cizreli ailelerin bodrumu ziyaretini Fatih Pınar video röportajında yayınlamış. Onu izledim. Ardından, 3 Mart 2016 tarihinde İHD ve TİHV başkanları tarafından Cizre’ye yapılan ziyaret sonucu Şebnem Korur Fincancı tarafından sınırlı gözleme dayalı olarak hazırlanmış olan ön inceleme raporu yayınlanmış. Onu bulup, okudum. Sınırlı sayıda fotograf yeralıyordu raporda.
İnsan Hakları İnceleme Heyeti, İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Diyarbakır Barosu ve Gündem Çocuk Derneği’nin üye ve yöneticilerinden oluşan heyet, 31 Mart 2016 tarihli "79 Günlük (14/12/2015 – 02/03/2016) Sokağa Çıkma Yasağı Cizre Gözlem Raporu"nda, 1. Bodrum diye adlandırılan Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yer alan ev ve bodrum katı incelemelerini bir dizi fotograf eşliğinde kaleme almış. Onu bulup, okudum.
Sonuçta, daha çok insan hakları raporlarından ve kimi video karelerinden aldığım kağıt çıktılarla o yokedilen bodrumu yeniden varetmek, gözönüne çıkarmak, yarına taşımak hedefim oldu. Bunu resmederek başarmaya çalışacaktım. Tuvalimi gerdim, tüm kağıt çıktıları tuvalin çevresine iliştirdim, astım, ilk eskizimi çizdim, uzun yolculuğuma koyuldum.
"Duhân-ı Mübîn" yapım sürecinde
Bu resmi bir fotoğraf eşliğinde sergilemek istedim. O fotoğraf da yerle bir edilen, bir “sıfır noktası” kılınan bodrumlardan kalan boşluğu belgelemeliydi. Bu fotoğrafı Halil çekebilirdi. Ondan, nasıl ve neyle birlikte kullanmak istediğimi açıklayarak çekmesini rica ettim. Kıbrıs'taydı Halil. Dönünce çekeceğini yazdı. Ben resmi bitirmek üzereyken, 31 Ekim'de beş fotoğraf yolladı, içeriklerini anlatan satırlar eşliğinde. Onlardan birini, hem 1. Bodrum, hem de 2. Bodrum'dan kalan boşluğu ve çatışmalar, saldırı sırasında ordunun, polisin konumlandığı tepeleri birlikte gösteren bir fotografı kullanmaya karar verdim.
Şöyle ki, hiper reel bir resim ya da gerçekçi bir resim değil, bir belge resimdi yapmak istediğim. Resmimin konusu olan mekanın kara tarazlı dokusu olduğu gibi geçmeliydi resme. Bunun için fırça ve spatüllerimin yetmediği her karesine parmaklarımla, ezdiğim ham boya pigmentlerini bastıra bastıra yedirerek oluşturdum resmi. En sonunda vernikle sabitleyene kadar kendilerince, yerçekimiyle, çok yavaşça aktı o pigmentler resmin yüzeyinde. Resim hep değişti, dokunmadığım anlarda bile.
Resim ismini Kuran-ı Kerim'in kıyamet alametlerini sıralayan surelerinden biri olan Duhân suresinin 10. ayetinde yeralan “apaçık, görünür duman”dan ("Duhân-ı Mübîn”) aldı. Taradığım fotograflar ve videolarda, günler boyunca üzerinde kapkara bir dumanın yükseldiği bir yerdi 1. Bodrum. Telefon bağlantılarında içerdekiler, bulundukları yeri bu dumanla belirlemeyi seçiyorlardı hep. Şehrin her tarafından görülmesi gereken -evet, görünen-, bir yerdi, yardım çağırdıkları, çıkmak istedikleri, çıkamadıkları...
Bir kıyamet alameti olarak mı görüyorum, savaşın girdiği bu kavşağı? Bir anlamda evet. Gözler önüne serdiği her imgesi, sesi, sonucu ile savaşın içinde bulunduğu kavşak, barışı, barış sürecine dair her yeni ihtimali,  hiç olmadığı kadar öteledi. Ordunun, polisin, sonuçta devletin görünür başarısı (!) ve onun savaşın karşı tarafında ayrı, o coğrafyadaki her bireyde ayrı yarattığı etkiyle ilgil değil bu dediğim daha çok. Irkçı tümen ve taburların sosyal ağlardan servis ettiği fotograflardan, sözlerden, seslerden, altüst edilen evlerde bırakılan erkek, asker, devlet izlerine, çuvallarla taşınan insan kemiklerine, DNA eşleştirmelerinin sonucu aylarca, bazen üç ayrı kentten beklenen  ailelerin gömülebilir isimli bir beden bulma çabasına, isimsiz gömülen cesetlere kadar, çok acı, unutulmaz etkileriyle hep aklımızda kalacak bu dönem.  Barış umudumuz, çabamız, eşitlik, özgürlük, demokrasi mücadelemizin yeni kazanımları da bilmediğimiz bir geleceğe taşındı. Suriye coğrafyasında sınırlar yeniden ve isteklerince çizilebilsin diye, birbirine piyon, at, fil süren büyük savaş satrancının aktörleri, ki TC devleti ve PKK/PYD de uzundur bu aktörler arasında, bizlerle, yani benle ve Cizre, Sur, Nusaybin, Şırnak'ta yaşayanlarla ortak hiçbir umut, çaba, istek taşımıyor uzundur, biliyoruz. Ama ne yazık ki güç onlarda!
Sinan: Kurduğun dilden anladığım kadarıyla devlet ile PKK arasında eşit mesafede duruyorsun. Bu bir süredir hayli eleştirilen bir durum. Her iki taraf da bu şekilde “eşit mesafecileri” kıyasıya eleştiriyor ve daha güçlü biçimde “taraf olmaya” zorluyor. Durduğun noktayı nasıl açıklıyorsun?
Ben PKK ile 17 yaşımda tanıştım. Bir mahalle örgütlenmesinde karşıma oturup, silahını çıkarıp masanın üstüne koyan, “bundan sonra bununla muhatapsın” diyen o kürt gençle karşılaştığımda. O yıllar “Apocular”ın tüm kürt muhalefetiyle birlikte, kürt illerindeki Türkiyeli sosyalist muhalefetin de en öncü isimlerini tek tek pusuya düşürüp öldürdüğü yıllardı, hatırlarsın sen de. Daha sonraki on yıllar boyunca, PKK'nin sadece kendi dışındaki kürt muhalif örgütlenmeleri değil, kendi içindeki en öncü, sorgulayan, soran, eleştiren üyelerini de, örgütsüz ama yığınlar gözünde sayılan, sevilen kürt demokratlarını da nasıl toptan yokettiğini biliyorsak, ki ben biliyorum, bu ilk tanışma hakiki bir tanışmaydı.
Devletin kürt politikasının, ülkede kürt varlığını bile inkar eden, soluk aldırmayan, zalim niteliğiyle yükseldi savaş ve savaşta PKK'nin devlete karşı öncü ve tek rolü. PKK'nin nasıl kurulduğu, içinde derin devletin başından beri varolup olmadığı, örgütlenmesinin, liderlerinin niteliğinin  sorgulanmadığı bir sıcak savaşa katıldı onbinlerce kürt genci. PKK sonunda Türkiye Kürdistanı'nın, yakın bir zamanda da Suriye Kürdistanı'nın, hareket kabiliyeti yüksek, uluslararası manevra olanağı geniş ama en önemlisi 90'ların ardından yasal partisini de varedebilen, hemen tüm kürt yoğun illerde yerel yönetimlere sahip, uzun bir zamandır da parlamentoda güç gösterebilen kitlesel örgütlenme oldu.
Devletin kürt sorununa dair paradigmasının özellikle de Öcalan'ın ele geçirilmesinin ardından AKP iktidarları eliyle değişmesi, kürt varlığının kabulü, kürtçe üzerinde yasağın kalkması, hiçbir zaman Fırat'ın doğusuna geçmeyen ve sonuçta kendi içinde boğulan ve vazgeçilen Ergenekon soruşturma ve davaları, Avrupa Birliği'ne giriş süreci adına atılan adımlar, yükseltilen umutlar ve başlayan çözüm süreci ülkenin tüm siyasal iklimini değiştirdi.
Artık, çözüm süreci yolunda kararlı adımlar atacağını ifade eden ve kendine, kendiyle birlikte değişen ülkeye güvenen bir devlet ve bu sürece olumlu baktığını söyleyen milyonların yasal siyasal temsilcilerine oy verdiği kürt gerilla örgütü vardı masada. Hepimiz umutlandık. Ben de... Haliyle. Oysa, bir tuluattı gözümüzün önündeki. Çok albenili, çok cazip, çok arzulanan bir metni ve oyunculuğu içeren.
Unutmamamız gereken en temel şeyi unuttuk. Sürecin aslında hiçbir zaman şeffaf akmadığını, hakikatin hep kapılar arkasında kaldığını ve oyunun sadece bu ülkeye dair değil, aslında dört ülkeye yayılmış bir geniş Kürdistan coğrafyasına dair olduğunu, o geniş coğrafyadaki etkin aktörler arasında dünyanın en etkin, egemen, saldırgan, yayılmacı ülkelerinin hep varolduğunu. En önemlisi, PKK'nin nasıl özgürlüksüz bir gelecek, devlet vaadiyle hep durageldiğini, o vaadi adına “özgürlük mücadelesi” verirken, kendisi adına savaşanlara, destek verenlere, sempati duyanlara ilişkin bir hakim devletin kendi zorunlu askerine baktığı o ölü, umursamaz gözlerden farklı gözlere aslında hiç sahip olmadığı gerçeğine.
On gün boyunca belki günde elli kere Tahir Elçi cinayetinin her anını aktaran videolara bakıp da gözlerimize apaçık sunulan o ortak cinayetin nasıl işlendiğini yine de bir türlü görememek, çözememek gibi bir şey bize dayatılan.
Değişmeyen savaş örgütü, her ne kadar birçoğunun umudunu kazanmak adına bağımsız politika üretebilir algısı beslense de, her zaman kendine doğrudan bağlı yasal partiler ve yerel yönetimler varetti. Bu milyonların desteğini alabilen savaş gücü, hiçbir zaman, sorgulamanın, eleştirinin, değişimin olanaklı olduğu bir siyasal örgütlenme olmadı.
Öyle ki, bugün, isteğince, kendi güçleri Suriye'ye aktif müdahale edebilsin diye, kendi katılmadığı bir kent savaşını, ona gönül veren gençlerin eliyle tüm kürt illerinde başlatması ve koca bir coğrafyada tam bir kırım ve yıkıntıya neden olması bile sorgulanamıyor, eleştirilemiyor, tartışılamıyor bu savaş örgütünün. Kendi insanlarınca...
Türkiye, uzun siyasal süreçleri, artık gelinen son noktadan bakıldığında daha rahat anlaşılabilecek, ama elbette ki çok karmaşık bir ülke. Bugün darmadağın, uzun ve en acımasız kavşaklara varmış bir savaştan geri kalan dumanın, sefaletin yükseldiği bir Kürdistan coğrafyasında kışı çadırları içinde geçirecek kaç insanın olduğunu, savaşın son salvosunda aslında kaç gencin, asker ya da değil, kaç gencin öldüğünü, kapalı kapılar ardında aslında neler konuşulduğunu, savaşın iki tarafının aslında birbirlerine  gerçekte ne kadar taraf olduğunu da, olmadığını bilemiyoruz, bilemeyeceğiz de...
Savaşın taraflarına karşı, bu çok benzer retorik ve tutum, nitelik taşıdığı sürece, eşit mesafede yeralmak, onların benden uzak hakim seçimlerine ve varoluş devamlılığına rağmen, tüm kürt halkına, onların özlediğim barış dolu, özgür günlerine borcum. Ülkeme de... Tahir Elçi'ye de... Taraf olmak aslında bu.
2016 TÜYAP Sanat Fuarı / Umulmadık Topraklar'da "Duhân-ı Mübîn”
Sergi için İstanbul’a geldin. Çok sık gelmiyorsun İstanbul’a. Sergi izlenimlerinden önce İstanbul izlenimlerini almak istiyorum. Uzunca bir süre uzaktan takip ettiğin şehrine indiğin andan başlayarak, bıraktığın İstanbul ile bulduğun İstanbul, bıraktığın Türkiye ile bulduğun Türkiye arasındaki farkı anlatabilir misin?
Elimde rulo halinde taşıdığım tuvalle, Beylikdüzü'nden, resmi şaseye gerecek ustanın atelyesine, Maltepe'ye, metrobüs ve dolmuşla gidip, metro ve vapurla döndüğüm bir uzun yolla geçti ilk günüm. Saatlerce... Son günüm, alıştığımca, Bayezit, Mahmutpaşa, Eminönü, Karaköy yürüyüşümle. İki gün Taksim'deydim. Dört günüm de Beylikdüzü, TÜYAP'ta sergide geçti.
Fındıklı Parkı'nda, sahilden yüz, iki yüz metre uzağa çakılan ve Boğaz'ın ne kadar doldurulacağını haber veren kazıklarla Çamlıca'ya oturtulmuş devasa cami arasında gidip geldi bakışlarım. İstanbul'u hiç bu kadar iğdiş edilmiş, çirkin ve buram buram devlet kokan bir halde görmemiştim.  Büyük binaların, ana cadde girişlerinin ve her toplu taşıma aracının, kırmızı beyaz ürkütücü devlet pankartları, afişleriyle döşendiği o kentte yaşayanları da, hiç bu kadar yaygın bir mutsuzluk hali içinde... Herkes mutsuz. Bir buçuk yıl kadar önce geldiğimde gözlemlediğim, yoğun ticaretten, herkesin bir şeyleri satın akıp, bir şeyleri sattığı hareketlilikten de eser yok.
Geçen yıl ilk kez gittiğim Atina'da en şaşırdığım şeylerden biri, metroda, hemen her istasyonda, durduğunda trene binmek için dışarda ya da inmek için içerde bekleyen insanların çekincesiz, nezaketsiz birbirlerine bodoslama çarpa çarpa inip binme alışkanlığıydı. Kenetlenebilmek için önce birbirine çarpan parmaklar gibi değil, birbirine çarpıp yol değiştiren kılıçlar gibiydiler. Çarpışmanın etkisini birkaç saniye taşıyıp, sallanıp, eğilip, bükülüp, titreyip yoluna devam eden Atinalılar... Bu yılın başında İzmir ve en son İstanbul metrosunda gördüm ki,  daha az şiddet içerse de durum pek farklı değil oralarda da. Yaşam gailesi derdine, iş yolunda koşturanlar dışında sokaklarda salınan kalabalıklar ise, kentin neresinde oldukları, neyle yolculuk ettikleri, nelere tanık olduklarıyla ilgili tam bir bilgisizlik, umursamazlık içinde ve sürekli yiyorlar. Bunu farkettiğinizde bir şeyler yiyen insanlara daha dikkatle bakmaya başlıyorsunuz ve onların sayısı haliyle, hızla artıyor.
Beylikdüzü'nde, TÜYAP kitap ve sanat fuarlarını ziyaret eden on binlerce insanın çoğu genç ve çocuktu. Örtünen, başörtüsü ya da türban takan genç öğrenci kızlar çoğunluğu oluşturuyordu. Neşeli, aktif, oyuncu, meraklı, rahat, güvenli bir kalabalıktı. Bizim sergide yeralan bizon derisiyle kaplı, iki memesi açık, toynaklı kadın heykeliyle “selfie” çektirmek, rahatlıkla yapageldikleri bir şeydi. İlginçti. İsveç'teki müslüman, örtünen gençliğin neşesi ve rahatlığıyla, İstanbul'dakilerinki ilk kez benzerdi benim için.
Arkadaşlarımı, dostlarımı, tanışlarımı, ya derin kaygı, çaresizlik, sindirilmişlik içinde “daha kötüsünü bekler” bir halde, ya her şeyin geyiğini yapan bir sıyırmışlık halinde ya da bir yandan dayanışmanın daha da artan öneminden bahseder, bir yandan da birbirleriyle  gereksizce didişir halde buldum. “Umulmadık Topraklar” sergi alanında daha çok kalmak istemem biraz da bundan dolayıydı. Birlikte yapıyor, üretiyor olmanın aylardır iyileştirdiği, savrulmaya izin vermediği , her şeye rağmen, serin, umut ve kararlılık dolu onlarca insandı oradakiler... İyi geldiler. Çok.
Sinan: Çok sıkıntılı bir dönemde geldin İstanbul’a. Üstelik hayli “sert” bir işle. Sergi, resim ya da kendine dair bir endişe taşımadın mı? İşi sergiye önerdiğinden itibaren sergilenme sürecinde ne tür tepkilerle karşılaştın? Resme bakanlar, senin Halil’in fotoğrafına baktığında hissettiklerine yakın bir duyguyu aldıklarını düşünüyor musun? Bakılan bir iş mi yoksa hissedilen bir iş mi oldu Dûhan-ı Mûbin?
Hakan Akçura: Böyle bir işi yapmaya karar vermekle başlıyor endişe, haliyle...  İstersen, seçersen yapılabilecek her zaman onlarca başka şey vardır aslında çünkü, ilham, proje bulma derdi olamayan sanatçılar için. Her biri de risksizdir. Birçoğu bu yolu seçiyor zaten. Sonra, yapma, devam etme kararlılığın boyunca haberler akıyor anayurdundan. Bazıları, mesela Aslı Erdoğan'ın bir yazısı hakkında kullanılan suçlamalar silsilesi, mantığı, neredeyse sert bir uyarıydı bana. Hiç bilemiyordum böyle bir resmi astığında, sergilediğimde olabilecekleri. Kuyruğumu dik tutarken, olabilecekler konusunda karımla akan muhabbeti kesmeye karar verdik. O muhabbetin kara bulutları altında yapamazdım, bitiremezdim resmi çünkü. Karımın, Leyla'nın desteği, hep önemlidir yaratımımda, ama böylesi zamanlarda, böylesi işlerde daha önemli... Küratörümle, alıştığım üzere, blogumda, resmi sergilemeye başlamadan önce yapabileceğim tanıtımı ertelemeye karar verdik. Bunu ben önerdim. O onayladı. Sergilenmesinin engellenmemesiydi derdimiz.
Çocuklarım, haliyle kaygıyla yolladılar beni, dönme sözümü, başıma bir şey gelmeyeceği sözünü alarak. Veriyorsun o sözü, yolu yok! Leyla'yla vedalaştık. “Dikkat et!” dedi. İstanbul'a varır varmaz bir avukat dostuma vekaletimi yolladım. Sergiyi açtık. “Kulaktan kulağa” yaydım, işimle  Cizre 1. Bodrum arasındaki doğrudan ilişkiyi sanat, kültür çevrelerinden sergime gelenlere. Sonra sıkıldım, önüme gelen, resmime ve Halil'in fotosuna bakan ve bana soran herkese, tüm ilgili ziyaretçilere anlatmaya başladım. Çoğunun kurduğu cümle, “Ne zaman bitecek bu savaş!?” ile “Yaaa, günlerce yardım beklediler değil mi!” arasında gidip geldi.
Mahmut Wenda Koyuncu ve genel koordinatör Ezgi Bakçay'a, Stockholm yolundayken, zaten hazır olan, sanat-işimi tanıtan blog yazımı yayınlamak istediğimi ama işimle sergi alanında üç gün boyunca benim yokluğumda yalnız kalacakları için, bunu ancak onların onayıyla yapacağımı söyledim. İkisi de onayladı. “Son üç gün!” başlığını ekleyerek o senin okuduğun ve üç gün boyunca sergiye gelecek olanları da bilgilendiren yazımı yayınladım.
Sinan: Halil Savda gördü mü resmi? Yorumu ne oldu?
Hakan Akçura: Gördü. Serginin açılışı Halil'in İstanbul'da olduğu bir haftaya rastladı. Açılışa geldi, gecenin sonuna kadar kaldı. Halil'e resmimin fotografını çok daha önce zaten yollamıştım. Benim için, 2012 Barış Yürüyüşü'nde Roboski'den Ankara'ya birlikte yürüyemediğim insanla nihayet yan yana yürümekti bu işin üretim süreci.Bunu söylediğimde sarıldı bana. Mahmut'la ve tanmadığı tüm diğer sanatçılarla tanıştı. Uzun uzun anlattı çektiği fotografın üzerinden, 1. Bodrum, 2. ve 3. Bodrum nerelerdeydi, ordu nerelere konumlanmıştı, neler oldu o günlerde Cizre'de. Sonra da “yazacağım,” dedi hakkında. Yazınca okur, öğreniriz daha geniş yorumunu.
Serginin açılış günü Halil Savda, Mahut Wenda Koyuncu'ya, fotografı eliyle o günlerin Cizre'sini anlatıyor.

No comments: