"Merhabalar,
Adım ... Bogazici Universitesi son sinif ogrencisiyim.
Bu donem Genco Gulan'dan contemporary art dersi aliyorum. Dersi alan arkadaslarimla beraber bir roportaj dizisi hazirliyoruz. Cagdas sanatcilarla yaptigimiz kısa soylesileri http://istanbulmuseum.org/artists/ adresinde yayinliyoruz. Yaptiginiz isleri cok degerli buluyorum ve sizinle farkli konulara deginen bir soylesi gerceklestirebilecegimizi dusunuyorum. Eger vakit ayirabilirseniz sorularimi e-mail ile gondermek istiyorum. Cevabinizi merakla bekliyorum."
Adını yazmak istemediğim sözkonusu öğrenci, alttaki cümleleri eşliğinde kendisinden istediğim soruları da yolladı:
"Merhaba Hakan Bey,
Sorularimi hazirladim. Bu konuda isinin ehli biri degilim. Ilk defa cagdas sanat dersi aliyorum ve roportaj hazirliyorum. Zamanim da azdi. Hatalarim olmussa affinizi diliyorum. Teklifimi kabul ettiginiz icin tekrar cok tesekkur ederim.
Bir de roportaji http://istanbulmuseum.org/artists/ adresinde yayinlamamizin sizin icin bir sakincasi var mi diye sormam gerekiyor. İyi gunler diliyorum. Sevgilerimle"
Soruları okuyup,
"Sevdim sorularini...
Gelecek hafta icinde yollarim tum cevaplarimi...
Tabii ki söylesiyi, mudahale edilmemis haliyle, http://istanbulmuseum.org/artists/ adresinde yayinlayabilirsiniz.
Yayinlayinca haber verin, ben de blogumda yayinlayip, link vereyim...
Sevgiler,"
diye yazdım.
Yoğundum ya da tembellik ettim, bir haftayı geçirdim, nazikçe uyarıldım:
"Merhaba Hakan Bey,
Benim sizden mumkunse bir ricam olacakti. Hocamiz roportajlarimizi yarina
istiyor. Eger hazirsa cevaplariniz bu aksam gonderebilir misiniz?"
Yoğundum ya da tembellik ettim, bir haftayı geçirdim, nazikçe uyarıldım:
"Merhaba Hakan Bey,
Benim sizden mumkunse bir ricam olacakti. Hocamiz roportajlarimizi yarina
istiyor. Eger hazirsa cevaplariniz bu aksam gonderebilir misiniz?"
Herhalde yoğun bir gündü ki, "Calisayim... Umarim beceririm," yazmışım. Neyse... Becerip, sorulara verdiğim cevapları aynı gün içinde yolladım. Şu not eşliğinde:
"Cevaplarım ekte ...
Yayınlarken, cevaplarımda yeralan köprü linkleri de koruyabilirseniz, okurlarınız bu söyleşiden daha çok yararlanır.Yayınlandığı zaman bana haber vermenizi isterim ve bloğuma taşırım.
Kolay gele... Genco'ya ve tüm arkadaşlara sevgi, selam."
Öğrenci, aynı gün içinde şunları yazdı ve bana yolladı:
"Emeginiz icin cok cok tesekkur ederim. Cevaplariniz oldugu gibi yayinlanacak.
Selaminizi da iletecegim. Cok sagolun.
İyi calismalar,"
İyi calismalar,"
Sonra...
Sonra, 2011 Şubat ayının 12'sine kadar beklemişim ve öğrenciye sormuşum:
"Selam ...,
Neden hala yayınlanmadı, merak ettim.Bir fikrin var mı?
Sevgiler,"
(Yaklaşık dört yıldır gelen bir cevap yok.)
Baktım eski facebook mesajlarıma, iki ay daha bekleyip bu kez Genco Gülan'a bir başka şeyi sorarken araya eklemişim bu merakımı:
"...ama yine bogazici'nden ... aylar önce istanbulmuseum.org'da yayinlamak uzere daha sonra yayinlanamayan (neden sahi?) bir röportaj yapmisti..."
Genco da cevap vermiş:
"...Projeyi tamamen öğrenciler yürütüyorlar. VE ders bitince yok oluyorlar Yani proje üzerinde fazla kontrolüm yok ve bir takım kazalar olabiliyor. Zor iş, temasta kalalım, Genco"
Sonra unuttum.
Aralarda onlarca kez başka nedenlerle yazışırken, Wikipedia madde metinlerini isveççeye çevirirken, şakalaşırken, hiç aklıma gelmedi dönüp yeniden sormak. Dedim ya "unuttum".
Bugün, bir makalenin köprü linkleri sayesinde sözkonusu röportajların yayınlandığı sayfaya neredeyse dört yıl sonra yeniden gidince, farkettim ki, sanatçı listesi uzamış da uzamış. Herkesler orada...
Birçoğu da benden sonra yapılan röportajlar. Kontrolden ve kazalardan kurtulmuş!..
İlginç!
Neyse, bari siz eksik kalmayın bu soru ve cevaplardan diye düşündüm, buraya taşıdım yayınlanmamış röportajı.
Keyfini çıkarın!
SORU: Kürtçe sorunu, göçmen sorunu, Gazze, Irak savaşı, Ceylan Önkol, Hrant Dink… Yaşadığı dünyaya karşı duyarlı, sorumlu, kendi deyişiyle open flux sanatçı olan Hakan Akçura neden taraf olup destek veren bir aktivist değil de bir sanatçı?
HA: Sorunuz birçok açıdan sorgulanası bir nitelikte.
Öncelikle, sanatçılık ile aktivistliği birbirine karşı konumlandırdığı için sorgulanmalı... Kim demiş “yaşadığı dünyaya karşı duyarlı, sorumlu” bir sanatçı varoluşu aktivistliğe engeldir diye? Ben neden aynı zamanda taraf olup destek veren bir aktivist, diğer yandan bir sanatçı olamayayım?
Soru, “taraf olup destek veren bir aktivist” olmayı seçmek varken, “yaşadığı dünyaya karşı duyarlı, sorumlu bir open flux sanatçısı” olmayı seçmenin, bir tür geride kalışı, eksikliği beraberinde getireceğini, bu durumu asal olan yerine gölgesini, zor olan yerine kolayı seçmek sandığı yerden, bu önyargılı düz mantığından dolayı da sakat.
Bilemiyorum ama eğer siz aslında, bu denli açık, doğrudan, kimileyin oldukça sert ve yüzleştirmeye çağıran bir muhalefeti, görsel, işitsel yaratımlar eliyle sürdürmenin “sanat olup olmadığını” sorgulayan bir zihne sahipseniz, bu önyargılı düz mantığa sahip olmanız da, sanatçılık ile aktivistliği birbirine karşı konumlandırmanız da çok normal. Ama bu zihinsel çıkarsama fazlasıyla sıradan bir yanlışlığı içeriyor ve bu söyleşiyi yaptığınız zemine aslında çok uzak.
S: Tabii bunun üzerine sormam gereken neden gerilla sanat?
HA: “Gerilla sanat işleri” hızla müdahile edilmesi gereken bir olgu, olay, gelişme ve tutuma yönelik yaratılmış, üretilmiş, hızla algılanabilme, çoğaltılabilme, paylaşılabilme, kullanılabilme olanağı taşıyan işlerime verdiğim isim. Ne kadar altından kalkabildiğimi bilmiyorum ama bu yöntem, bu biçim, sözkonusu işlerin nitelik yüksekliği, çok katmanlılığı, derinliği gibi halledilmesi gereken yaratım sorunlarını aslında hiç de devre dışı bırakmıyor. Türkiye’de ve dünyada bu tür yaratımın da, bu yöntemi kullanan sanatçıların da sayısı hiç az değil.
Elbette ki “gerilla sanat işlerim”den yola çıkarak, onlardan her anlamda çok farklı birçok eseri içeren yaratımımın tümünü, bir “gerilla sanat” kavramı içine sokup tanımlamıyorum. Umarım siz de tanımlamıyorsunuzdur. Çünkü her ne kadar bu tanımlamayı başlığına taşıyan kimi festivaller ve sanat etkinlikleri varolsa da aslında muhalif sanatsal etkinliklerin yöntemsel ve biçimsel niteliğine dair olan bu tanımlamayı, başlı başına ayrı bir sanat kavramı, tanımı kılmak çok anlamlı ve kolay değil. Ben ne niyetlendim, ne kalkıştım buna.
S: Türkiye’de gerilla sanat yapmakla yurtdışında yapmanın farkları nelerdir?
HA: Gerilla sanat işlerini nerede ürettiğinizin çok önemi yok. Bütün muhalif sanatçıların yaşadıkları ülkenin özgürlüklere ne kadar açık olup olmadığı gerçeği ile birlikte yüzyüze kaldıkları kimi zorluklar ve dolayısıyla seçtiği kimi farklı yöntemler ise her zaman sözkonusu... Mahlas kullanmak, yaratımını anonim kılmak, çalışmalarının devamı için kendini koruyan bir yandaş ve destekçiler çemberi oluşturmak gibi…
Ama sorunuzda aslında özel olarak bana, belki de bir başka alışıldık önyargı sonucu aslında, İsveç’te yaşarken ürettiğim işleri Türkiye’de yaşasam üretip üretemeyeceğimi sormak istiyorduysanız, sık sık Türkiye’ye gelen, kalan bir TC vatandaşı olarak, hiç de farklı bir hukuksal zeminde yaşamadığımı sanırım size hatırlatmam gerekecek. Yurtdışında yaşamamın bana sunduğu ve daha rahat yaratabilmemi, üretebilmemi sağlayan özel bir cesaret ya da kolaylık yok.
S: Yaptığınız işler tepki toplayabilecek nitelikteler. Örneğin “Allah Korkusu” adlı sergideki –sureti silinmiş Atatürk- afişiniz nedeniyle ifadenize başvurulduğunu okudum. Böyle durumlarla/tepkilerle karşılaştığınızda “ne güzel, çalışmam birilerini düşünmeye sevketti” diye mi düşünüyorsunuz yoksa başka bir yönde mi?
HA:İfademe başvurulmadı. İfademe başvurulma ihtimali doğdu ve ben önce davranıp, henüz benden istenmeyen olası savcılık ifademi yazıp, yayınladım. Ben dahil, savcılık soruşturmasına uğrayabilecek diğer sanatçı arkadaşlarımı ve bütün olarak sergiyi savunma içgüdüsüyle davrandım.
“Kemalizm bir ibadet biçimidir” isimli o afiş tasarımım gibi resmi devlet politikalarını ve toplumda kök salmış tabuları konu edinen, sorgulayan, sarsan işleri ürettiğimde birçok kişi ve kurumdan gelecek farklı tepkilerle karşılaşacağımı zaten bilirim. Nefret e-maillerinden, mesajlarından, olası soruşturma, kovuşturma süreçlerine ve ölüm tehditlerine kadar… Tabii ki bu tepkiler bana “ne güzel, çalışmam birilerini düşünmeye sevketti,” dedirtmez. Bu tepkiler, sahiplerinin düşünmeye, dönüşmeye, yeniden değerlendirmeye ilişkin dirençlerinin, bağnazlıklarının, hoşgörüsüzlüklerinin ve saldırganlıklarının sonucudur çünkü.
Örneğe dönersek, ben o afişi yaptığım günden bu yana kemalist resmi ideoloji çok daha rahat tartışılabilir, sorgulanabilir bir hale geldi. Sürecin bu biçimde evrilmesinde, o çok ses getiren afişle benim de bir katkım olduysa bakın işte buna sevinebilirim.
S: Yurtdışında yaşamak, işlerinizde bakış açınızda ne gibi farklılıklar yarattı?
HA: Yurtdışında yaşamak beni göçmen kıldı. Nesnel olarak yaşantımı sanmadığım ölçüde değiştirdi. Göçmen karşıtı devlet politikalarının, ayrımcılığın ve gizli ırkçılığın, hiçbir göçmeni diğerlerine göre kendini “şanslı” saymaya izin vermeyecek bir eşitlik ve yaygınlıkla karşısına aldığını gördüm öğrendim. Ne yalan söyleyeyim, İsveç kültür ortamının bana kırmızı halılar sereceğini hiç düşünmemiş olsam da, nitelikli bir profesyonel ve sanatsal geçmişle, örneğin çok daha kolay iş bulabileceğimi, yaşantılamaya neredeyse altı yıl sonra bile devam ettiğim zorlukları çok daha erken bertaraf edebileceğime inanıyordum. Şimdiyse, değil ben gibi yeni, isveççeyi sonradan öğrenmiş, orta yaşı aşmış yeni göçmenlerin, burada doğmuş ve nesnel olarak bir başka ülkeyi anavatanı, bir başka dili anadili sayamayacak olan ikinci, üçüncü kuşak göçmenlerin bile ne denli yoğun bir ayrımcılıkla karşı karşıya olduğunu biliyor ve onlarla birlikte “hodri meydan!” dediğim bir savaşçı ruhla soluk alıyorum burada… Sanırım koca bir Avrupa kıtasında durum çok farklı değil.
Haliyle, neyi nasıl yaşadığı sadece işlerinin biçimini değil, özünü de etkileyen, bazen belirleyen bir sanatçı olarak tüm bu varoluş sürecim yaratımımı da etkiledi.
S: “Gerçekler Bilinsin Yeter” işinizden biraz bahsedebilir misiniz? Bu çalışmayı yapmak istemenizin altında yatan itici güç neydi?
O itici güç, şu anda sözkonusu videomun hala alabildiğine güncel kalmasının da nedeni olan hala gerçekleşmemiş olan hedefimdi.
Şöyle ki, “Gerçekler Bilinsin Yeter” (Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi), TSK, bünyesinde bir zamanlar bu ölçüde yasadışı bir cinayet şebekesi kurulduğunu kabul edene, bundan dolayı özür dileyene ve dönemin sorumlularının bulunması, yargılanması için elindeki tüm belge ve bilgileri açıklayana kadar, ya da ne bileyim, savcılarımız Kadir’in nerede olduğunu, şu anda ne yaptığını, zamanında ve şimdi kimlerin koruması altında olduğunu bu videoda ihbar ettiği katillerin yakasına yapışıncaya kadar hep ”yeni bir hikaye” olarak kalacak. Ne yazık ki!
Sorunuzun ayrıntılı cevabını videoyla birlikte yayınladığım basın bülteninde, 2008 yılında cevaplamıştım. Durduğum yer aynı. Oradan aktarıyorum:
“Selamlar,
Bu kez, İsveç'te gerçekleştirdiğim ve internetten yaygınlaştırmayı seçtiğim pek alışılmadık türden bir videoyu -sadece Türkiye'nin sanat ve kültür ortamına değil, on yıllara yayılan acıların ve akan kanın tartışıldığı tüm gündelik yaşam zeminlerine de - sunuyorum. Tüm siyaset, medya, hukuk kimlik ve kurumlarının bir kez daha sorumluluk ve samimiyetlerinin sınanacağı bir döneme bahane olsun, tek tek her türkiyeliye daha aydınlık bir gelecek için, gerçeğin bilgisi, gücü ve yolgöstericiliğini taşısın diye...
Video, ikinci "kayıt" videom. Adı "Gerçekler bilinsin yeter". Süresi 3.5 saat.
Videoda benım sorularıma cevap veren "kimlikler", Abdülkadir Aygan, "Abuzer" ve "Şerif" (Aziz Turan).
Abdülkadir Aygan 1977-1985 yılları arasında PKK militanı, 1985-1991 yılları arasında bir PKK itirafçısı olan, 1991-1999 yıllari arasında da Diyarbakır'da JİTEM elemanı olarak çalışan, 5 yıllık bir iç hesaplaşmanın ardından ailesiyle birlikte İsveç'e kaçarak, Türkiye'nin bu 22 yıllık birçok yanı karanlık kalmış, çok kan dökülmüş dönemine dair tüm bildiklerini anlatmaya karar vermiş bir insan.
Şimdiye kadar anlattıklarının çoğunun üstü örtüldü. Sadece JİTEM'e dair kimi aktarımları ait olduğu geniş bütün içinden seçilip ayrılarak Özgür Gündem'de yayınlandı. Musa Anter'in nasıl öldürüldüğünü de aktarması üzerine Hürriyet gazetesi sansasyonel bir buluşma organize etti ve Anter'in kızı ile Aygan'ı İsveç'te karşı karşıya getirdi. Attığı "babasının katiliyle buluştu" manşeti, Aygan'ın medyayla ilişkilerini sınırlamasına neden oldu. Çünkü o kabullendiği, ötesi itiraf ettiği, açık ettiği gibi birçok insanın katili olsa da, "Anter'in katili değildi".
Hayatını yazdı. Kitap, küçük bir alman göçmen yayınevince basıldı. Aygan, kitabın önsözünü yargıcı, toplamını özensiz buldu. Elindeki tek kopyayı bile dolaylı yollardan edindi. Kitabın yaygınlaşabilmesi çok şüpheli görünüyor.
Anlattıklarıyla iki toplu mezar açıldı ve JİTEM timlerince öldürülen "faili meçhul"ların kemikleri bulundu.
JİTEM'in de, Aygan'ın -sahte resmi kimliğiyle Aziz Turan'ın- da varlığını baştan inkar eden resmi çevreler, bu gelişmelerin ardından savcılık eliyle JİTEM üyelerine karşı bir dava açmak zorunda kaldı.
Bense uzun süre Aygan'la buluşmaya hazırlandım, binlerce sayfa belge okudum, internetin kolay ulaşılamayan forumlarında hakkında devam eden ya da zamanında yapılmış tartışmaları, kavgaları takip ettim. Ardından farklı bir kimlikle ve isveç gizli polisinin korumasıyla yaşadığı yerde onu bulup, ikna edip, ardından buluşup, güven verip, bu söyleşiye giden yolu açtım.
Onu ne aklamak ne de yargılamak istemediğime ve gerçek bir "portre" peşinde olmaklığıma inandı. İnandığı şey doğruydu. Bu ikimize de yetti.
Sadece çekinmeden aktardığı bildiklerini ve tanıklıklarını değil, bizzat işlediği suçları, hatta eski aşkına, maruz kaldığını düşündüğü ihanetlere, umutları ve duygularına dair cümlelerini de içeren, İsveç'te gerçekleştirilen bu izleyeceğiniz kayıt, 25 Mayıs 2008 tarihini taşıyor.
Ben bu kayıt sırasında sorularımı karşımdaki insanın kişisel tarihini belirleyen üç ayrı kimliğe, PKK'daki kod ismiyle Abuzer'e, JİTEM'deki kod ismiyle Şerif'e ve Abdülkadir ya da ailesinin seslendiği biçimiyle Kadir'e, bedeni üç ayrı yöne dönük, üç ayrı oturma biriminde ve üç ayrı gömlekle oturmuşken sordum. O ya da onlar da cevapladı.
Ama uyarıyorum, kaydı atlaya atlaya izlerseniz, aktarılan uzun öykünün aralara sıkışmış kimi çok önemli ayrıntılarını öğrenmekten, iki ayrı kimliğe sorulan sorular arasındaki güçlü bağdan ve oluşan portrenin kendi iç mantığını izlemekten geri kalabilirsiniz.”
Bu kez, İsveç'te gerçekleştirdiğim ve internetten yaygınlaştırmayı seçtiğim pek alışılmadık türden bir videoyu -sadece Türkiye'nin sanat ve kültür ortamına değil, on yıllara yayılan acıların ve akan kanın tartışıldığı tüm gündelik yaşam zeminlerine de - sunuyorum. Tüm siyaset, medya, hukuk kimlik ve kurumlarının bir kez daha sorumluluk ve samimiyetlerinin sınanacağı bir döneme bahane olsun, tek tek her türkiyeliye daha aydınlık bir gelecek için, gerçeğin bilgisi, gücü ve yolgöstericiliğini taşısın diye...
Video, ikinci "kayıt" videom. Adı "Gerçekler bilinsin yeter". Süresi 3.5 saat.
Videoda benım sorularıma cevap veren "kimlikler", Abdülkadir Aygan, "Abuzer" ve "Şerif" (Aziz Turan).
Abdülkadir Aygan 1977-1985 yılları arasında PKK militanı, 1985-1991 yılları arasında bir PKK itirafçısı olan, 1991-1999 yıllari arasında da Diyarbakır'da JİTEM elemanı olarak çalışan, 5 yıllık bir iç hesaplaşmanın ardından ailesiyle birlikte İsveç'e kaçarak, Türkiye'nin bu 22 yıllık birçok yanı karanlık kalmış, çok kan dökülmüş dönemine dair tüm bildiklerini anlatmaya karar vermiş bir insan.
Şimdiye kadar anlattıklarının çoğunun üstü örtüldü. Sadece JİTEM'e dair kimi aktarımları ait olduğu geniş bütün içinden seçilip ayrılarak Özgür Gündem'de yayınlandı. Musa Anter'in nasıl öldürüldüğünü de aktarması üzerine Hürriyet gazetesi sansasyonel bir buluşma organize etti ve Anter'in kızı ile Aygan'ı İsveç'te karşı karşıya getirdi. Attığı "babasının katiliyle buluştu" manşeti, Aygan'ın medyayla ilişkilerini sınırlamasına neden oldu. Çünkü o kabullendiği, ötesi itiraf ettiği, açık ettiği gibi birçok insanın katili olsa da, "Anter'in katili değildi".
Hayatını yazdı. Kitap, küçük bir alman göçmen yayınevince basıldı. Aygan, kitabın önsözünü yargıcı, toplamını özensiz buldu. Elindeki tek kopyayı bile dolaylı yollardan edindi. Kitabın yaygınlaşabilmesi çok şüpheli görünüyor.
Anlattıklarıyla iki toplu mezar açıldı ve JİTEM timlerince öldürülen "faili meçhul"ların kemikleri bulundu.
JİTEM'in de, Aygan'ın -sahte resmi kimliğiyle Aziz Turan'ın- da varlığını baştan inkar eden resmi çevreler, bu gelişmelerin ardından savcılık eliyle JİTEM üyelerine karşı bir dava açmak zorunda kaldı.
Bense uzun süre Aygan'la buluşmaya hazırlandım, binlerce sayfa belge okudum, internetin kolay ulaşılamayan forumlarında hakkında devam eden ya da zamanında yapılmış tartışmaları, kavgaları takip ettim. Ardından farklı bir kimlikle ve isveç gizli polisinin korumasıyla yaşadığı yerde onu bulup, ikna edip, ardından buluşup, güven verip, bu söyleşiye giden yolu açtım.
Onu ne aklamak ne de yargılamak istemediğime ve gerçek bir "portre" peşinde olmaklığıma inandı. İnandığı şey doğruydu. Bu ikimize de yetti.
Sadece çekinmeden aktardığı bildiklerini ve tanıklıklarını değil, bizzat işlediği suçları, hatta eski aşkına, maruz kaldığını düşündüğü ihanetlere, umutları ve duygularına dair cümlelerini de içeren, İsveç'te gerçekleştirilen bu izleyeceğiniz kayıt, 25 Mayıs 2008 tarihini taşıyor.
Ben bu kayıt sırasında sorularımı karşımdaki insanın kişisel tarihini belirleyen üç ayrı kimliğe, PKK'daki kod ismiyle Abuzer'e, JİTEM'deki kod ismiyle Şerif'e ve Abdülkadir ya da ailesinin seslendiği biçimiyle Kadir'e, bedeni üç ayrı yöne dönük, üç ayrı oturma biriminde ve üç ayrı gömlekle oturmuşken sordum. O ya da onlar da cevapladı.
Ama uyarıyorum, kaydı atlaya atlaya izlerseniz, aktarılan uzun öykünün aralara sıkışmış kimi çok önemli ayrıntılarını öğrenmekten, iki ayrı kimliğe sorulan sorular arasındaki güçlü bağdan ve oluşan portrenin kendi iç mantığını izlemekten geri kalabilirsiniz.”
S: Göçmen Dairesi'ne Açık Mektup” adlı videonuzla Svelska Dagbladet'e manşet oldunuz, İsveç göçmen dairesinden “Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz" diye bir açıklama geldi. Peki asıl dışarıdaki halktan nasıl tepkiler aldınız? O zamandan bugünlere bu konuda nasıl gelişmeler oldu?
HA: Bu, aslında iki önceki sorunuzun kısmen cevabı da olan İsveç’teki ilk video performansım, sadece kendi blog sitem aracılığıyla yayınlayabildiğim, bunun dışında sadece Hırvatistan’da sergileyebildiğim bir eserim. Sizin deyiminizle “dışarıdaki halktan” gelen yaygın tepkileri gözlemleyebileceğim sergilenme olanağına hiç kavuşamadı. Ama o dönemde İsveç ve Türkiye medyasında oldukça sık yeraldı. O yayınlar kaç kişiye ulaştı bilemem… Video performansın yayınlandığı yılın ertesinde bekleme süreleri, başvuranların durumlarında özel bir sorun yoksa daha kabul edilebilir ölçülere çekildi. Bunda bu video performansın çok payı olduğunu söylemek ne kadar saçmaysa, hiç payı olmadığını iddia etmek de o kadar körlük olur bence…
Ben sizin deyiminizle “dışarıdaki halktan” gelen yaygın tepkileri gözlemleyebilmeye “İsveç Göçmen Dairesi'ne Açık Mektup”un ardından yaptığım ve sergileme olanağı bulduğum “Günaydın” isimli video performansımla buldum. Sonuçta o da sıradan bir göçmen işi yapan sanatçının, bizzat işini uygulama biçimiyle, toplumla kurmaya çalıştığı yeni iletişimi konu aldığı için, gelen ve genellikle yapıcı, düşündürücü, olumlu nitelikteki tepkilerden çok güç aldım.
S: Yazılarınızı ve bazı işlerinizi openflux.blogspot.com ‘da yayınlıyorsunuz. Ne kadar çok insana ulaşırsam o kadar iyi gibi bir tutumunuz var anladığım kadarıyla. Peki geçiminizi de sanatınızdan mı sağlıyorsunuz?
HA: Bu soruyu birkaç kere okudum. Zihin birinci cümleden, böylesi bir ikinci cümle aracılığıyla nasıl ve neden bu üçüncü soru cümlesine varabilir diye düşündüm. Blog sahibi olup, yaratımımı olabildiğince fazla insanla paylaşmaktan çalışmaya ve geçinmek için para kazanmaya nasıl zaman ve fırsat bulduğumu, aslında bulup bulmadığımı sorar gibisiniz.
Bir sanatçıya, ne tanışınız, ne arkadaşınız olmayan bir adama, nasıl geçindiğini bu kadar rahat sorabilmek de ayrıca tuhaf.
Neyse… Hayır, geçimimi yaklaşık 20 yıllık sanatçılık kariyerimin hiçbir döneminde sanatımdan sağlamadım, sağlayamadım. Çok isterdim oysa… Türkiye’de yıllarca sayfa tasarımcısı, grafik tasarımcı ve reklam ajanslarında matbaa koordinatörlüğü yaparak geçindim. O dönemlerde, yaptığım hemen her resim satılsa, satıldığı dönemlerde beni oldukça rahatlatsa da, bu durum süreklilik kazanmadı.
Yukarda sözünü ettiğiniz blogum Open Flux’ta, İsveç’teki bu ilk yıllarımdaki işsizlik koşullarımdan, çalıştığım kimi göçmen işlerinden doğan kimi yaratımlarımı bulabileceğiniz gibi, Parlamento’ya kadar çıkan etnik ayrımcılığa dair tartışma ve başvuru metinlerimi de bulabilirsiniz.
Sözkonusu ayrımcılık, destek alabilmek için başvurduğum sanatsal fonların seçicilerinde de yaygın ve etkili. Ona rağmen hemen her fona, genellikle de her seferinde farklı bir proje teklifi ile başvurmaya devam ediyorum.
Bir süredir işsizdim. Önümüzdeki haftalarda kendi olanaklarımla bulduğum ve hemen hiçbir deneyimimin olmadığı bir işte çalışmaya başlayacağım için seviniyorum.
S: Son olarak da Zeitgeist Hareketi ile ilgili düşüncelerinizi sormak istiyorum.
HA: Çok özetle, bu dünyanın karanlığa, acıya, yoksulluğa, savaşlara, kırımlara bakan tarafının kimler tarafından ve neden oluşturulduğunu doğru gören ama buradan çıkan komplo teorilerini oldukça abartılı bulduğum bir hareket.
Geçtiğimiz yılın bence iki olağanüstü eyleminin sonuçlarına bakarsak, Zeitgeist Hareketi’nin de hedefi olan o egemenlerin o kadar da “her şeye hakim” olamadığını rahatlıkla görebiliriz: Gazze’ye yola çıkan Özgürlük Filosu ve Wikileaks’in başardığı değişimlerin boyutu, az sayıda gönüllü aktivistin haklı ve öngörülemez eylemlerinin gücünün ve olası sonuçlarının hiç de yabana atılası olmadığını gösterdi. Hepimize…