I will attend "Interzone/Nation" co-exhibition at Gallery Galženica, Zagreb, Croatia, between April 1- May 15, 2009
“Interzone: nation” is the second exhibition this year dedicated to the phenomenon of globalization. The topic of the exhibition deals with the impact of globalization processes on the projection of national identities. For instance, during the nineties, the countries of Middle and South-East Europe – which were looking for their place on the redrawn map of Europe – found themselves in a paradoxical position in which they had to denationalize their economy and nationalize their culture at the same time. The more a form of cultural practice seemed traditional and more particular, the more it was presented as a model by which other newly formed states were to follow in the process of self-identification. The following artists will point to this paradoxical position of projecting national identities: In his video work, Hakan Akçura (TR, S) will show the problems non-EU immigrants face in EU countries. A young artist from Dubrovnik working in Zagreb, who works under the art name of Id Sarup, will present himself with a video work in which he uses the television programme of the Croatian National Television (HRT) to bitterly and amusingly comment on the social state of affairs in Croatia. Meanwhile, Ana Lozica and Jasminka Končić will use their photographs, digital montages and animated films to point to the role of sport in forming (not only) the Croatian national identity. A video work from Saša Karalić (NL, BiH) under the title “Schwabo” will deal with the hybridism of every identity, including the national one, as well as its paradoxes and contradictories.
" (...) The concept of the nation is a complex one; to try and define the notion means taking into account a wide rage of criteria such as language, culture, dissent, history, religion, etc. Such so called objective criteria can be found in many of contemporary definitions of the notion of nation, such as the following: A nation is a relatively self-sufficient and stabile national life community, stemming out of the historical development of the associating of people into communities for the purpose of survival and development, which is characterized by a uniform state territory, common economical life, specific culture and language, adequate religion, a developed collective and individual awareness of national feeling. Another element is included in this complex definition, which can be labelled as a voluntary definition of a nation, the most famous of which is that of the French philosopher Ernest Renan. In his 1882 lecture What is a nation? he concluded that the nation is a daily plebiscite, which is based on the individual's subjective criteria.
In the 21st century the problem of nation and its self-definition is not less complex; in fact, it could be argued that the question is more complicated than ever, especially when observed in the context of globalization. Globalization has not treated kindly the nation as idea, concept and social reality. The nation was associated with the backlash against irresistible historical forces, doomed to obsolescence by global postmodern culture, deprived of its institutional shell by the decline of the state, and with a questionable reputation among social scientists to boot, the nation appears to be rapidly fading into little more than a historical phenomenon. [2]
In the last couple of decades, central and south-east Europe found itself caught up between two extremities: between East and West, between capitalism and communism, between globalization as a factor of unifying and the tendency to create one's own identity. In the early nineties, countries of this area found themselves in the paradoxical position in which they were to denationalize their economies and nationalize their culture at the same time. Today, the question arises - what does globalization mean for this area, what changes will it bring, how does it affect the projection of national identity? It is certain that in the contemporary world, the problem of nation and national identity cannot be examined separately from the process of globalization. This exhibition therefore looks at the phenomenon of nation and national identity within the globalization process, as well as the problems, paradoxes and ironies arising from that correlation (...)"
(Nina Pisk)
Curators:
Ivana Hanaček, Klaudio Štefančić
Assistant curators: Sanja Horvatinčić, Nina Pisk
Interzone / Nation, exhibition April 1 – May 10, 2009.
Saša Karalić (NL, B i H) Id Sarup (HR) Hakan Akçura (TR, S) Jasminka Končić (HR) Ana Lozica (HR)
My works at the exhibition:
1. Open Letter to Sweden Migration Board (Öppet Brev till Migrationsverket / İsveç Göçmen Bürosu'na Açık Mektup) Videoperformance (51 min.) 2006 2. Good morning (Godmorgon / Günaydın)
Videoperformance with two parts
27.3.09
7.3.09
20. Ankara Uluslararası Film Festivali, Türkiye'de videonun 35 yılına dair özel bölümünde, üçü benim olmak üzere toplam 35 video gösterecek
12-22 Mart 2009 tarihleri arasında düzenlenecek olan 20. Ankara Uluslararası Film Festivali, bu yıl izleyicilerine "Türkiye'de videonun 35 yılından 35 video" başlıklı bir özel bölüm sunuyor.
Güncel sanat içerisinde üretilen videolarla, deneysel video kategorisinde üretilen videoları mecz eden, onlara birlikte bakmayı, okumayı deneyen bir toplamı ortaya çıkarmayı deneyecektir.
Bu proje çağrısı bir yandan da gözümüzün önüne gelmeyen, gözümüzün değmediği videoları toplamak ve gözönüne çıkartmayı da amaçlamaktadır. Çünkü artık üretim koşulları değişen, özgürleşen, elektronik mecralarda kolayca yayılan bir medyuma dönüşüyor video.
Özel bölümün kapsadığı 35 videonun üçü benim videolarım: Saddam Hüseyin'in idamının hemen ardından yaptığım ve "G. W. Bush için kabus önerileri" alt tanımıyla internetten yaygınlaştırdığım "Mr. President let me challenge you to face his" 1 ve 2 (2006) ile yeni videolarımdan "Look, what beatiful seashells!" (2008).
Seçkide videoları yeralan diğer sanatçılar ise şunlar: Ferhat Özgür, Selda Asal, Burkay Doğan, Ahmet Öğüt, Nancy Atakan, Ali M. Demirel, Esra Ersen, Bülent Baş, Halil Altındere, Candaş Şişman, Fikret Atay, Gülsün Karamustafa, Köken Ergun, Erkan Özgen, Şener Özmen, Servet Koçyiğit, Özlem Günyol, Mustafa Kunt, Tennur Baş.
Aşağıdaki satırlar, Festival'in bizlere bu bölüme dair çağrısını yollarken kaleme aldığı açıklamasından:
"... Sinemanın büyük resmi tarihiyle karşılaştırıldığında videonun tarihi bu topraklarda da minör olanı teslim eder. Kenarda bırakılmış, yazılmaya cesaret edilmemiş, lüzum bulunmamıştır.
İşte bu nedenlerle "Türkiye'de videonun 35 yılından 35 Video" adlı programın asıl amacı kolektif bir arşivleme, retrospektif oluşturmak, gözümüzden uzak tutulan böyle bir tarihe yakından bakmak anlamına gelecektir.
Güncel sanat içerisinde üretilen videolarla, deneysel video kategorisinde üretilen videoları mecz eden, onlara birlikte bakmayı, okumayı deneyen bir toplamı ortaya çıkarmayı deneyecektir.
Bu proje çağrısı bir yandan da gözümüzün önüne gelmeyen, gözümüzün değmediği videoları toplamak ve gözönüne çıkartmayı da amaçlamaktadır. Çünkü artık üretim koşulları değişen, özgürleşen, elektronik mecralarda kolayca yayılan bir medyuma dönüşüyor video.
Başından beri bu macerayı takip eden, ev sahipliği yapan Ankara Uluslararası Film Festivali, 20.sinde bu 30 yıla tanıklık eden videolardan oluşturulacak bir seçkinin gösterimlerini yapmayı, videozine olarak arşivleyerek dağıtmayı, uluslararası video festivallerinde ve diğer yurt dışı organizasyonlarda yer alması için çaba göstermeyi amaçlamaktadır."
5.3.09
Uyarılmadığımız risklere dikkat çeken bir sergi amaçladım
Dün Hürriyet Daily News gazetesinde Vercihan Ziflioğlu'nun kaleminden, son sergim hakkında bir haber söyleşi yayınlandı. Vercihan'ın izniyle, onun sorularına verdiğim, çok az bir bölümünün yayınlanmasını sağlayabildiği cevaplarımı buraya taşımak istedim. Zihin açıcı olacağı umuduyla...
Uzun yıllar önce İsveç'e göç etmiş olmanıza karşın anlıyoruz ki içinizde ait olup olmama sorununu hâlâ derinden hissediyorsunuz. Bu durum hayatınızı nasıl etkiliyor? Kendinizden yola çıkarak genel gözlemlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Hiçbir yere ait olamama duygusu nasıl ele geçirir insanı? Göçmenlik hayat boyu süren bir olgu mudur?
Sadece 4 yıl oldu. Sen ”uzun yıllar” deyince kalakaldım. Ne kadar uzun demek bu tartışılır bence. Göçmenlik insanın kendini değil, göçülen ülkenin o insanı konumlandırdığı yerin tarifi daha çok. İsveç’e 30 yıl önce gelen bir insanın bile kendini göçmenden saymaması mümkün değil. Göçmen yerine kullanılan kelime burada ”invandrare”. ”Yürüyerek gelenler” demek ve İsveç devleti ya da orta sınıf bir isveçli için bu yürüyüşün bitebilmesi, bir yere ”varılabilmesi”, ”buraya ait olabilmek” mümkün değil. Hatta o insanın İsveç’te doğan çocuğa bile başka bir vatanı olmasa dahi bir ”utländsk” yani ”yabancı” olduğu her an hissettirilir. Ruhunu dibine kadar genel geçer isveçliliğin ”değerlerine” satman sana birçok kapıyı açabilir; ama bilmelisin ki yine de geriye mutlaka bir ”hiç emin olamama” tedirginliği, bir ”her an kendini yeniden kanıtlama” zorunluluğu kalır. Ne gam! Onlar ve aslında göçmenler de pek farkında olmasa da, bu ülkenin şimdi neredeyse üçte birini oluşturan ”yabancılar”, 10-15 yıl içinde çoğunluk olabilir ve saf isveçliler parmakla gösterilecek hale gelebilir. Çok kısa sürede çok şey değişecek buralarda.
Neyse, konu kaydı... ”Aitlik sorunum” çok uzundur yok. Ben onu kendi ülkemde kaybettim. Sorun çok eski: Adalet, eşitlik, özgürlük. İsveç sana ister istemez özgürlüğü solutan bir ülke. Ama diğer ikisi için aynı şeyi söylemek zor. Sadece göçmenler için mi geçerli bu dediğim? Hayır. İşsizleşenler için de geçerli, kazanılmış haklarını her gün daha çok yitiren emekliler, emekçiler için de geçerli. Ama fark şu ki, hala zenginleşmemiş ya da ünü yüzünden sahiplenilmemiş bir göçmenin toplumsal yaşamın herhangi bir zemininde diğer isveçlilerle eşit şansa sahip olduğunu kimse iddia edemez. Evet, göçmenliğin bu ülkede hayat boyu sürdüğü rahatlıkla söylenebilir. Ama dedim ya, bence ”göçmenliğin” neredeyse bir çoğunluk tanımı olacağı günler de yakında.
Çalışmalarınıza gündelik hayatın izdüşümleri yansıyor. Örneğin sıradan bir insanın bakıp geçeceği bir uyarı etiketine bile siz anlamlar yükleyip izleyiciye farklı açılardan sunuyorsunuz. Yeni serginiz de böyle bir etiketten ilham aldı. Bize anlatabilir misiniz herhangi bir asansörde olması gereken bir etiket size nasıl bir ilham verdi?
İsveç'te hemen her asansörde olması gereken bir uyarı etiketi var, herkes bilir: "Varning för klämrisk!" Yani, ”dikkat! Sıkışma riski...” Sözkonusu ana uyarının ardından gelen iki satır der ki: "Farligt att transportera gods i hissar som saknar innerdörr eller fotocell." Yani, ”iç kapısı ya da fotoseli olmayan asansörlerde eşya taşımak tehlikelidir”. Bu uyarının görseli olan çizim de bu tehlikenin istenmeyen sonucunu gösterir: Taşıdığı büyük çöp arabasının kenarı asansörün kat çıkıntısına sıkışan bir adamın kimi zaman boynu, kimi zaman göğsü, asansör aşağı inerken arabayla asansör tavanı arasına sıkışır (ve kırılır? ölür?) Etkileyici ve acımasız bir imgedir.
Ben bu iki satırı şöyle değiştirdim ve etiketi yeniden kurguladım: "Farligt att transportera själ som saknar uppriktighet eller mod". Yani, ”ruhu açık yüreklilik ya da cesaret olmadan taşımak tehlikelidir.”
Neden? Hiç düşündünüz mü dayatılan argümanları tümden değiştirmeyi, örneğin asansörlerdeki uyarıları söküp, kurgu etiketlerinizi onların yerine yerleştirdiğinizi...
Bu ülkede ve bu kentte, en eksik olan iki şey onlar. Oysa bu kentin ve bu ülkenin insanlarına en iyi gelecek şeyler de... İşin tuhafı, örneğin Türkiye’de açık yürekli ve cesur olmanın genellikle bir bedeli vardır, hatta giderek cezası da olabilir. Bu ülkede ise sadece kişiye iç rahatlığı, zihin açıklığı, ödül ve topluma da daha açık, dinamik, daha olumluya doğru evrilen bir barış verir. Varolan sahte, içe kapanık, hatta kabız ve korkak barış görüntüsü yerine...
Dediğini düşündüm elbette. Ama onu yapmak yerine, bu serginin afişlerini yeni anlam ve kurgusuyla tasarlamak ve sonra onları kentin her yanına asmak daha uygun geldi. Açılışın ardından bu haftasonu afişlemeye çıkıyorum.
Hayatımız aslında belli belirsiz uyarı etiketleri ve jargonlarıyla dolu. Biz modern dünyanın "köleleri" miyiz? Bir "sıkışmışlık" duygusu hakim mi yaşamlarımıza? "Sıkışıklık" ve "sıkışma riski" size neleri çağrıştırıyor? Bu tanımlar size ne hissettiriyor, kendinizi kimi zaman kurallar içerisinde çırpınırken buluyor musunuz?
Benim sergim aslında, bizi bu sıkışma ve daha birçok risk konusunda da uyaran etiketlerin dışında kalan ve hiçbir uyarı levhası ya da etiket ile uyarılmadığımız risklere dikkat çeken bir sergi: Çok alıştığınız bir durum değiştiğinde sadece değişiklik bile sizi rahatsız ederken acaba bu değişimin nedenini düşünebilir ve hatta o nedeni onaylayabilir misiniz? Sizin dilinizi yetersiz konuşan bir insanı gördüğünüzde, ona anlayışla ve hoşgörüyle kendinden emin ve gücü yerinde bir evsahibi olarak bakmak yerine, onun o yetersizliğine rağmen eşitiniz ve hatta en az siz kadar evsahibi olduğunu hatırlayabilir misiniz?
Bir de şöyle bir yanı var tabii bu konunun: Geçen yıllarda arkadaşlarla bu ülkede insana verilen verilen önemin –yasalar, bu uyarılar, alınan önlemler gibi- göstergelerini tartışırken, 25 yıldır burada yaşayan birimiz, bu kadar az trafik kazası olmasını ve olanlarda da ölü ve yaralı sayısının azlığını, yaralıya ödenecek sağlık masrafını hesaplayan ve en aza indirmeye çalışan devlet politikasından bağımsız düşünmememiz gerektiğini söyledi. O zaman paranoyakça gelen bu uyarıya bugün ben de katılıyorum.
Artık, neredeyse ülkeye gelen her göçmene ücretsiz dil eğitimi veren, onlardan çoğunlukla çok uzun süren işsizlikleri boyunca, uygulamalı işyeri isveççesi kurslarını esirgemeyen devlet politikası ile bu yolla istatistiklerdeki işsiz sayısını nasıl aşağıya çekebildiklerini biliyorum. Onlardan biriydim; aylar süren bu eğitim süresince bir dizi işletmenin nasıl bedava işgücü kullandığını, son güne kadar stajyerlere işe alınma umudu verildiğini, son gün nasıl kapı dışarı edildiklerini biliyorum. Nasılsa ertesi gün yeni bir stajyerler grubu bedava işgücü olarak işe alınacaktı. Bu sistem gelişerek sürüyor İsveç’te. Bu sergideki işlerimden biri, bu ”işyeri isveççesi” sınıfındaki arkadaşlarımla İsveç kültürü ve işsizlik üzerine yaptığımız bir tartışmanın ses kaydını, seçilmiş kimi Stockholm görüntülerinın ardında akmasından oluşuyor.
Sergi tanıtım, duyuru belgelerinde yeralan bir yazım var. Çağrışımsal ve İsveç’e dönük yüzümle yazdığım. Onu aktarmak galiba en iyi cevap olacak bu soruya:
"Sıkışmak bir olgu… Kimsenin özellikle seçtiğini düşünmediğim durum. Maruz bırakıldığımız… Ya da yolun başında, yol boyunca alışkanlıkla seçtiklerimiz yüzünden sonuçta nedeni olduğumuz, sorumlusu olduğumuz… Bu yerkürede, anayurdumda ve bu ülkede önyargılarımızı imal eden ve zevkimize sunan imalathaneler elbette ki yok. Bir yaşı geçtikten sonra anamıza ya da babamıza neden bu kadar benzemeye başladığımızı düşünen şaşkınlarız biz. Belki tek bir hayır ya da evet'i ile ne kadar çok şeyi ve zincirleme bir süreci değiştirebileceğini de bilmeyen... Çok mu severiz o maskelerimizi? Çok mu özel o gözlerimizi kanırta kanırta birbirimize yolladığımız bildik, onlarca, yüzlerce yıllık mesajlarımız? Ne kokuyor böyle serin parfümlerimizin ardında? Hangi göçmen mahallesine en son ne zaman gittik? Ne kadar çok benziyor birçoğumuz birçoğumuza… Saçlarının asimetrik kesim modelleriyle ve o sanki bu dünyayı "becermiş" rahatlıklarıyla ne de farklı o kültür insanlarımız! Var ya, kokan şey en çok yalnızlığımız, çürük mü çürük… Üstelik bu kadar yaralı ama sıcak el, bu kadar acılı ama cesur gülümseme varken bizi bekleyen. Sıkışmak bir olgu… Kimsenin özellikle seçtiğini düşünmediğim durum. Maruz bırakıldığımız… Ya da yolun başında, yol boyunca alışkanlıkla seçtiklerimiz yüzünden sonuçta nedeni olduğumuz, sorumlusu olduğumuz…"
Sergide kaç çalışma yer alacak, hepsi video mu olacak? Nerede açılacak, ne zamana kadar görülebilecek?
Sergi, şimdiye kadar iki grup sergisine katıldığım Tegen 2 sanat galerisinde 27 Şubat cuma günü açılacak ve 15 Mart’a kadar sürecek.
Sergide, şu videolarım sergilenecek: Bak, ne güzel denizkabukları! (2008), İşyeri isveççesi sınıfında İsveç kültürü ve işsizlik üzerine bir tartışma (2009), Catharsis (2008), Paydos vakti (2008), Hesa Fredrik (2009), Neden olmasın? (2009). Sergide ayrıca 2007 tarihli fotoğraf temelli "Asansörler asansörler - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının portresi" isimli düzenlemem yeralacak.
"Asansörler, asansörler! - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının otoportresi" isimli düzenlemem, Stockholm'de gece gazete dağıtıcısı olarak çalışırken bindiğim yüzlerce asansörde aynadan çektiğim kendi portrelerimden oluşuyor.
"Bak, ne güzel denizkabukları!"nda, bir çocuk ve akan yolun görüntüsü, oynayan çocukların sesleri eşliğinde iki yetişkin, bu dünyanın karanlık yüzü hakkında sohbet ediyor.
"İşyeri isveççesi sınıfında İsveç kültürü ve işsizlik üzerine bir tartışma" isimli videomdan daha önce sözettim.
"Catharsis" -ki bu hafta Avustralya, Melbourne'da da "Human Emotion Project 2009" kapsamında sergilenmeye başlayacak- geçen yıl kamerama karşı rap yapan birkaç kafası kıyak coşkulu yeni göçmen gencin kaydını içeriyor. Bence bir tür tersten arınma ayininin kaydı... (Gelen bir izleyici yorumu şöyleydi: "Başka bir ülkeye gitmiş, dilsiz kalmış, kimliksiz kalmış kişilerin, o ülkeye götürdükleri dillerini 'duyulur' kılma çabaları ve bunu yaparken de kendi tınıları yerine 'rap'i kullanarak entegre olmaya çalışmaları.")
"Paydos vakti", bir başka 'kayıt" videom ve buranın en bilinir, merkezi, diğer adı "alışveriş" olan caddesi Drotninggatan'daki (Kraliçe Sokağı) sokak çalgıcılarını biraz farklı bir açıdan görüntülüyor.
Yine yeni videolarımdan "Hesa Fredrik", çok kısa (1.48 dak.) Buraların en tuhaf adeti olan, her ayın ilk pazartesi günü, saat 15:00'de çalan, herkesi olası bir hava saldırısı karşısında hazır mı tuttuğu yoksa giderek daha kayıtsız mı kıldığı tartışılır olan güçlü uyarı sirenlerinin sesini, birbiri üzerine binen iki olguya dair kaydımla birleştiriyor: Sahte brezilyalı dansözlerin sokak gösterileri ve afgan mültecilerin açlık grevi. (Bu sirenlerin argodaki adı Hesa Fredrik, yani "sesi -bağırmaktan- kısık Fredrik". Hasbelkader İsveç'in şimdiki Başbakanı ile adaş...)
Bu işler arasında en ilginci aslında "Asansörler, asansörler! - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının otoportresi". Gece gazete dağıtıcısı olarak çalışırken neden asansörlerde aynalara yansıyan kendinizi fotoğraflama ihtiyacı hissettiniz? Neler gördünüz o fotoğraflarda?
Yukarda sözünü ettiğimiz etiketle en sık karşılaştığım zamanlar, geceleri saat iki ile altı arasında gazete dağıtıcısı olarak çalıştığım, onları yüzlerce apartmandaki binlerce dairenin kapılarındaki posta kutu aralıklarına attığım zamanlardı. Asansörlerle en üst katlara çıkılır, gazeteler teker teker hızla atılarak zemin kata inilir. Bir sonraki apartmana koşulurdu.
O iş, buradaki yeni göçmenlerin büyük bir kısmının sanki bu ülkede yaşayabilmek için vermeleri gereken bir sınavmışçasına geçtikleri, karanlık bir koridordur. İş aslında deneyim, beden gücü ve zeka gerektirir. Ama ücreti çok azdır. Dolayısıyla göçmen işidir ve ben dahil birçok göçmen için zorludur. Deneyim, zihni, bedeni, kolu, parmakları bir tür otomatizme sokmakla ilgilidir. Çünkü her kapı aralığı, her günkü gazete farklı bir yüksekliğe sahiptir ve aynı anda iki el kullanılarak o aralığın yeterince kaldırılması, gazetenin yırtılmadan sokulması ve müşteriyi uyandırmayacak bir yumuşaklıkla kapatılması gerekir. Beden gücü, o iki ya da dört saat boyunca tüm gazeteleri dağıtabilmek işin, neredeyse koşa koşa taşınacak el arabasının ağırlığıyla başa çıkabilmeye yarar. Zeka ise, ellerdeki kitapçıklardaki gazete isimleriyle, her apartmandaki kapı arasında yapılacak eşleştirmenin, iç bahçelere açılan binalarda yolu bulabilmenin, her kapalı kapıyı açacak parola, sensörlü kilit ya da anahtarları doğru ve yerinde seçebilmekle ilintilidir. Tam bir karanlık koridor.
Terlersin sürekli, otomatın yerini bulamazsın, açılması gereken kapı açılmaz, yanlış gazete atarsın ve geri alamazsın, sıkışır da sıkışırsın yani. Sorarsın bir yandan kendine, ben bunun için mi geldim İsveç’e, avundurursun kendini alacağın üç beş kuruşla... Bilmiyorum, belgelemek istedim kendimi asansör aynalarında. Bir tür isyandı. İş zamanında, üstelik atacağın gazetelerle ilgili son hazırlıkları yapman gereken zamanda deklanşöre basmak sanki iyi geldi. İşi aksattığında vazgeçtim. Sonra yine başladım. Sürdü o aylar boyunca.
Uzun yıllar önce İsveç'e göç etmiş olmanıza karşın anlıyoruz ki içinizde ait olup olmama sorununu hâlâ derinden hissediyorsunuz. Bu durum hayatınızı nasıl etkiliyor? Kendinizden yola çıkarak genel gözlemlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Hiçbir yere ait olamama duygusu nasıl ele geçirir insanı? Göçmenlik hayat boyu süren bir olgu mudur?
Sadece 4 yıl oldu. Sen ”uzun yıllar” deyince kalakaldım. Ne kadar uzun demek bu tartışılır bence. Göçmenlik insanın kendini değil, göçülen ülkenin o insanı konumlandırdığı yerin tarifi daha çok. İsveç’e 30 yıl önce gelen bir insanın bile kendini göçmenden saymaması mümkün değil. Göçmen yerine kullanılan kelime burada ”invandrare”. ”Yürüyerek gelenler” demek ve İsveç devleti ya da orta sınıf bir isveçli için bu yürüyüşün bitebilmesi, bir yere ”varılabilmesi”, ”buraya ait olabilmek” mümkün değil. Hatta o insanın İsveç’te doğan çocuğa bile başka bir vatanı olmasa dahi bir ”utländsk” yani ”yabancı” olduğu her an hissettirilir. Ruhunu dibine kadar genel geçer isveçliliğin ”değerlerine” satman sana birçok kapıyı açabilir; ama bilmelisin ki yine de geriye mutlaka bir ”hiç emin olamama” tedirginliği, bir ”her an kendini yeniden kanıtlama” zorunluluğu kalır. Ne gam! Onlar ve aslında göçmenler de pek farkında olmasa da, bu ülkenin şimdi neredeyse üçte birini oluşturan ”yabancılar”, 10-15 yıl içinde çoğunluk olabilir ve saf isveçliler parmakla gösterilecek hale gelebilir. Çok kısa sürede çok şey değişecek buralarda.
Neyse, konu kaydı... ”Aitlik sorunum” çok uzundur yok. Ben onu kendi ülkemde kaybettim. Sorun çok eski: Adalet, eşitlik, özgürlük. İsveç sana ister istemez özgürlüğü solutan bir ülke. Ama diğer ikisi için aynı şeyi söylemek zor. Sadece göçmenler için mi geçerli bu dediğim? Hayır. İşsizleşenler için de geçerli, kazanılmış haklarını her gün daha çok yitiren emekliler, emekçiler için de geçerli. Ama fark şu ki, hala zenginleşmemiş ya da ünü yüzünden sahiplenilmemiş bir göçmenin toplumsal yaşamın herhangi bir zemininde diğer isveçlilerle eşit şansa sahip olduğunu kimse iddia edemez. Evet, göçmenliğin bu ülkede hayat boyu sürdüğü rahatlıkla söylenebilir. Ama dedim ya, bence ”göçmenliğin” neredeyse bir çoğunluk tanımı olacağı günler de yakında.
Çalışmalarınıza gündelik hayatın izdüşümleri yansıyor. Örneğin sıradan bir insanın bakıp geçeceği bir uyarı etiketine bile siz anlamlar yükleyip izleyiciye farklı açılardan sunuyorsunuz. Yeni serginiz de böyle bir etiketten ilham aldı. Bize anlatabilir misiniz herhangi bir asansörde olması gereken bir etiket size nasıl bir ilham verdi?
İsveç'te hemen her asansörde olması gereken bir uyarı etiketi var, herkes bilir: "Varning för klämrisk!" Yani, ”dikkat! Sıkışma riski...” Sözkonusu ana uyarının ardından gelen iki satır der ki: "Farligt att transportera gods i hissar som saknar innerdörr eller fotocell." Yani, ”iç kapısı ya da fotoseli olmayan asansörlerde eşya taşımak tehlikelidir”. Bu uyarının görseli olan çizim de bu tehlikenin istenmeyen sonucunu gösterir: Taşıdığı büyük çöp arabasının kenarı asansörün kat çıkıntısına sıkışan bir adamın kimi zaman boynu, kimi zaman göğsü, asansör aşağı inerken arabayla asansör tavanı arasına sıkışır (ve kırılır? ölür?) Etkileyici ve acımasız bir imgedir.
Ben bu iki satırı şöyle değiştirdim ve etiketi yeniden kurguladım: "Farligt att transportera själ som saknar uppriktighet eller mod". Yani, ”ruhu açık yüreklilik ya da cesaret olmadan taşımak tehlikelidir.”
Neden? Hiç düşündünüz mü dayatılan argümanları tümden değiştirmeyi, örneğin asansörlerdeki uyarıları söküp, kurgu etiketlerinizi onların yerine yerleştirdiğinizi...
Bu ülkede ve bu kentte, en eksik olan iki şey onlar. Oysa bu kentin ve bu ülkenin insanlarına en iyi gelecek şeyler de... İşin tuhafı, örneğin Türkiye’de açık yürekli ve cesur olmanın genellikle bir bedeli vardır, hatta giderek cezası da olabilir. Bu ülkede ise sadece kişiye iç rahatlığı, zihin açıklığı, ödül ve topluma da daha açık, dinamik, daha olumluya doğru evrilen bir barış verir. Varolan sahte, içe kapanık, hatta kabız ve korkak barış görüntüsü yerine...
Dediğini düşündüm elbette. Ama onu yapmak yerine, bu serginin afişlerini yeni anlam ve kurgusuyla tasarlamak ve sonra onları kentin her yanına asmak daha uygun geldi. Açılışın ardından bu haftasonu afişlemeye çıkıyorum.
Hayatımız aslında belli belirsiz uyarı etiketleri ve jargonlarıyla dolu. Biz modern dünyanın "köleleri" miyiz? Bir "sıkışmışlık" duygusu hakim mi yaşamlarımıza? "Sıkışıklık" ve "sıkışma riski" size neleri çağrıştırıyor? Bu tanımlar size ne hissettiriyor, kendinizi kimi zaman kurallar içerisinde çırpınırken buluyor musunuz?
Benim sergim aslında, bizi bu sıkışma ve daha birçok risk konusunda da uyaran etiketlerin dışında kalan ve hiçbir uyarı levhası ya da etiket ile uyarılmadığımız risklere dikkat çeken bir sergi: Çok alıştığınız bir durum değiştiğinde sadece değişiklik bile sizi rahatsız ederken acaba bu değişimin nedenini düşünebilir ve hatta o nedeni onaylayabilir misiniz? Sizin dilinizi yetersiz konuşan bir insanı gördüğünüzde, ona anlayışla ve hoşgörüyle kendinden emin ve gücü yerinde bir evsahibi olarak bakmak yerine, onun o yetersizliğine rağmen eşitiniz ve hatta en az siz kadar evsahibi olduğunu hatırlayabilir misiniz?
Bir de şöyle bir yanı var tabii bu konunun: Geçen yıllarda arkadaşlarla bu ülkede insana verilen verilen önemin –yasalar, bu uyarılar, alınan önlemler gibi- göstergelerini tartışırken, 25 yıldır burada yaşayan birimiz, bu kadar az trafik kazası olmasını ve olanlarda da ölü ve yaralı sayısının azlığını, yaralıya ödenecek sağlık masrafını hesaplayan ve en aza indirmeye çalışan devlet politikasından bağımsız düşünmememiz gerektiğini söyledi. O zaman paranoyakça gelen bu uyarıya bugün ben de katılıyorum.
Artık, neredeyse ülkeye gelen her göçmene ücretsiz dil eğitimi veren, onlardan çoğunlukla çok uzun süren işsizlikleri boyunca, uygulamalı işyeri isveççesi kurslarını esirgemeyen devlet politikası ile bu yolla istatistiklerdeki işsiz sayısını nasıl aşağıya çekebildiklerini biliyorum. Onlardan biriydim; aylar süren bu eğitim süresince bir dizi işletmenin nasıl bedava işgücü kullandığını, son güne kadar stajyerlere işe alınma umudu verildiğini, son gün nasıl kapı dışarı edildiklerini biliyorum. Nasılsa ertesi gün yeni bir stajyerler grubu bedava işgücü olarak işe alınacaktı. Bu sistem gelişerek sürüyor İsveç’te. Bu sergideki işlerimden biri, bu ”işyeri isveççesi” sınıfındaki arkadaşlarımla İsveç kültürü ve işsizlik üzerine yaptığımız bir tartışmanın ses kaydını, seçilmiş kimi Stockholm görüntülerinın ardında akmasından oluşuyor.
Sergi tanıtım, duyuru belgelerinde yeralan bir yazım var. Çağrışımsal ve İsveç’e dönük yüzümle yazdığım. Onu aktarmak galiba en iyi cevap olacak bu soruya:
"Sıkışmak bir olgu… Kimsenin özellikle seçtiğini düşünmediğim durum. Maruz bırakıldığımız… Ya da yolun başında, yol boyunca alışkanlıkla seçtiklerimiz yüzünden sonuçta nedeni olduğumuz, sorumlusu olduğumuz… Bu yerkürede, anayurdumda ve bu ülkede önyargılarımızı imal eden ve zevkimize sunan imalathaneler elbette ki yok. Bir yaşı geçtikten sonra anamıza ya da babamıza neden bu kadar benzemeye başladığımızı düşünen şaşkınlarız biz. Belki tek bir hayır ya da evet'i ile ne kadar çok şeyi ve zincirleme bir süreci değiştirebileceğini de bilmeyen... Çok mu severiz o maskelerimizi? Çok mu özel o gözlerimizi kanırta kanırta birbirimize yolladığımız bildik, onlarca, yüzlerce yıllık mesajlarımız? Ne kokuyor böyle serin parfümlerimizin ardında? Hangi göçmen mahallesine en son ne zaman gittik? Ne kadar çok benziyor birçoğumuz birçoğumuza… Saçlarının asimetrik kesim modelleriyle ve o sanki bu dünyayı "becermiş" rahatlıklarıyla ne de farklı o kültür insanlarımız! Var ya, kokan şey en çok yalnızlığımız, çürük mü çürük… Üstelik bu kadar yaralı ama sıcak el, bu kadar acılı ama cesur gülümseme varken bizi bekleyen. Sıkışmak bir olgu… Kimsenin özellikle seçtiğini düşünmediğim durum. Maruz bırakıldığımız… Ya da yolun başında, yol boyunca alışkanlıkla seçtiklerimiz yüzünden sonuçta nedeni olduğumuz, sorumlusu olduğumuz…"
Sergide kaç çalışma yer alacak, hepsi video mu olacak? Nerede açılacak, ne zamana kadar görülebilecek?
Sergi, şimdiye kadar iki grup sergisine katıldığım Tegen 2 sanat galerisinde 27 Şubat cuma günü açılacak ve 15 Mart’a kadar sürecek.
Sergide, şu videolarım sergilenecek: Bak, ne güzel denizkabukları! (2008), İşyeri isveççesi sınıfında İsveç kültürü ve işsizlik üzerine bir tartışma (2009), Catharsis (2008), Paydos vakti (2008), Hesa Fredrik (2009), Neden olmasın? (2009). Sergide ayrıca 2007 tarihli fotoğraf temelli "Asansörler asansörler - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının portresi" isimli düzenlemem yeralacak.
"Asansörler, asansörler! - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının otoportresi" isimli düzenlemem, Stockholm'de gece gazete dağıtıcısı olarak çalışırken bindiğim yüzlerce asansörde aynadan çektiğim kendi portrelerimden oluşuyor.
"Bak, ne güzel denizkabukları!"nda, bir çocuk ve akan yolun görüntüsü, oynayan çocukların sesleri eşliğinde iki yetişkin, bu dünyanın karanlık yüzü hakkında sohbet ediyor.
"İşyeri isveççesi sınıfında İsveç kültürü ve işsizlik üzerine bir tartışma" isimli videomdan daha önce sözettim.
"Catharsis" -ki bu hafta Avustralya, Melbourne'da da "Human Emotion Project 2009" kapsamında sergilenmeye başlayacak- geçen yıl kamerama karşı rap yapan birkaç kafası kıyak coşkulu yeni göçmen gencin kaydını içeriyor. Bence bir tür tersten arınma ayininin kaydı... (Gelen bir izleyici yorumu şöyleydi: "Başka bir ülkeye gitmiş, dilsiz kalmış, kimliksiz kalmış kişilerin, o ülkeye götürdükleri dillerini 'duyulur' kılma çabaları ve bunu yaparken de kendi tınıları yerine 'rap'i kullanarak entegre olmaya çalışmaları.")
"Paydos vakti", bir başka 'kayıt" videom ve buranın en bilinir, merkezi, diğer adı "alışveriş" olan caddesi Drotninggatan'daki (Kraliçe Sokağı) sokak çalgıcılarını biraz farklı bir açıdan görüntülüyor.
Yine yeni videolarımdan "Hesa Fredrik", çok kısa (1.48 dak.) Buraların en tuhaf adeti olan, her ayın ilk pazartesi günü, saat 15:00'de çalan, herkesi olası bir hava saldırısı karşısında hazır mı tuttuğu yoksa giderek daha kayıtsız mı kıldığı tartışılır olan güçlü uyarı sirenlerinin sesini, birbiri üzerine binen iki olguya dair kaydımla birleştiriyor: Sahte brezilyalı dansözlerin sokak gösterileri ve afgan mültecilerin açlık grevi. (Bu sirenlerin argodaki adı Hesa Fredrik, yani "sesi -bağırmaktan- kısık Fredrik". Hasbelkader İsveç'in şimdiki Başbakanı ile adaş...)
Bu işler arasında en ilginci aslında "Asansörler, asansörler! - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının otoportresi". Gece gazete dağıtıcısı olarak çalışırken neden asansörlerde aynalara yansıyan kendinizi fotoğraflama ihtiyacı hissettiniz? Neler gördünüz o fotoğraflarda?
Yukarda sözünü ettiğimiz etiketle en sık karşılaştığım zamanlar, geceleri saat iki ile altı arasında gazete dağıtıcısı olarak çalıştığım, onları yüzlerce apartmandaki binlerce dairenin kapılarındaki posta kutu aralıklarına attığım zamanlardı. Asansörlerle en üst katlara çıkılır, gazeteler teker teker hızla atılarak zemin kata inilir. Bir sonraki apartmana koşulurdu.
O iş, buradaki yeni göçmenlerin büyük bir kısmının sanki bu ülkede yaşayabilmek için vermeleri gereken bir sınavmışçasına geçtikleri, karanlık bir koridordur. İş aslında deneyim, beden gücü ve zeka gerektirir. Ama ücreti çok azdır. Dolayısıyla göçmen işidir ve ben dahil birçok göçmen için zorludur. Deneyim, zihni, bedeni, kolu, parmakları bir tür otomatizme sokmakla ilgilidir. Çünkü her kapı aralığı, her günkü gazete farklı bir yüksekliğe sahiptir ve aynı anda iki el kullanılarak o aralığın yeterince kaldırılması, gazetenin yırtılmadan sokulması ve müşteriyi uyandırmayacak bir yumuşaklıkla kapatılması gerekir. Beden gücü, o iki ya da dört saat boyunca tüm gazeteleri dağıtabilmek işin, neredeyse koşa koşa taşınacak el arabasının ağırlığıyla başa çıkabilmeye yarar. Zeka ise, ellerdeki kitapçıklardaki gazete isimleriyle, her apartmandaki kapı arasında yapılacak eşleştirmenin, iç bahçelere açılan binalarda yolu bulabilmenin, her kapalı kapıyı açacak parola, sensörlü kilit ya da anahtarları doğru ve yerinde seçebilmekle ilintilidir. Tam bir karanlık koridor.
Terlersin sürekli, otomatın yerini bulamazsın, açılması gereken kapı açılmaz, yanlış gazete atarsın ve geri alamazsın, sıkışır da sıkışırsın yani. Sorarsın bir yandan kendine, ben bunun için mi geldim İsveç’e, avundurursun kendini alacağın üç beş kuruşla... Bilmiyorum, belgelemek istedim kendimi asansör aynalarında. Bir tür isyandı. İş zamanında, üstelik atacağın gazetelerle ilgili son hazırlıkları yapman gereken zamanda deklanşöre basmak sanki iyi geldi. İşi aksattığında vazgeçtim. Sonra yine başladım. Sürdü o aylar boyunca.
4.3.09
Hurriyet Daily News: "Immigrant artist’s fire fueled by sign in elevator"
Hürriyet Daily News & Economic Review
ISTANBUL - March 4, 2009
Immigrant artist’s fire fueled by sign in elevator
ISTANBUL - March 4, 2009
Immigrant artist’s fire fueled by sign in elevator
[I would prefer "Immigrant artist’s inspired by sign in elevator" actually. I have no fueled fire against signs. H.A.]
Hakan Akçura, a Turkish artist living in Sweden, has declared war against a warning sign that he saw in an elevator, reinterpreting it, hanging posters on the streets of Stockholm and opening his own personal exhibition
[I didn't declare war against a warning sign... It's only one of the nice metaphor for this exhibitions concept. H.A]
Feeling like he didn’t belong in Turkey, artist Hakan Akçura left his home country four years ago for Sweden, where he thought everything would be different. His struggles as an immigrant there have inspired the work in his new exhibition.
Feeling like he didn’t belong in Turkey, artist Hakan Akçura left his home country four years ago for Sweden, where he thought everything would be different. His struggles as an immigrant there have inspired the work in his new exhibition.
[I said: I haven't problem about belonging since long time ago. I have lost it when I lived in Turkey. I didn't think everything would be different in Sweden. H.A.]
An artist with the Neo Fluxus movement, Akçura is a painter, a poet, a video artist and a performer. In order to make a living in Sweden, he worked along with other immigrants as a paperboy, between the hours of 2 and 6 a.m. While they worked, there was an important rule the paperboys had to obey: They should not make noise that would disturb the residents’ sleep.
Rebelling against an imposition
[I talked about only one kind of "rebelling" in this interview: When I was making preparations for dealing out newspapers from top flat to below, I taken photographs from mirrors as self-portraits. This preperation work maid me feel like a rebell against the necessity of it. H.A.]
During this silent struggle, Akçura noticed a warning sign in the elevator of a building. It read "Farligt att transportera gods i hissar som saknar innerdörr eller fotocell," meaning, "It is dangerous to carry stuff in the elevators that do not have inner doors and a photocell." A picture next to the sign showed a man whose handcart has become stuck to the elevator, leading him to be crushed to death.
"The cruelness of this saying and image affected me deeply," Akçura told the Hürriyet Daily News & Economic Review. "It was like an imposition that we must face every day to stick in an elevator and die."
"The cruelness of this saying and image affected me deeply," Akçura told the Hürriyet Daily News & Economic Review. "It was like an imposition that we must face every day to stick in an elevator and die."
[I didn't say anything like this... H.A.]
For his new exhibition, Akçura has reinterpreted the sign to read "Varning för klämrisk! Farligt att transportera själ som saknar uppriktighet eller mod," or, "Warning: Risk for jamming! It is dangerous to carry the soul without candidness or courage." This saying provides the title of his first [third H.A.] personal exhibition, which opened in Stockholm on Feb. 27 and runs through Mar. 15. The exhibition features posters that Akçura prepared and hung on the streets of Stockholm, along with other works. The exhibition may also be viewed at http://www.open-flux.blogspot.com.
Akçura’s exhibition consists of installations, photographs and videos. The photographic installation, titled "Elevators, elevators -or a autoportrait of the artist as anewspaper runner- 1," contains images from the artist’s early years in Stockholm. "I took these photographs of my reflections in the elevator mirrors while I was working at night," Akçura said. The videos include "An Argument on Unemployment and the Swedish culture at the Workplace Swedish at Practice Course," "Catharsis," "Rush Hour," "Hesa Fredrik," "Why Not?" and Akçura’s favorite work, "Look, what beatiful seashells!" This video, which he shot in 2008, features two adults discussing world matters in children’s voices while walking down a street. [...while sitting near the harbour. H.A.]
"With this exhibition, I aimed to draw attention to dangers that we face despite not [being] warned," said Akçura. "When a situation that we are used to changes, can we think about the reason for this change and approve it? When we meet someone who can hardly speak our language, can we approach him with tolerance and understanding, like a confident host?"
Speaking about Sweden and the problem of immigration, Akçura referred to the Swedish word "invandrare," meaning "those who come on foot," and said: "It is impossible for this walk to end, to reach a goal and the feeling of belonging even for the Swedish state or a middle-class Swedish person."
For his new exhibition, Akçura has reinterpreted the sign to read "Varning för klämrisk! Farligt att transportera själ som saknar uppriktighet eller mod," or, "Warning: Risk for jamming! It is dangerous to carry the soul without candidness or courage." This saying provides the title of his first [third H.A.] personal exhibition, which opened in Stockholm on Feb. 27 and runs through Mar. 15. The exhibition features posters that Akçura prepared and hung on the streets of Stockholm, along with other works. The exhibition may also be viewed at http://www.open-flux.blogspot.com.
Akçura’s exhibition consists of installations, photographs and videos. The photographic installation, titled "Elevators, elevators -or a autoportrait of the artist as anewspaper runner- 1," contains images from the artist’s early years in Stockholm. "I took these photographs of my reflections in the elevator mirrors while I was working at night," Akçura said. The videos include "An Argument on Unemployment and the Swedish culture at the Workplace Swedish at Practice Course," "Catharsis," "Rush Hour," "Hesa Fredrik," "Why Not?" and Akçura’s favorite work, "Look, what beatiful seashells!" This video, which he shot in 2008, features two adults discussing world matters in children’s voices while walking down a street. [...while sitting near the harbour. H.A.]
"With this exhibition, I aimed to draw attention to dangers that we face despite not [being] warned," said Akçura. "When a situation that we are used to changes, can we think about the reason for this change and approve it? When we meet someone who can hardly speak our language, can we approach him with tolerance and understanding, like a confident host?"
Speaking about Sweden and the problem of immigration, Akçura referred to the Swedish word "invandrare," meaning "those who come on foot," and said: "It is impossible for this walk to end, to reach a goal and the feeling of belonging even for the Swedish state or a middle-class Swedish person."
[Wrong translation of my answer... I said: "It is impossible for this walk to end, to reach a goal and the feeling of belonging according to the Swedish state or a middle-class Swedish person." H.A.]
Vercihan Ziflioglu
Vercihan Ziflioglu
Subscribe to:
Posts (Atom)