30.12.08

"Look what beautiful seashells!"


Recording four and five

(turkish&swedish with english subtitles)

> med svensk text

> türkçe altyazı ile

12.28 min.

Image: 04.05.2008 15:43, Stockholm Highway, Sweden

Voice: 03.05.2008 18:03, Möja Island, Sweden

Maker: Hakan Akcura, Stockholm, 2008

15.11.08

"Gerçekler bilinsin yeter" en az 5001 kere seyredildi


Videom "Gerçekler bilinsin yeter", onu yayınladığım blip.tv linki aracılığıyla bugüne değin -başından sonuna dek- en az 5001 kere seyredildi. "En az" diyorum çünkü, bu izleyicilerin büyük bir kısmı bu 3.5 saati aşan kaydı üşenmeden bilgisayarlarına indirdiler. Kaç kişi daha, kaç evde, kaç kahvede, lokalde, onlar sayesinde izledi bilemiyorum.

Videoyu yaygınlaştıran başlıca web siteleri şunlar oldu:
Nasname
Haber Diyarbakır
Ekşi Sözlük
Sol Platform Org (Forum)
Herkesin Belgeleri
İzmir İzmir Net (Forum)
Hazırlıksız Yakalandım (Kişisel blog)
Mirhan Aker (Kişisel blog)

Benim bu okuduğunuz bu blog sitem ve yayınladığım basın bülteni aracılığıyla gelenler dışındaki hemen tüm izleyicilerimin taşıyıcısı bu linkler ve üye olduğum birkaç grup oldu.

Yazılı basında sadece Tempo dergisinin cesur genç muhabirleri bu videonun varlığını ve içeriğini ellerinden geldiğince yayınladılar. O görüşmenin eksiksiz metnini de ben yayınladım. Elbette ki bu haberin ardından da gelenler olmuştur blip.tv'ye...

Yukarda saydığım tüm linklerin sahiplerine ve Tempo'ya teşekkür ediyorum.

Ben bu videoyu yayınladığımda daha Ergenekon İddianamesi yayınlanmamıştı. Ergenekon delil klasörleri avukatlara ve medyaya dağıtılmamıştı. Daha emekli albay Arif Doğan tutuklanmamış, hep varlığı inkar edilen JİTEM için “ben kurdum, Veli Küçük’e devrettim” dememişti. Sabah gazetesi çift taraflı itirafçı, eski PKK ve JİTEM üyesi Abdülkadir Aygan’la buluşmamıştı. Tarih 22 Haziran 2008’di.

O günden bu yana video hakkında önce bir arkadaşım Star gazetesinde bir haber yayınlamak istedi ve başaramadı ya da vazgeçti. Expres dergisinde ve üstelik "Fırat'ın ötesinde kalan Ergenekon"u kapak yaptıkları sayıda yayınlanacağı söylenen haber bana iletildiği kadarıyla sorumlu muhabir evlendiği ve yazmaya zaman bulamadığı için yayınlanmadı. Taraf gazetesiyle birkaç hafta yazıştık. Bu yazışmalar,
"Hakan Bey, merhaba,
Ben Taraf Gazetesi'nin Yazıişleri Müdürü Eray Özer. Mailinizi okuduk. Taraf Gazetesi olarak sözünü ettiğiniz belgeselden nasıl yararlanabiliriz? 3.5 saatlik bu belgeselin içeriğine biz sayfalarımızda, eğer siz de isterseniz, yer verebiliriz."
satırlarıyla başladı, -İsveç'te yaşayan bir muhabirleri aracılığıyla Abdülkadir Aygan'a kendilerinin ulaşmak istediklerini öğrenmem dışında- hiçbir sonuca ulaşmadı.

Korsan Haber sitesinde çalışan bir başka arkadaşımın yazdığı haber ise, "böyle tehlikeli işlere bulaşmak istemeyen" yayın yönetmeni Atılgan Bayar tarafından geri çevrildi.

Yüzlerce mail aldım. Çoğu destek, yorum ve ilgi mailiydi. Hepsi beni sevindirdi.

Durum, döküm bu...


25.10.08

En iyi savunma saldırıdır

Nihayet blog dünyasına da saldırdılar.

T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği tüm "blogspot" sitelerine erişim engellendi.

Bir kez daha görülüyor ki, düşünceden korkmanın, yasaklama alışkanlık ve hırsının sonu yok.

Bir cahil yargıç, blogspot isimli şemsiyenin ne kadar açık olabileceğinden, bu kararıyla hedeflediği ya da hedeflediklerinin ne kadar ötesinde bir yaygın ağı yasakladığından habersiz cahil bir yargıç, bu kararı verebilecek güce sahip.

Hoş, cahil olmasaydı da hedeflediği ya da hedeflediklerini yasaklamanın yolunun tüm blogspot sayfalarını yasaklamakla da olanaklı olduğuna dair bir bilgisi ya da bilinci olsaydı, bu gücü kullanmaz mıydı? Eminim kullanırdı. Çünkü her resmi ya da gayrıresmi korkak gibi, "ötekilerin hayatını ve özgürlüğünü kısıtlamakla mutlu olan, doyum alan" bir resmi ideolojinin memuru, uygulayıcısı.

Önceki yasaklamalara tepkiyle gelişen "Sansüre sansür hareketi"nin yaratıcı ilk eylemlerinden olan, "herkesin kendi sitesine erişimi engellediği" o protestonun da ötesine geçmeyi becerdi devlet. Yaptığı zaten pratik olarak artık bu. O yüzden T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi yargıcı sadece hedeflediği ya da hedeflediklerini değil de beni de yasakladı diye sadece sevinebilirim. Bu durum o gerçek istek ve kararın dışavurumu çünkü.

Şimdi ne yapıyoruz?

Bu yaygın ve varlığımıza yönelik amaçlı güç kullanımına aynı sertlikle ve yaygınlıkla cevap vermenin tüm yollarını bulacak ve kullanacağız.

Henüz yasaklanmayan ve yayında olan tüm site, forum, tartışma grubu, blog, yorum sayfalarını kızgınlığımızla dolduracağız.

Sayısı giderek azalan cesur ve dürüst medya emekçileri, tv, radyo, gazete, dergi, haber sitelerinde bu tepki ve kızgınlığımızı yaygınlaştırmaya çalışacak.

Sizleri tüm bu ve benzeri anti-demokratik yasaklamaların sorumlu ve yürütücü memurlarından çok daha büyük bir küresel güce karşı çıkmaya çağırıyorum. "Jam the Echelon" yeni bir sosyal sanat projesi. Dostum, sanatçı, müzisyen, birçok uluslararası barış örgütünün yöneticisi Dror Feiler'in başlattığı bu proje, destek verecek tüm kişilerin, "Echelon" süzgeçlerine takıldığında izlenmemizi olanaklı kılan tüm sözcükleri -tüm yazışmalarımız ve telefon konuşmalarımızda- gönüllü olarak kullanmaya çağırıyor.

Neredeysek, ne yapıyorsak ve kimleysek, sarfedeceğimiz, söyleyeceğimiz ya da yazacağımız şu ya da bu kelimeyle izlenmemizi sağlayan o insafsız hükümran "büyük göz"ü ışığımızla kör yapmaya var mısınız? Ben varım...

Hepinizi bu olağanüstü eyleme katılmaya çağırıyorum.



Dror Feiler West Bank, İsrail'de, 22 Şubat 2008'de Bil'in Cuma protesto gösterisini 3. anma yıldönümünde...

14.10.08

Abimin gözüyle İsveç

Eklediğim birkaç köprü linkle Gökhan'ın geçtiğimiz pazar Star'da çıkan yazısının uzun hali...
Kendi blogundan aşırdım:

DÜŞ VE DEVRİM
Geçtiğimiz bayram tatilini Stockholm ve çevresinde geçirdim. Bu ilk İsveç gezisinin anılarını sizlerle paylaşmak istedim. Sergiler, izlenimler, övgüler ve yergiler. Bir kuzey ülkesinin sıcakkanlı yorumu. Stockholm’u bu kadar beğeneceğimi hiç sanmıyordum diyerek gireyim söze. Sevdim; çünkü biz İstanbul’da yürüyecek iki-üç kilometrelik bir güzergâh bulamazken, adamlar tüm şehri yürüyüş parkuruna çevirmişler. Üstüne üstlük dümdüz bir memleket! Dahası, siz daha yaya geçidine gelmeden otomobiller durup yol veriyorlar! Yaya olarak böylesine şımartıldığımı hiç hatırlamıyorum... Ama trafik açısından ilginç bir başka olgu daha çıktı karşıma: Bisiklet meselesi. Efendim, tüm yaya yollarının yarısını bisikletlere ayırmışlar. Tüm şehri bisiklet sırtında gezmek mümkün. Lakin bisikletliler öylesine gaddar ki, onların yoluna yanlışlıkla inmeye görün, aman demeyip hemen çarpıyorlar sırtınıza. Otomobillere değil ama bisikletlere dikkat etmekten illallah dedim! Bisikletin kitabını yazmış biri olarak, bisikletten korkacağım günlerin de geleceğini hiç düşünmemiştim açıkçası....

Övgülere devam edelim... Stockholm, aslında tüm İsveç bir büyük orman. Kentin her yeri korular,
parklarla tıkış tıkış. Bu da bizim için başka bir keyif oldu. Hele tatilin sonuna doğru Kuzey denizi adalarının en batısına, Möja adasına yaptığımız yolculuk tüm yılın doğal zenginlik kotasını doldurarak, uzun bir süre bizi idare edecek kadar keyif verdi. Dört saatlik bir gemi yolculuğundan sonra ulaşılan bu adada iki keyifli gün geçirdik. Adanın tek lokantası, Stockholm’den özel olarak gelen konukları bile ağırlayacak denli meşhur. Balıkları ve deniz mahsullerinden yapılmış spesyaliteleri çok başarılı. Zaten İsveç’te doğru dürüst yemek yemeyi bir tek burada başardık. Artık bizim cehaletimizden mi, memleketin damak zevki eksikliğinden mi geliyor bu durum, bilemem... Möja ile ilgili son bir söz daha söyleyip geçelim: 360 derece gökyüzü, olağanüstü bir ışık ve her köşede kuşburnu ağaçları!

Siyah giymiş kadınlar ülkesi
Sadece güzel şeylerden söz etmeyelim. Göze batan hadi çirkinlik demeyelim, zevksizlikler de çıktı elbette karşımıza. İsveç kadınları sanıldığının aksine hiç de çekici değil. Asık suratlı ve hepsi karalara bürünmüş. Kabanlardan elbiselere, çizmelerden çoraplara kadar siyahlar. Bir giyim mağazası Black Collection adını taşıyordu ve sadece siyah renkli elbiseler satıyordu. Her halde en muteber dükkanıdır memleketin! Bir İsveçli arkadaşım (Johan) bu “kara”lığın nedenini, ülke kadınlarının erkeklerle rekabeti iyice abartmalarına bağladı. Öylesine erkekleşiyorlar ki, ayrı bir cins olmanın güzelliği de güme gidiyor arada diye ekledi. Ben bir yerde sadece bir hafta kalarak kadınlar hakkında bir söz söyleme hakkını kimsenin edinemeyeceğini düşündüğümden susuyorum. Kadınlar açısından diğer bir ilginç gözlemim de, mutlaka
çocuklu olmaları. Kucaklar, sırtlar, arabalar yeni mahsul çocuklarla dolu. Ne de olsa tüm ülkede dokuz milyon kadar insan yaşıyor. Devletin nüfus çoğaltma politikasına destek verdikleri açık... Göz zevkimizi bozan bir diğer İsveç izlenimi de estetik düzeyin yetersizliği oldu. Reklam filmleri bir felaket! Tasarım açısından da sınıfta kalıyorlar. Ulusal Müze’nin İsveç tasarım tarihine ayrılmış bölümünü bu gözlemimizin kanıtı olarak sunuyorum.... Binalar güzel güzel olmasına da, onların farklılığı eskiliklerinden geliyor belli ki. Üçyüz, dörtyüz yıllık binalar var caddelerde. Hepsi de şıkır şıkır...

Komünist Manifesto nasıl sahnelenir?

Sanat ve kültür açısından zengin bir kent sayılabilir Stockholm. İlk olarak İsveç’te yaşayan kardeşim Hakan’ın da katıldığı bir sergiyi gezdik. “Yerdeki Yığın” adını taşıyan bu sergi değişik sanatsal çöpleri bir araya getirmiş. Hakan kendine verilmiş alanda, İsveç tarihinden gelen bir ayıbı sergiliyor. 1935 ile 1975 yılları arasında Uppsala’daki Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü eliyle sürdürülen ”temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası”nı konu edinen bir eser bu. Çarpıcı bir çalışma. Aslında günümüzde de geçerliliğini sürdüren “göçmenlere karşı” politikanın tarihi de buralarda gizli.

Serginin yer aldığı galerinin sahibi Dror Feiler aynı zamanda bir müzisyen. Saksafon çalıyor ve bir sürü piyasada bulunmayan “collectable” album sahibi. Bana verdiği bir albümü dinledim. Free cazla minimal gürültü arasında bir noktada. Pek hoşlanmadım ama ilginç. Öteki çalışmalarını ise evlerinde otururken çaldığı kadarıyla biliyorum. Yahudi kökenlerine bağlı progressive bir caz anlayışı var. Ama Dror’un esas ünü aktivistliği. Güney Amerika gerillarından, Filistin halkının direnişine kadar burnunu sokmadığı eylem yok. Bizzat içlerine giriyor ve cephede bile saksafonunu üflüyor düşman üstüne!


Dror Feiler bir de oyuna müzik yapmış. Komünist Manifesto’nun ilk iki bölümünü sahneye koyan bir oyun bu. Galada yer yoktu. Hakan ve eşi Leyla gittiler. Dror bize de hafta içindeki gösteride yer ayırdı. Ama gala gecesi izlenimlerini alınca, oyuna gitmekten vazgeçtik. İlk yarı 1 saat 45 dakika sürmüş. Çok az eylem, bol bol söz. Söz dediğin de Manifesto’nun sahneden okunması, hem de İsveççe. Zaten soru da pek netametliydi: Komünist Manifesto nasıl sahnelenir? Herhalde böyle olabiliyor işte! Dror’un müzikleri güzelmiş denildiğine göre, belki bir gün album yaparsa o zaman dinlerim…
Benim adamım Max Ernst
Stockholm’de beni hoş bir sürpriz beklediğini ise ikinci gün farkettim. Modern Müze’de bir Max Ernst sergisi açılmıştı. Salvador Dali sergisiyle ilgili yazımı okuyanlar belki hatırlar. Gerçeküstücülük denince benim has adamım Max Ernst’dir. Bu nedenle işbu sergiyi yakalamak beni çok sevindirdi. Modern Müze, kentin en başarılı müzesi kanımca. Serginin koleksiyonları, modern sanatı tanıtmak için en nadide eserleri bünyesine katmış. Marcel Duchamp adına ne biliyorsam, hepsini burada görme şansını buldum mesela… “Düş ve Devrim” adını taşıyan ve çok başarılı bir sergileme düzeni içinde sunulan Ernst sergisi, kronolojiyi esas alan dört bölümde geziliyor. “Almanya dönemi: 1891-1922”, “Fransa yılları: 1922-1941”, “Amerika: 1941-1953” ve “Avrupa’daki son yılları: 1953-1976”. Sergide ressamın resim, kolaj, heykel ve çizimlerinden oluşan 150’yi aşkın işi sergileniyor. Hepsi birbirinden çarpıcı olan bu çalışmalar içinde kişisel tarihimde özel yeri olanlar da vardı. Bir Albert Camus kitabınının kapağına yapıştırdığım Pieta (ya da Geceleyin Devrim) önünde uzun uzun durdum. “Celebes Fil’i” adlı resim ise, vakti zamanında E Yayınlarından çıkan Elio Vittorini’nin Fil adlı kitabına yayınevi tarafından uygun görüldüğü için hafızama kazınmış. Tanıdığım bütün önemli Max Ernst’ler (ve tanımadıklarım elbette) buradaydı. İşte nedense beni hep çok etkilemiş olan “Bütün Şehir” tablosu. İşte o inanılmaz kuşlar serisi. Ve elbette hepsi birer Kafka öyküsünden fırlamış gibi insanı çarpan gravürleri. Daha once bilmediğim heykeltraş yönü de çok etkileyici Ernst’in. Özellikle Capricorne başlıklı kral ve kraliçeyi bir arada gösteren anıtsal çalışması… Sergi dolayısıyla hazırlanan kitap bilgi ve malzeme açısından doyurucu, ama kapağını Ernst görse tasarımcıları mutlaka döverdi. Öylesine sıradan ki! Max Ernst’e kilitlenirsem bu yazıyı bitiremeyeceğim.

Son bir iki not daha Stockholm’dan. Ulusal Müze hiç heyecan verici değil. Oradaki bir geçici sergi ilgimi çekti: “Zamanın Yüzleri”. Saatlerin tarihini sergilemişler. Ama bilmem sunuşu mu kötüydü, yoksa saat denilen cisimler sergilenince monoton bir hale mi geliyordu, anlamadım. Sıradan bir sergi çıkmış ortaya… Geldik, gördük, gezdik işte. Bir dahaki sefere de bıraktık bir şeyler. Velhasıl Stockholm, özellikle baharları, keşfetmek için ideal bir şehir… Benden söylemesi…

Gökhan Akçura

7.10.08

Den är sista chans för att se 15 högar som står mot ”rena konsten”

Korstågen komma och gå

(Gunilla Sköld Feiler)


Ibland är det en ren befrielse när ens farhågor väl besannas, som när jag läste
Susanne Slöörs ”recension” av utställningen En hög på golvet på TEGEN 2. En utställning som ville utforska vad som hänt med förhållandet till skräp sen den glada modernismens dagar, då man friskt plockade ur sina skräpgömmor, härligt befriade från dagens upptornande sopberg. För ingen kan väl förneka att det finns ett samband mellan världen och konsten?

Att Susanne Slöör är en konstnär och kritiker som idogt missionerar mot texter; idéer, koncept, utställningsinformation, politiska ämnen m.m, m.m, är välkänt. De är i hennes ögon orena inslag och hör inte hemma i konsten. Detta har hon gång på gång uttryckt i polemiserande texter och recensioner. Hennes texter kan se harmlösa ut vid första anblicken, men efter att tag blommar hon ut i förakt för flera av samtidskonstens riktningar, alltifrån konceptkonst/idébaserad konst, till politisk konst och de intellektuella och politiska samtalen som förs kring dessa.


Att det under vissa perioder i den svenska konstens senaste decennier funnits inslag som ensidigt hängt verkets betydelse på tunna teorier och idéer, utan någon närmare kontakt med de visuella elementen stämmer. Då hade det varit utmärkt om Slöör hade tagit strid under en epok då teoretiserandet ofta tog överhanden. En period som lyfte fram många av dagens mera etablerade konstnärer och som självklart retat gallfeber på många konstnärer som ”missade tåget” eller var inne på ”en annan linje”. Men i dag när den strömningen inte längre är rådande blir den färg- och formpuritanism som kännetecknar kritikern Slöör en spegelvänd motsvarighet till Lars O Erixons korståg mot måleriet, i sina mest rabiata – hög-postmoderna dagar. Och som i alla fanatiska missioner blir dess förespråkare till slut helt förblindade av sina egna lysande visioner.


Sedan en tid för Slöör nämligen ett mycket ambitiöst och storstilat försök till intellektuell argumentation i detta George Bush- liknande korståg för ”den rena konsten” som inte ens kommer i närheten av Ulf Lindes uppfriskande utspel mot ”postmodernisterna” när det begav sig, som bortsett från sin alldeles självskrivna auktoritet i ämnet är både öppnare och vidsyntare i sin konstsyn än sin adept. Ulf Linde har ju till och med talat väl för den emellanåt starkt ifrågasatta konstnären Lars Hillersberg.


I Slöörs föreställningsvärld är idékonstens och den politiska konstens företrädare och deras verk förkastliga per definition. För hon drömmer om ”Den absolut onödiga konsten”; ”den rena konsten utan ärenden” – som om den fanns! Boltanski vill ”få människor att gråta”, för att bara bjuda ett exempel på en konstnär med ärende, just nu aktuell på Magasin 3. En konstnär som låter sin personliga historia färga sitt känslobärande budskap.


Man frågar sig därför: är Slöör bara naiv eller gömmer det sig andra motiv bakom hennes ensidiga programförklaringar?


Nej, om det är något man inte behöver betvivla så är det konstens ärenden, fast de förstås ser olika ut under olika epoker/perioder och för olika konstnärer och deras verk, något som alla som läst konsthistoria känner till. Men Slöör försöker skapa negativ klang kring viss konst med hjälp av detta ord; i en kampanj som går ut på att endast så kallade politiska och idébaserade konstnärer bär på meningslösa och onödiga ärenden ”som skymmer sikten”. Till att börja med kan man ju byta ut det i sammanhanget nedvärderande ordet ”ärende” mot det betydligt klangrikare ”budskap”. Men Slöör är inte dummare än att hon känner ordens valörer.


Nobelpristagaren Elfride Jelinek som i sin virtuosa skrivkonst går till furiös attack på sitt hemlands kultur har sina ärenden och budskap liksom Selma Lagerlöf i Gösta Berlings saga har sina. Så har det alltid varit, i litteraturen och dramatiken, såväl som i bildkonsten (Goya, Courbet, Kandinsky, El Lissitzky, Picasso, Jenny Holzer, Cindy Sherman, Lena Cronqvist, Ann-Sofi Sidén o.s.v.). För det som kännetecknar bra konst är att summan av kardemumman i verket blir större än ärendet; (en ingrediens bland andra ingredienser). Precis som en bulle!


Den ”rena konsten” som Slöör så ensidigt slår på trumman för ger därför mycket obehagliga associationer till tidigare kampanjer i historien, något som jag inte ens tror hon vill förknippas med.

Omkonst –”Konstnärer skriver om konst”

Nej, det är inte bara konstutställningar som kan recenseras av ”konstnärer som skriver om konst”, konstnärer kan förstås skriva om recensioner av ”konstnärer som skriver om konst”. Det är väl det som är själva tanken med konstsajten Omkonst: att konstnärer själva ska formulera och hojta till när konsten eller konstkritiken blir för ensidig, eftersom: ”flera starka röster behövs”, som det så uppfodrande står på Omkonsts hemsida.


Fast förutsättningarna för ett givande samtal minskar när motparten antingen saknar förmåga att läsa innantill eller är så ohederlig att denne medvetet inte redovisar utgångspunkten för den utställning som ”recenseras” eller ännu värre låter påskina en helt annan.


När vi skriver har vi många ord till vårt förfogande, och de vi väljer bär valörer, klang, ibland neutrala, ibland positiva och ibland föraktfulla. För retoriken är en konst som ofta missbrukas. Föraktet är ett av dess vassaste verktyg och är en effektiv metod när vi vill illa, sabotera, trycka ner, men lättvindigt komma undan. Det har därför alltid varit maktens signum och medel genom tiderna och jag vill med bestämdhet hävda att Slöörs ”recension” är ett utmärkt skolexempel.


Jag ber därför läsaren om överseende med den långa genomgången som nu följer, men förakt är svårt att försvara sig mot, eftersom det inte inbjuder till argumentation. Rena osanningar är lättare att bevisa, men tar också utrymme.


Så låt oss alltså titta närmare på kritikerns försåtliga tillvägagångssätt och döm sen själva.


Om jag skriver: och på Omkonst fortsätter man oförtrutet sin gärning med att samla konsten kring den rena konsten utan budskap”, så tror jag att läsaren kan ana sändarens signaler (underförstått ”god gärning”, suck enkelspårigt och patetiskt samlar de ihop konsten…). Det är med de orden (markerade) hon väljer att presentera TEGEN 2 i ”recensionens” inledning och längre in i ”recensionen” blommar föraktet ut och står sig ända fram till slutet.


Men först bakgrunden till utställningen så att alla får en chans att bedöma sanningshalten i Slöörs sarkasmer om ”förutsägbarheten” i utställningsidén som inte alls gick under det ”paraply” som hon längre ner i texten hävdar. Men en verklig bedömning görs förstås bäst på plats (utställningen pågår t.o.m den 12 oktober).


I utställningen presenteras öppet och redovisande på ett textblad utgångspunkten: det undersökande och associativa – icke styrda temat ”att förhålla sig till skräp” på en mycket liten yta på golvet. Följande stod att läsa:


TEGEN 2 bjöd in ett antal konstnärer från den visuella och den ljudande världen
att förhålla sig till skräp. En ganska sliten konstnärlig strategi och estetik visserligen: att göra konst av skräp och låga material. Så egentligen är det inget nytt alls.


Men kanske det skett en förskjutning,
på grund av de alarmerande rapporterna om jordens nerskräpning, växande sopberg, avfalls-hanteringsproblematik o.s.v
. Så vi ville helt enkelt undersöka saken, ganska förutsättningslöst. För kanske den romantiska synen på skräp och avfall som konstnärligt förvandlingsbara ”smittats” av debatten, när vi nu med stor sannolikhet går mot en undergång, av sinande resurser, giftutsläpp, och sopberg på export. Ett faktum som även de mest seriösa miljöforskare idag torrt konstaterar.

Och nu stående och gående runt i materialet ser vi att det blev
en slags resa med start förslagsvis i Magnus Bärtås hög av plastfickor: En resa med ett slut. Ja, det låter onekligen hotfullt och med slutet förslagsvis i ”demonutdrivningen” i det inre rummet, där demonen långsamt blir en smitta vi inte kan bli av med. Hoppfullt? Knappast. Men man kan ju alltid välja en annan ordning.
För oss var det också en både spännande och skrämmande upptäckt att i det här sammanhanget inse hur fort också idéer förvandlas till skräp, något som också blir belyst i utställningen.

Så man kan säga
att det är i mötet mellan verken något händer, deras pågående samtal, där också ljuden tränger in, med ytterligare en sinnlig retning som fräter på vår vardag
. Avfall vi måste hantera. Var så goda!

OBS! De tjocka markeringarna har gjorts i efterhand för att understryka att bakgrundsidén inte alls är i överensstämmelse med Slöörs presentation av ett ”paraply” (sammanhängande tema) om: ” jordens ändliga resurser, och klimathotet”. Alltså är det uppenbart för alla att det varken fanns någon styrande idé i inbjudan till konstnärerna, annat än ”att förhålla sig till skräp” som i princip kan vara vad som helst. Och inte heller uttalat gestaltat i det oförutsägbara resultatet. Eftersom det stod helt fritt till konstnären att definiera ”sitt skräp” och att tänja begreppen och oss betraktare att se och avläsa. Det var ju det som var själva den undersökande idén och som en kritiker bör förhålla sig till. En med andra ord helt motsatt utgångspunkt än den programmatiska beställningskonst, ”behjärtansvärt och förutbestämt… ”med bruksanvisning” som Slöör vill påstå varit rådande. Och om hon menar att själva utställningen är ”förutsägbar” och ”behjärtansvärd” så får hon faktiskt bevisa det genom att förhålla sig till åtminstone några av de 15 verken, och inte bara till dåligt lästa texter, för av det faller hela hennes resonemang.
Att det finns en associativ koppling till dagens överhängande miljöproblematik är varken långsökt eller fel att beröra, men är på intet sätt huvudämnet. Och om så vore, degraderar det inte konsten per definition.
Vi har under utställningen haft flera besökare som är engagerade i mer än konst, det är bra. Då kan man föra ett samtal kring konst som språk och kommunikation. Att det blivit ett tabu att få nya grupper att möta konst är däremot alarmerande. Lugn, vi behöver inte hamna i 70-talet för det! Det är en fråga om demokrati. Den gamla borgerliga exklusiva konstsynen har beklämmande nog svalts med hull och hår. Och ifrågasätter man den så ska man drivas ut i kylan. Hallå Hallå var förs det överhuvudtaget en diskussion om detta?! Det händer ju i alla fall någon enstaka gång i litteraturen. Nog är det talande att vi inte har någon Åsa Linderborg i konstvärlden. Denna dödande finhet.
Mot bakgrund av Slöörs långa besök i galleriet är det häpnadsväckande att hon gör en så grov felläsning. Den ”resa” och relation/samtal som uppstår mellan verken förhåller hon sig inte alls till. Hennes utgångspunkt är kort och gott: ”… Ja, ni kan själva figurera ut resten av innehållet” – som om det är ren skit som inte behöver någon närmare presentation. När det är just innehållet (och formen) i de enskilda verken som inte alls går att ”figurera ut” och som gör den här utställningen överraskande på flera sätt. För Slöör kan väl knappast påstå att ett musikdramatiskt verk som bygger på ett tal av Bosse Ringholm som framförs av skådespelare är ett exempel på ”jordens ändliga resurser och klimathot”, när Mats Lindström tagit sin utgångspunkt i idéerna, folkhemmets gamla avlagda, som idag förpassats till skräphögen och på så sätt tänjt gränserna för ”skräp”. Eller Karin Mamma Anderssons ”abstrakta målning” som blev en tillfällig palett, som sen blev en ”älskad tavla”. Och varken verk av Magnus Bärtås, Dascha Esselius, Kerstin Hansson, SIMKA, Victor Hugo Mondragon Franco, Hakan Akcura, Hanna Hartman, Jockum Nordström, Lise-Lotte Norelius (ljud), Sten-Olof Hellström (ljud), Daniel Carlsson (ljud), Gunilla Wiel-Svensson, eller Mathias Josefssons ljudverk har några ”pekfingriga” samband med ”jordens ändliga resurser och klimathotet” och majoriteten inga direkta samband alls. Mathias Josefssons, som för övrigt är 4-årsstudent på Konsthögskolan deltar med ett känsligt och mycket uppskattat ljudverk som med endast en luddig hänvisning till hans egen text avfärdas. Saknar Sussanne Slöör allt omdöme?

Totalt kan man säga att det finns 4 verk av 15 som direkt anspelar på ”jordens ändliga resurser”. Ett faktum som Slöör förtiger helt; är det för att det inte passar in i hennes påstående om ”förutsägbart”? Eller att det ”med kraft slås in öppna dörrar”, när utställningen utgörs av en lågmäld sammanställning, där verken inbördes kommunicerar med varandra utifrån helt olika utgångspunkter. Om detta talar hon inte heller.


Till och med den medvetet valda blandningen av konstnärer med så olika media och bakgrund är ju rätt intressant i sig. Kan inte det vara värt en notering, en gnutta nyfikenhet?


Varför far Susanne Slöör med osanningar?


Endast med hänvisning till sin högst privata irritation över konstnärernas personliga texter som hon avfärdar som ”bruksanvisningar” avstår hon från att gå in i verken, som hon på grund av några textrader förpassar till konceptkonsten, trots att varje medelmåttig konstkännare vet att varken Jockum Nordström eller Karin Mamma Andersson är konceptkonstnärer, ja inte ens majoriteten av konstnärerna i utställningen. Och karaktären på deras korta personligt formulerade texter inte heller: tankar, reflektioner med stor variation; roliga, poetiska, fantasieggande, tankeväckande, ja allt annat än några förutsägbara ”programförklaringar”, som ”skrivs på näsan”. Texter som bl.a ger oss intressanta inblickar i den mexikanska kulturens chokladritualer och machosymboler. Att en fotboll är gjord av mexikansk choklad, är det oväsentligt för upplevelsen och förståelsen av verket? Och på vilket sätt är det förutsägbart?


Slöör tycks inte förstå att konsten idag är global och blandas upp av flera kulturer. Framtidens ”svenska konst” kommer därför bestå av en kulturell smältdegel av nya innehåll och material, och med nya och främmande konnotationer som vi behöver verktyg för att tolka. Därför blir en idé- och textfobi som Slöörs rena återvändsgränden. ”Att bara se” är visserligen en vacker utopi men har aldrig existerat. Seendet är alltid ”smittat”, aldrig ”oskyldigt” eller ”rent”. Ja, även postmodernismen bar något gott med sig som kan vara bra att plocka fram, när vi nu ystert och pånyttfödda eller senila rusar in i nya bländande konstfester, glömska på det som alldeles nyss var rådande bibel.


Klokt nog låter hon verken inte heller bli belysta, för då skulle det bli uppenbart för varje läsare att hennes utdömande av hela utställningen som ”förutsägbar” kommer på skam. Av 15 verk försöker hon halvhjärtat på slutet lyfta fram ett enda(!), med samma konsekvent föraktfulla ton; en nallebjörn hon blir tacksam över att tycka sig sett förut och som därför blir utmärkt att lyfta fram som en illustration till sina förutfattade meningar.


Och vad vet Slöör om TEGEN 2:s besökare? Ett ämne hon också fördomsfullt och föraktfullt spekulerar i fast hon bara satt sin fot där tre gånger. Jo, den består av en i konstvärlden rätt sällsynt mix som vi faktiskt är väldigt glada över. Men Slöör tar raljerande för givet att man ” söker sig till TEGEN 2 för att få sin egen sunda inställning bekräftad”, som om det i så fall inte gällde hela konstbranschen! Vi får i alla fall besök från flera av våra mer invandrartäta förorter, bland annat skolbesök. Bland dem fanns det många som inte visste vad en golfpegg var, men upptäckte något nytt i utställningen! (Jockum Nordström, skulptur och text) som Slöör lika svepande avfärdar som allt annat. Vi har också fått flera besök från människor som väntar på uppehållstillstånd, en problematik som uttrycks i ett verk som Slöör avfärdar med att den ”inte bär den berättelse som ivrigt förfäktas i programförklaringen”. Fast verkets upphovsman, Hakan Akcura haft all anledning att som turkisk invandrare känna av den strukturella rasismen i det svenska samhället, tillsammans med kunskapen om dess ännu mörkare förflutna, som han beskriver i sin engagerande text, (obs! Slöörs förringande ordval i ”recensionen” är förstås: ”ivrigt förfäktar”). Och som i verket gestaltas, om man bara är beredd att sänka sig ner mot golvet och titta på verkets delar och inte fastna med blicken på ”sina egna oborstade skor” som Slöör däremot lägger märke till. Så förklara gärna för mig på vilket sätt det ämnet var förutsägbart i sammanhanget?


Varför detta förakt? Susanne Slöör som utger sig för att vara en seriös kritiker. Varför vill hon missförstå konstnärernas reflektioner? Vad är det för ett texthat som uttrycks när konstnären / kritikern, i det här fallet målaren Susanne Slöör, som senast ställde ut i Stockholm på galleri Helle Knudsen, själv tagit på sig ett textbaserat uppdrag om konst, men vill att alla andra konstnärer som inte följer hennes linje till punkt och pricka ska låta konsten tysta mun medan hon själv lägger ut digital spaltmeter efter spaltmeter av konsttext!? Fast övrig text i samband med konst reflexmässigt avfärdas som ”programförklaringar”, ”proklamationer” och ”ståndpunkter”. Och titlar skrivna på ett golv blir ”tragikomiskt ömkliga”.


Ja, inte är det konstigt att Slöör har stora problem med samtidskonsten.
Precis som varje teaterbesökare kan avstå från programbladet i foajén och då troligen missar att pjäsen bygger på bearbetat material från gamla sjukjournaler, på samma sätt kan varje konstbesökare hoppa över det skrivna, med risk för att missa att den bruna skulpturen på golvet är gjord av choklad. Dessutom, förhands/sidoinformation är inte alltid textbaserad i stunden; det är allt du redan vet, din samlade kunskap när du står framför ett verk. Och ju välkändare ett konstnärskap ju mer finns samlat i ditt huvud av tidigare inhämtad information och upplevelser. Ska vi med andra ord inte gå och se den utställning som Slöör recenserat av omsorg om vårt ”rena seende”? Nej, det menar hon förstås inte. Inte heller kan hon väl mena att galleristerna inte tror på konsten när de lägger ut sina fina recensioner i fönstren? Eller vad ska vi tro?

Nej, är man så överkänslig, så får man helt enkelt gå med skygglappar eller lobba för ”burka” på världens konstmuseer, konsthallar och gallerier som innehåller text.


Ibland kan ju dessutom en text ladda ur den förhandsinformation/förutfattade meningen som finns. Alla förutfattade meningar är därför också förhandsinformation. Det var nog den Slöör skulle lämnat hemma innan hon kom till TEGEN 2!


Det är sorgligt att ett annars så sympatiskt (obs! jag skriver inte ”behjärtansvärt” i sarkastisk anda a` la Slöör) konstnärsinitiativ som Omkonst lånar sig till rena påhopp. För någon recension kan ingen ens med den bästa vilja i världen påstå att hon gjort.


Jag har inte fått uppfattningen att Leif Mattson, nyligen tillträdd ansvarig för SAK, Sveriges Allmänna Konstförening delar sin medarbetares konstsyn, för om så vore är det illavarslande i det svenska konstlivets allt starkare maktkoncentration.


Omkonsts egen självbild


God "netikett" gäller


(hämtat från hemsidan http://www.omkonst.com)


”vi publicerar texter som respektfullt uttrycker uppmuntran, intresse, hövlighet samt innehåller väl övervägd och vårdad kritik i form av signerade krönikor”


Tror verkligen Slöör att läsaren upplever Slöörs ”recension” som ”respektfullt uppmuntrande”, visade ”intresse”, och ”hövlighet”, eller innehöll ”väl övervägd och vårdad kritik”. Jo, ett rätt. Den var ”signerad”!!


Varför ha en sådan programförklaring när man själv bryter mot hela ”netiketten”?


PS Egentligen kan man undra varför man överhuvudtaget ska spilla ord på en så illvillig ”recension”. Varför inte bara lägga den i den virtuella papperskorgen? Det mesta är ju ändå bara gallimatias. Men om rena lögner/påhitt får stå oemotsagda sköter jag inte mitt uppdrag gentemot de deltagande konstnärerna och konstpubliken. Dessutom kan någon annan råka illa ut nästa gång. Och förhoppningsvis kan alla lära sig: inte att bli okritiska, eller ens ”vårdat hövliga” men att visa en liten gnutta öppet sinne.


Gunilla Sköld Feiler


För TEGEN 2


Curator för En hög på golvet

En mindre (Svenskt dilemma: Steril eller inte)
Från vernissagen och "På Stan"

6.10.08

Från Vernissagen och "På Stan"







Skräpkultur får ny betydelse

Vad är skräp och vad är det egentligen vi städar bort i Sveriga i dag? Sopor är definitivt politik och självklart kan det även vara konst. Nu har Gunilla Sköld Feiler satt ihop en spännande utställning med femton konstnärer som på olika sätt diskuterar den globala konsumismens, elefantismens och narcissismens dödskallemärkta sopberg. Titeln för utstälningen är "En hög på golvet" och en av konsnärerna är Jockum Nordström som har satt ihop en anorektisk hög av golfpeggar.


Mats Lindströms ljudverk handlar om att det inte bara är fysiskt skräp som hamnar i soptunnan, utan även idéer. Hakan Akcura har skapat ett verk av tiotusentals hålslag från papper, som vart och ett representerar mänskliga öden och tragedier från den svenska tvångssteriliseringspolitiken. Deltar gör även Magnus Bärtås, Dascha Esselius, Karin Mamma Andersson, SIMKA, Hanna Hartman, Victor Hugo Mondragon Franco, Mathias Josefson, Sten-Olof Hellström, Daniel Karlsson, Lise-Lott Norelius, Kerstin Hansson och Gunilla Wiel - Svensson.


Pernilla Ahlsén

På Stan (2-8 oktober 2008, s.60)

22.9.08

En mindre (Svenskt dilemma: Steril eller inte)

VÄLKOMNA!
TEGEN 2Projektplats, scen och utställningsyta

En hög på golvet

Vernissage torsdagen 25/9 kl 17-20

Utställningen pågår t.o.m 12/10
öppettider: torsd-sönd 12-17


Bjurholmsg. 9b
T-bana Skanstull

070-7161923
070-2855777
info@tegen2.se www.tegen2.se


Magnus Bärtås, Dascha Esselius, Karin Mamma Andersson, Jockum Nordström, SIMKA, Hanna Hartman, Victor Hugo Mondragon Franco, Mathias Josefson, Hakan Akcura, Daniel Karlsson, Lise-Lott Norelius, Kerstin Hansson, Mats Lindström, Gunilla Wiel - Svensson, Sten-Olof Hellström


15 konstnärer för visuella och ljudande samtal balanserande på idéernas och materiens ymnighetshögar; den globala konsumismens; elefantismens och narcissismens dödskallemärkta sopberg. Med utgångspunkten: Ingenting försvinner – Allting sprids (lagen om energi och entropi).

Som t.ex i Mats Lindström, ljudverk: "Det är inte bara fysiskt skräp som hamnar i soptunnan. Även idéer kan möta detta öde. Denna papperskorg var fylld med ett antal idéer som en gång byggde det moderna landet Sverige, men som få människor idag vill kännas vid. Några av dessa idéer får här formuleras av en ung Bosse Ringholm som långt senare skulle göra sig känd som Sveriges finansminister. (bandslinga 10 minuter)"

Man kan också avlyssna Sten-Olof Hellströms sonifiering* av klimat och avfallshanteringsstatistik. Materialet baseras i huvudsak på den globala uppvärmningen och mängden (vikt) komposterbart hushållsavfall som bränns varje vecka. Den globala uppvärmningen är kopplat till tonhöjd och mängden komposterbart hushållsavfall som bränns är kopplat till brus.
"Här finns allt, men inte hittade jag mycket som jag kunde pryda mitt hem med".
"Jag hittade i alla fall en anorektisk hög av Jockum Nordström. Den tog inte mycket plats."

Hakan Akcuras verk heter "En mindre (Svenskt dilemma: Steril eller inte)" och berör den medvetna och den omedvetna / strukturella rasismen i det svenska samhället.

Materialet består av tiotusentals hålslag från papper, som representerar mänskliga öden och tragedier från den svenska tvångssteriliseringspolitiken som Maciej Zaremba skrivit om i DN. Och införskaffade rester/sopor från patientvård på de illegala vårdcentraler som arbetar ideellt med att ge vård till papperslösa personer i Stockholm. Rester och fragment ingjutna i tvål.

Curator: Gunilla Sköld Feiler




Om mitt konstverk, "En mindre (Svenskt dilemma: Steril eller inte)"

Min "hög" består av flera tvålkakor. De flesta av kakorna innehåller små papperspluppar som blir över efter hålslag av papper och symboliserar de arkivmapparna för 62888 offren som tvångssteriliserades.
Dessa arkivmappar gjordes iordning av statensutredningsråd som regeringen bildade för att kartlägga processen och de inblandade offren efter en avslöjande artikel i DN av journalisten Maciej Zaremba om "den icke rena rasens tvångssteriliseringspolitik" i 1997.

Resten av tvålkakorna innehåller införskaffade rester/sopor från patientvård på de illegala vårdcentraler som arbetar ideelt med att ge vård till papperslösa personer i Stockholm.





Min "hög" leker omsorgsfullt med den tvetydiga betydelsen av ordet steril. Med mitt verk vill jag återaktualisera frågan om den ofruktbara (steril) och absolut inte rena (icke steril) svenska politiken i samhällsdebatten.

I de skivade tvål bitarna som serveras till besökarna finns flera fotografier. Om personerna vars bilder jag tog ur den berömda boken "The Swedish Nation" (Lundborg och Runnström) skulle också leva idag, min övertygelse är att de skulle förvänta sig det av oss.



Jag vill främst tacka Birger Hjelm för nedanstående rader som är utgångspunkten till mitt verk.

"...Den statliga utredningen ledde fram till bildandet av myndigheten steriliseringsersättningsnämnden för hantering av ersättningar till drabbade. Ersättningsbeloppet sattes till 175 000 kronor per drabbad. Det blev nämndens ansvar att utreda vilka som, efter att de skickat in ansökan, har rätt till denna ersättning. Cirka 2 300 ansökningar har kommit in och av dessa har cirka 1600 beviljats ersättning Myndigheten avvecklades hösten 2003 och existerade alltså blott under cirka fyra år. Statsmakten vill se ärendet slutbehandlat och slutdebatterat och är helt i linje med den svenska särdraget i förvaltnings- och myndighetskulturen att snabbast möjligt skaka av sig, förtränga och glömma obehagligheter, felaktigheter och övergrepp i det förgångna."

Jag tackar till Ada och Gordon Ferngren, Dror och Gunilla Sköld Feiler och Kista US-AB tryck&media arbetare.

Hakan Akçura


Herman Lundborg

Några referenser:

En sammanställning av debatten i Dagens Nyheter augusti-oktober 1997 om steriliseringspolitiken i Sverige åren 1935 - 1976
Skrivelse 2000/01:73 Redogörelse för steriliseringsfrågan i Sverige åren 1935 - 1975 och regeringens åtgärder Skr. 2000/01:73
Ska staten avgöra vem som har rätt att födas by Allen Buchanan, Dan Brock, Norman Daniels and Dan Wikler
Eradication of "deviants": the dark side of the Swedish Model by Dr. Adolf Ratzka
Nationalism, folkbildning och intellektualism by Lena Berggren
Sweden's 'dark legacy' draws crowds to museum by Paul O'Mahony
Maciej Zaremba, from Wikipedia, the free encyclopedia
Thousands of women sterilised in Sweden without consent by Claire Armstrong
Swedish Sterilisations: The Compensation Issue by Dr Alain Drouard
About learning from history by Sanna J
Sweden Plans to Pay Sterilization Victims
Far och son Retzius – företrädare för en missbrukad vetenskap by Pouya Ghelichkhan
Structural Racism: The Role of the Swedish Educational System, Media and Authorities by Masoud Kamali, Associate professor, MidSweden university
Rasbiologin i Sverige fram till 1958 by Mikael Widéen
Hyfs och stil i sättet att skriva om lobotomi by Kenneth Ögren
Encyklopedi om invandring, integration och rasism: Rasism
Minska bidragstagarna; Sterilisera! by Anna Andersson
63 000 steriliserade. Ingen mer ersättning längre. Är debatten över? by Birger Hjelm
Rashygienen i Sverige by Gunnar Broberg and Mattias Tydén

Läkare ä världen
Paperlösas rätt till vård
Deltastiftelsen
Rosengrenska

”Bir eksik” (İsveç ikilemi: Steril ya da değil)

İsveç, Stockholm'de Tegen 2 galerisinde katılacağım ikinci grup sergisi 25 Eylül Perşembe günü açılıyor.
Bu grup sergisine benimle birlikte katılacak diğer sanatçılara baktığımızda, İsveç sanat ortamının kalburüstü birçok ismine rastlamak mümkün: Magnus Bärtås, Dascha Esselius, Karin Mamma Andersson, Jockum Nordström, SIMKA, Hanna Hartman, Victor Hugo Mondragon Franco, Mathias Josefson, Daniel Karlsson, Lise-Lott Norelius, Kerstin Hansson, Mats Lindström, Gunilla Wiel - Svensson, Sten-Olof Hellström.

”Yerdeki yığın” isimli bu grup sergisinde tüm katılımcı sanatçılara sergi mekanının zemininde kendilerine ayrılmış 20 cm. çaplı bir alan verildi.

Çağrı metni eliyle, Woody Allen’ın "Yeterli zamanı verirseniz, her şey boka dönüşür," cümlesinin ilham fısıltımız olduğu süreçte, her sanatçı kendi alanında sergilemek üzere, ya görsel ya da sese dayalı bir yığın (simgesel ya da gerçek çöp, atık, artık, birikinti) yarattı.

İsveç’te 1935 ile 1975 yılları arasında Uppsala’daki Devlet Irkbiyolojisi Enstitüsü eliyle sürdürülen ”temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası” ile günümüzde geçerliliği süren ”kağıtsız göçmenlere sağlık hizmeti vermeme” politikasında bence geçerli olan ortak mantık, benim ”yığın”ımın konusu: Bu ülkeye ait sayılmayanları ”bir eksik” kılma politikası.

Geçmişte onları kısırlaştırarak, hadım ederek ya da lobatomi uygulayarak, bugün ise eğer oturma izni olmadan yasadışı olarak ülkede kalıyorsa sağlık hizmetlerinden –ve diğer temel tüm hizmetlerden- mahrum ederek...

(Ben bu işi hazırlarken sadece Stockholm belediye sınırları içersinde kağıtsız göçmenlere sağlık hizmetinin ”çok acil ve zorunlu koşullarda” verilmesine ilişkin yeni bir karar alındı. ”Ölümcül durumda olan kağıtsızlara devlet desteği” diye yorumlanabilecek bu adımın on binlerce insanın bu büyük sorununa çözüm olmasından bahsedilemeyeceği gibi, sunum biçiminin hiç de hoş olduğu iddia edilemez.)
”Yığınım”, özetle, sabun kalıplarından oluşuyor. Bu sabun kalıplarının çoğunluğu, on binlerce dosya kağıdı dosyalanmak üzere delindiğinde elde kalan o küçük yuvarlak kağıt parçalarını, geri kalanı ise kağıtsız göçmenlere gönüllüler eliyle sağlık hizmeti veren gizli bakımevlerinden edindiğim hasta bakım artıklarını içeriyor.

Dosya kağıdı artığı küçük yuvarlak kağıt parçaları, ülkenin önde gelen gazetelerinden Dagens Nyheter’de 1997 yılında, gazeteci Maciej Zaremba imzalı bir haberle ”temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası”nın açığa çıkarılmasının ardından oluşturulan meclis araştırma komisyonunun saptayabildiği 62888 kurbanın dosyalarını simgeliyor.

İsveç Meclisi, 1999 yılında çoğunluğunu çingenelerin, samilerin, wallonların, finlilerin, yahudilerin, eşcinsellerin ve engellilerin oluşturduğu bu kurbanlara başvururlarsa tazminat olarak 175000 isveç kronu tazminat ödemeyi kararlaştırdı. Bunu sağlayacak organizasyona şimdiye kadar başvuran 2300 kişiden 2003 yılı sonbaharına kadar tazminat alabilenlerin sayısı ise 1600.

Sözkonusu organizasyonun sessiz sedasız kapandığı ve dönemin hiçbir sorumlusunun koğuşturmaya uğramadığı, İsveç kollektif hafızasında bu suçun unutulmaya ya da umutturulmaya çalışıldığı, gerekli yüzleşmeden kaçıldığı bir zaman dilimindeyiz.
Belki de yüzleşilmesi gereken temel şey, sterilizasyon, asimilasyon ve integrasyon başlıkları ile zaman içinde değiştiği öne sürülen ”isveçli olmayanlara karşı” İsveç devlet politikasının, aslında ne kadar değişmediği...

Steril kelimesinin çift anlamlılığıyla özenli bir biçimde oynayan ”yığınım”ın, İsveç devlet politikasının kısır (steril) ve asla temiz olmayan (steril olmayan) niteliğini bir kez daha kamuoyunun tartışma gündemine sokması dileğim.
Dilimleyip de ziyaretçilere sunduğum sabun kalıplarındaki, Lundborg ve Runnström’ün ünlü ”The Swedish Nation” adlı kitabından alınan suretleri yeralan insanlar da, yaşasalardı eminim bizden bunu beklerdi.

Öncelikle yola çıkışımın nedeni olan satırların yazarı Birger Hjelm’e teşekkür ederim:
”...
Devlet tarafindan yapılan araştırma sonunda mağdurlara ödenecek tazminatlara bakacak yine devlete bağlı bir ”sterilizasyon tazminat komisyonu” kurulması kararı alındı. Tazminat tutarı mağdur başına 175000 kron olarak hesaplandı. Komisyonun işi, başvuran kişilerin hangilerinin bu tazminattan yararlanabileceğini araştırmaktı. Yaklaşık 2300 başvurudan 1600’u tazminat kapsamına girdi ve bu komisyon 2003 yılının sonbaharında görevini bitirdi; yani topu topu 4 yıldan daha az bir süre hizmet vermiş oldu. Devlet güçleri olayın kendisini kapatılmış ve tamamlanmış bir dava olarak görmek istemektedirler; bu da İsveç devlet ve yönetim kültürünün ortak çizgisine dikkati çeker; bu çizginin ilk özelliği geçmişte olan tüm tatsızlıkları, haksızlıkları ve tecavüz niteliğindeki olaylari en kısa zamanda bastırmak, unutturmak ve arkasında bırakmaktır.”

”Temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası” hakkında:


İsveç’te yaşayan Türkiyeli politik göçmenlerden Yusuf Küpeli, Yeni Ortam isimli internet üzerinden yayın yapan dergide yeralan bir araştırmasında sözkonusu ’kısırlaştırma” politikasını şöyle aktarıyor:

”Irka ve soya dayalı ideolojiler 1900’lü yılların başında İsveçte çiçek açmışlardır. Herman Lundborg ve Nils von Hofsten önderliğinde, -dıştan gelecek karışmalara karşı- “Soy temizliği için İsveç dayanışması” adlı örgüt 1909 yılında kurulmuştur. ... sözkonusu örgütlenme İsveç toplumundaki tüm politik partilerden ve kurumlardan tam bir destek almıştır. Aynı yıl, bilimle ilgilenen kişilerin üye oldukları “Mendelyev dayanışması” adlı bir elit örgütü kurulmuştur ... Bu örgütlenmenin temel amaçlarından biri de kuzey “ırkının” üstünlüklerinin korunmasıdır. Tıp doktoru olan Lundborg, 1918 yılında İsveç halk tipleri ile ilgili sergiler açmıştır. Aynı kişi, 1919 yılında ırkçı görüşler içeren “İsveç halk tipleri” adlı bir kitap yazıp yayınlamıştır. Lundbor’e göre üstün kuzey “ırkı”nın asıl temsilcileri İsveçli köylülerdir. Aynı kişi endüstri işçilerini de ırkı bozan unsurlar olarak görmüştür.

Stockholm’deki Karolinska enstitüsü içinde soybiyolojisi ile ilgili bir Nobel enstitüsü kurulması önerisi 1918 yılında tek oyla reddedilince, yerine devlete bağlı bir soybiyolojisi enstitüsü kurulmuştur. İsveç Meclisi'nin her iki kamarasında da oylanan "soybiyolojisi enstitüsü kurulması" önerisi, soldan sağa tüm politik partilerin desteği ile 1921 yılında yasalaşmıştır. Dünyada ilk resmi soybiyolojisi enstitüsü olan kurum, 1922 yılında Uppsala Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü adıyla eyleme başlamıştır. Uppsala’da eyleme başlayan kurumun başkanlığına Doçent Herman Lundborg getirilmiştir. Herman Lundborg’e göre kuzeyliler üstün “ırkı” temsil etmekteydiler. Buna karşın -aynı kişi için- özellikle çingeneler ve zenciler en işe yaramaz “ırklardır”.

Lundborg bu görüşlerinde yalnız değildir ve İsveç’te daha 1914 yılında Çingeneler’in ülkeye göçleri yasaklanmıştır. Yine İsveç’te Çingeneler, Soy Biyolojisi Enstütüsü’nün kuruluşuyla birlikte, 1921 yılında kayıtlara geçirilip dosyalanmaya başlanmışlardır. Sonuçta, 1942 yılında tüm Çingeneler İsveç’te kayıtlara geçirilmişlerdir. Nazi Almanyası’nda 1933 yılında çıkartılan bir yasa ile doğuştan suçlu kategorisi içine sokulan Çingeneler, en ünlü Nazi toplama kamplarından olan Birkenau ve Auscwitz’te gaz odalarında yokedilirlerken, İsveç’te de kısırlaştırma yasasının kurbanı olmuşlardır. Hesaplanabildiği kadarıyla İkinci Dünya savaşı yıllarında yarım milyonu aşkın çingene sistematik bir biçimde yokedilmiştir. Yahudiler, Naziler tarafından çalınıp İsviçre bankalarına altın veya para olarak yatırılan mal varlıklarına karşılık yüklü tazminatlar alırlarken, halen sahipsiz olan Çingeneler’e hiçbir şey ödenmemektedir.

Herman Lundborg, üstün kuzey ırkının saflığının korunabilmesi amacıyla kısırlaştırma yasasının çıkartılması için özel bir çaba sarfetmiştir. Sonuçta, İsveçteki kısırlaştırma yasası Nazi almanyasında 1933’de çıkartılan yasadan bir yıl sonra gerçekleşebilmiştir ama, değişik anlatımlara göre, İsveç yasası Alman kısırlaştırma yasasından daha sert bir içeriğe sahibolmuştur. Aynı kurumun başına 1936 yılında Gunnar Dahlberg yeni şef olarak atanmıştır. İsveç Protestan Devlet Kilisesi tarafından da desteklenen Uppsala Devlet Soybiyolojisi Enstütüsü’nün ürünleri Alman Nazizmi tarafından kullanılmıştır.

İsveç toplumunda Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü’ne tek itiraz Karolinska enstitüsünden gelmiştir. Onların itiraz nedeni de, Doçent Herman Lundborg yerine kendilerinden bir profösörün soybiyolojisi enstitüsünün başkanı olmasını istemeleridir. Sosyaldemokrat İşci Partisi (SAP) ideologları olan Gunnar ve Alva Myrdal çifti sosyal uzman rolünde enstitüde görev yapmışlardır. İsveç Köylü Birliği’nden (= Merkez Parti) Sten Vahlund enstitünün sekreteri olmuştur. Nazi Partisi’nin Almanya’da iktidara geldiği yıl olan 1933’de, İsveç Köylü Birliği programına, “İsveç soyunun temizliği korunmalıdır”, ifadesi yerleştirilmiştir. (İsveç Köylü Birliği [= Bundeförbundet], politik parti olarak 1913’te doğmuştur ve 1958 yılında Merkez Partisi [= Centerpartiet] adını almıştır.) Birleşmiş Milletler’in 1953-61 yıllarında genel sekreteri olan ve 18 eylül 1961’de Afrika’da şüpheli bir uçak kazasında ölen Dag Hammarskjöld’ün babası olan Hjalmar Hammarskjöld, Moderat Parti temsilcisi olarak soybiyolojisi enstitüsünde görev almıştır (Moderat, ılımlı anlamınadır ama, sözkonusu parti konservativ, tutucu, muhafazakar bir partidir.). Hjelmar Hammarskjöld 1929-47 yıllarında Nobel vakfının yöneticiliğini de yapmıştır.

Torbjörn Jerlup’a göre, Hjalmar Hammarskjöld’ün başkanlığı yıllarında birçok ırkçı nobel tıp ödülleri almışlardır. Ulusal Ansiklopedi’nin verdiği bilgiye göre, aynı kişi (Hjalmar Hammarskjöld) “Alman yanlısı”dır. (Unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan bu “Alman yanlılığı” ile asıl olarak Nazi Almanyası kastedilmektedir.) Nobel Komitesi’ne ve Nobel Vakfı’na, soybiyolojisi enstitüsü ile bağı olan Uppsala Üniversitesi rektörü ve soy biyoloğu Nils von Hofsten ve oğlu Erlan von Hofsten vs. gibi daha başka ırkçı düşüncelere sahip kişilerde girmişlerdir. Değişik anlatımlara göre, Myrdal cifti ve benzerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında “nüfus fazlalığı sorunu” ile ilgilenerek ırkçı görüşlerini pratiğe geçirmeye çalışmışlardır.
...

İsveç Meclisinde ilk kez 1922 yılında -Sosyal Demokrat İşci Partisi (SAP) saylavı Alfred Petrén’in önerisi ile- soyun korunması için kısırlaştırma sorunu tartışılmıştır. Gönüllü kısırlaştırma ile ilgili öneri 1929 yılında yeniden Meclis’e gelmiştir. Naziler’in Almanya’da iktidara gelmelerinden bir yıl sonra, 1934 yılında İsveç Meclisi’nde sert tartışmalara konu olan kısırlaştırma ile ilgili yasa önerisi, -Myrdal çiftinin de yoğun çabaları ile- 1ocak 1935’de yasalaşmıştır. Aynı yasa 1941 yılında değişikliğe uğramıştır. Yasaya, gönüllü ve zorla kısırlaştırma kuralları yerleştirilmiştir. Şüphesiz bu gönüllülüğün ölçüsü tam olarak belli değildir ve insanlar değişik psikolojik baskılarla bazı işler için gönüllü olabilirler ama, daha sonra yanlış yaptıklarını da düşünebilirler.

Sonuçta, -Uppsala Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü’nün önderliğinde- İsveç toplumunun saflığının korunması amacıyla 1935 yılından yasanın kaldırıldığı 1975 yılına dek -zorla veya gönüllü olarak- çoğunluğu kadın olan tam 62 888 kişi kısırlaştırılmıştır. İsveç’in nüfusunun o yıllarda ancak 7 milyona yaklaştığı dikkate alınırsa, bu sayı hiç de az sayılmaz.”


İlgili bazı linkler:

En sammanställning av debatten i Dagens Nyheter augusti-oktober 1997 om steriliseringspolitiken i Sverige åren 1935 - 1976

Skrivelse 2000/01:73 Redogörelse för steriliseringsfrågan i Sverige åren 1935 - 1975 och regeringens åtgärder Skr. 2000/01:73
Ska staten avgöra vem som har rätt att födas by Allen Buchanan, Dan Brock, Norman Daniels and Dan Wikler
Eradication of "deviants": the dark side of the Swedish Model by Dr. Adolf Ratzka
Nationalism, folkbildning och intellektualism by Lena Berggren
Sweden's 'dark legacy' draws crowds to museum by Paul O'Mahony
Maciej Zaremba, from Wikipedia, the free encyclopedia
Thousands of women sterilised in Sweden without consent by Claire Armstrong
Swedish Sterilisations: The Compensation Issue by Dr Alain Drouard
About learning from history by Sanna J
Sweden Plans to Pay Sterilization Victims 
Far och son Retzius – företrädare för en missbrukad vetenskap by Pouya Ghelichkhan
Structural Racism: The Role of the Swedish Educational System, Media and Authorities by Masoud Kamali, Associate professor, MidSweden university
Rasbiologin i Sverige fram till 1958 by Mikael Widéen
Hyfs och stil i sättet att skriva om lobotomi by Kenneth Ögren
Encyklopedi om invandring, integration och rasism: Rasism
Minska bidragstagarna; Sterilisera! by Anna Andersson
63 000 steriliserade. Ingen mer ersättning längre. Är debatten över? by Birger Hjelm
Rashygienen i Sverige by Gunnar Broberg and Mattias Tydén

2.7.08

Tempo: "Gerçekler bilinsin yeter!"

Tempo dergisi, bugünkü sayısında son videom "Gerçekler bilinsin yeter"e dair geniş bir haber yayınladı. Yine de haberde benimle ve Abdülkadir Aygan'la yapılan söyleşiler yer darlığı yüzünden kısaltılarak yayınlandı. Aşağıda Tempo'daki haberin metnini, onun altında sözkonusu iki röportajın kısaltılmamış tam metinlerini, en altta ise bu haber dolayısıyla sayfama gelecek olan Tempo okurları için bir kez daha yayınladığım "Gerçekler bilinsin yeter"e dair sunumumu ve videomu bulabilirsiniz. (Önemli not: Bu fotoğraf ve belgeler sadece yanı sıra "Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura / open-flux.blogspot.com" kaynak bilgisi eksiksiz yeralırsa, yazılı, görsel ve elektronik medyada alıntılanabilir ve yayınlanabilir. "Gerçekler Bilinsin Yeter" isimli videomun seyredilebileceği linkleri, ticari olmayan kaygılarla, kişisel izlenme ve yükleme niyetiyle istediğinizce yaygınlaştırabilirsiniz. Gazeteler, TV kanalları, haber siteleri, bu videonun akan ya da sabit görüntülerini ancak iznimle ve yayınlandığı bu blog sitesinin linkini vererek yayınlayabilir. Aksine kullanım, cezai yaptırım nedenidir. Hakan Akçura)

BİR KAÇIŞ HİKAYESİ

FİRARİ ESKİ JİTEMCİ

Üç farklı hayat yaşadı. İlkinde PKK’lı, ikincisinde JİTEM görevlisiydi. Bugünlerde üçüncü hayatını yaşıyor, bu kez İsveç’te gizli polisin korumasında. Abdülkadir Aygan, çocuklarının geçimi için hafta sonları mesaiye kalıyor. Peki, o bir cani mi, yoksa şiddet ikliminin kurbanlarından biri mi? Yanıt, ‘video performans sanatçısı’ Hakan Akçura’nın belgeselinde…

H. Hüseyin TahmazEnis Tayman
Adı Abdülkadir Aygan. İsveç’te yaşıyor. Beş çocuğu, onu seven eşi, gidip geldiği de bir işi var. Beş çocuğunun geçimi için hafta sonları mesaiye bile kalıyor. Yani dışarıdan bakınca normal biri gibi görünüyor. Oysa cinayetler işledi, canlar yaktı; sonra pişman oldu. İtiraf etti. Yetmedi, Cem Ersever’in telkiniyle Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde kurulu istihbarat örgütü JİTEM’e çalışmaya başladı. ‘657’ye tabi devlet memuru’ Aygan, JİTEM içinde çok sayıda operasyona katıldı. Vedat Aydın’ın cenazesinde kalabalığı silahla taramaktan Musa Anter cinayetine kadar, içinde bulunduğu ekibin yapmadığı iş kalmadı. Susurluk sonrası geri plana itildi. Silah taşımasına izin verilmedi. Yurtdışına kaçtı.

Aygan’ın öyküsü ana hatlarıyla buraya kadar biliniyor. Biliniyor; ama nedense Türkiye’de kimse bu itirafların peşine düşüp yeni Susurluklar ortaya çıkarmaya bir türlü yanaşmıyor. Aygan’sa hem PKK’lı hem JİTEM’ci olarak ileri sürdüğü ve hakikaten demokratik bir ülkede yeri yerinden oynatacak itiraflarının gölgesinde yaşıyor. Gerçi o da Türkiye'nin bugünkü durumunda bir şeyin değişeceğine inanmıyor. Ama soran olursa, ”Bazı insanlara ders olsun diye, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye” cevabını veriyor.

Son olarak ‘video performans sanatçısı’ Hakan Akçura ile yaptığı belgesel söyleşi de yine aynı amacı taşıyor. Akçura’nın üç buçuk saati bulan belgeselinde, üç ayrı hayat yaşayan Abdülkadir Aygan, bu üç farklı haliyle ayrı ayrı kameraya konuşuyor. Üç ayrı gömlek ile üç ayrı yöne bakarak gerçekleştirilen söyleşide Aygan, kendisine sorulan sorulara, yaşadığı dönemin penceresinden yanıtlar veriyor.

GERÇEKLER BİLİNSİN!

Peki, Akçura böyle bir belgeseli niye hazırladı? Cevap şöyle; “Beklentim, videonun isminde, o isme beden veren Kadir’in sözlerinde: “Gerçekler bilinsin yeter!” Bu kadar! Bilindi mi, o gerçeğin bilgisi ile bu ‘değişemezliği dayatılan verili durum’ ve hayat değişecektir. Bundan eminim.”Akçura’nın belgesele karar veriş biçimi de hayli ilginç. Gazete haberlerinden gördüğü Aygan’ın hayat öyküsünü üç farklı kimliğiyle görüntülemek isteyen Akçura, uzun uğraşlardan sonra amacına ulaşmış. Akçura, belgeselin bu haliyle Türkiye’de açık kanallarda izlenmesinin zor olacağını biliyor. Bu yüzden üç buçuk saati bulan videoyu, http://open-flux.blogspot.com adresinden herkesin izlemesine olanak sağlıyor. Kendi ifadesine göre belgesel bir haftada iki bin kişi tarafından indirilmiş durumda.

Belgesel izlendikçe görülüyor ki her bir kimliği ile ayrı ayrı birçok kez gazete manşetlerine geçen Abdulkadir Aygan, aslında tüm bu kimliklerinin parçalayıp öğüttüğü bir yaşam öyküsünün kahramanı. O ne bir PKK’lı, ne bir itirafçı, ne de eski bir JİTEM’ci. Tüm bu kimliklerin, büyük baskın kuvvetlerin, tek bir insanı katmer katmer aşan bir şiddet ikliminin ‘hiçleştirdiği’ yaşamlardan sadece birinin öznesi Abdülkadir Aygan. Muhtemelen kendisinden sonra gelenler için de unutulmaz bir örnek.

Hakan Akçura’nın blog sitesi: http://open-flux.blogspot.com/

Videonun linki: http://openflux.blip.tv/file/1013673/“Türkiye'de kalıp JİTEM'i deşifre edecek kadar deli değilim”

1977’de ’Apocu’ olan, Kıbrıs’ta askerlik yaparken firar edip Rum Kesimi’ne, oradan Almanya’ya giden, Apo’nun çağrısıyla Şam’a gidip PKK’ya katılan, oradan Kuzey Irak’taki kampların lojistiğiyle ilgilenen Abdulkadir Aygan, 1985’te sınırdan Türkiye’ye girip bir köy baskınına katılmadan önce, güvenlik kuvvetlerine teslim oluyor. Sonra itirafçı, 1990’ın sonlarında da JİTEM’ci. İsveç gizli polisi SAPO’nun korumasında yaşayan Abdülkadir Aygan’ı, Tempo Dergisi’yle röportaj yapmaya ikna etmek zor oldu. Aygan, araya giren Hakan Akçura sayesinde sorularımızın bazılarına yanıt vermeyi kabul etti.

İtirafçılar neden JİTEM'e katılıyordu? Cem Ersever’den sonra bir değişiklik oldu mu?

JITEM'in itirafçılara ihtiyacı vardı, itirafçıların da korunmaya. JITEM’de görev yapan itirafçı sayısı bir düzineyi geçmez. Ersever itirafçıların değerini biliyordu. Onlara 'eski terörist' muamelesi yapmıyordu. Ondan sonra, diğer komutanlar itirafçılara pek güvenmezlerdi. Ancak işleri düştüğü zaman 'kullanma' amacıyla yaklaşırlardı.

Burdur'a tayin edilip JİTEM'den tasfiye edilmeniz, kişisel bir tasfiye miydi? Eğer öyleyse, neden sizi ekipten uzaklaştırdılar? Yoksa JİTEM mi tasfiye edildi?

Kendi isteğimle Diyarbakır’dan başka bir ile tayin olmak istemiştim. Uzun süre çeşitli bahanelerle bu isteğim yerine getirilmedi. Ancak 1998’de Abdulhekim Güven isimli itirafçıyı silahla yaralamam ve TİM komutanı Yüzbaşı Zahit Engin ile ters düşmemden dolayı Burdur'a tayinimin öngörüldüğü kanaatindeyim. Diyarbakır'da bana ihtiyaçları kalmamıştı galiba. Susurluk olayından sonra JITEM' i perdeleme, geçici olarak sadece asli istihbarat faaliyeti yürütme görevi gündeme gelmişti. JITEM’in bağlı olduğu 'psikolojik harekat birimi' kuruldu. Tayin edilmemin temelinde hem şahsi karar hem de bahsettiğim etkenler etkili olmuştu.

Sizin gibiler için Türkiye’de bir koruma programı yok mu?

Devletin 'tanık koruma' veya itirafçıları koruma kanunu vardır. Fakat sadece kağıt üzerinde vardır. Pratikte böyle bir uygulama yoktur.

Tasfiye edildikten sonra yurt dışına gittiniz. Türkiye'de de bir şekilde güvenliğinizin sağlanması söz konusuyken, neden JİTEM hakkında itiraflar yapmayı seçtiniz?

Yurtdışına şahsi çabanla çıkmak zordur. Hele de beş çocuklu bir aile reisi iseniz bu daha da zorlaşır. Ancak maddi durumu iyi olanlar bu işi bir şekilde halledebilirler. Türkiye'de kalıp JITEM veya başka bir yasadışı faaliyeti deşifre etmek intiharla eşdeğerdedir. Hepimiz Ahmet Cem Ersever ve arkadaşlarının akıbetini gördük. Türkiye'de kalsaydım ben de bir faili meçhule kurban giderdim. Çocuklarım sokakta kalırdı. Türkiye'de kalıp JİTEM'i deşifre edecek kadar deli değilim.

Belgeselde görülüyor ki, her durumda kendinizi haklı hissediyorsunuz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Hiç kimse, ”Benim ayranım ekşidir ”demez. Elbette benim de her insan gibi kusurlarım ve yanlışlarım vardır. ”Attığım her adımda, aldığım her kararda haklıydım veya doğru yaptım” demiyorum. Fakat içerisinde bulunduğun manevi ve maddi şartlar seni bir işe zorluyorsa, senin de başka alternatifin yoksa, o işi yapmak zorundasın. Ve o işi kendi iç mantığında haklı gerekçelere dayandırmazsan kahrolur veya delirirsin. Her dönemde attığım her adımın haklı gerekçelerini buldum. Kendi vicdani muhasebemle PKK'ya girişim, sonra JİTEM’de görev almam ve daha sonraki safhaların bence haklı gerekçeleri vardı. Eğer bu böyle olmasaydı her halde şimdi tımarhanede olmam gerekirdi.

Hayatınızı güvenceye almak için çok önemli savrulmaları yaşadığınız görülüyor. Acaba bu durum sizde yerleşik bir hale geldi mi? Mesela İsveç devleti size dese ki, “Burada yaşamak istiyorsan bize çalışacaksın”, bunu kabul eder misiniz?

Her normal canlının kendini dış tehlike ve tehditlere karşı koruma içgüdüsü vardır. Bir ormanda gezerken dahi gözünüze çöp batmasına müsaade eder misiniz? Olayı sadece şahsi koruma veya can güvenliğini güvenceye almak olarak ele almak yanlıştır benim açımdan. Beş çocuk babasıyım ve onları yetiştirmekle görevliyim. Başıma bir kötülük gelmesi halinde onların hayatı kararacaktı. Bu düşünceyle hareket etmeyi insani görüyorum. İsveç Devleti bir hukuk devletidir. Burada insan hak ve hukuku, demokrasi vardır. Sadece burada kalmak için değil, burada yaşamasam da böyle bir devleti korumak insani bir görevdir. Kaldı ki, benim gibilerine ihtiyacı yoktur. Her İsveç vatandaşı ülkesini korumak ve kollamak ister. Bir iş teklifi yasadışı değilse insan neden o teklifi geri çevirsin ki?

İlerde çocuklarınız büyüdüğünde ve size geçmişinizi sorduklarında ya da bunu bir yerlerden öğrendiklerinde, yaşadıklarınızı izah etmekte zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?

Ailemin fertleri hayatımı biliyorlar ve beni seviyorlar. Sevilmediğimi hissettiğim an, alır başımı giderim. Hakan Bey’in çektiği videoyu onlar da izlediler. Sadece ikide bir kazağımın kolunu çekiştirmemi eleştirdiler. Bir de çekim esnasında sigara içmemi yadırgadılar. Ailemin bir ferdine veya başka bir insana kendimle ilgili hiçbir ayrıntıyı açıklamakta zorlanacağımı düşünmüyorum.

Yıllardır itiraflarınız yayınlanıyor ve çok önemli değişiklikler olmuyor Türkiye'de. İtiraflarınızın bir gün bir şeyleri değiştireceğini umut ediyor musunuz?

Türkiye'nin bugünkü durumunda bir şeyin değişeceğine inanmıyorum. Fakat bazı insanlara ders olsun, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye açıklamalarda bulundum.Geleceğin nasıl olacağını kestirmek zor. Omzu apoletlilerin siyaseti, medyayı, ekonomiyi ve hayatın her alanını zaptu rapt altına aldığı bir ülkede fazla iyimser olunamaz.

İleride, başka itiraflarınızı duymak mümkün olacak mı?

Herkes halen bir şeyler sakladığımı sanıyor galiba. Böyle davranmam için hiç bir gerekçem yok. Ancak, insan karşısındakinin sorusuna göre cevap verir. Şimdiye kadar sorulmayan soru kaldıysa, bu sorular bana yöneltilirse tabii ki bilgim ve gücüm dâhilinde cevap veririm.

Sizce Kürt gençleri PKK'ya katılmaya neden devam ediyorlar?

Türkiye' de bugünkü zihniyet ve uygulamalar devam ettikçe buna tepki olarak PKK' ya katılımlar devam edecektir. PKK olmasa bile başka bir muhalefet bu görevi üstlenecektir.

Benimle yapılan röportajın kısaltılmamış hali:
H. Hüseyin Tahmaz: Kadir'in İsveç'te yaşadığını nasıl öğrendin? Onunla bir video kaydı yapmaya nasıl karar verdin? Daha doğrusu, onunla 'bir şeyler' yapmaya nasıl karar verdin?
Hakan Akçura: Abdülkadir Aygan’ın ismini İlk kez Radikal’in “Acı bir Susurluk öyküsü” başlıklı 3 Şubat 2005 tarihli haberinde okudum. Çok uzun süre, bu isimden çok o haberin fotoğrafını taşıdım görsel belleğimde. Habere göre, bir eski JİTEM üyesinin (Aygan) itiraf ve yer göstermesi ile 10 Haziran 1994’ten beri kayıp olan Murat Aslan’ın kemikleri, gömüldüğü yerde bulunmuştu ve haber, kafatasının arkasındaki kurşun deliğiyle kuru toprağın içine yüzüstü gömülmüş bir iskeletin, ona ”bakan”ın sadece ucu gözüken siyah ayakkabısıyla birlikte yeraldığı bir fotoğrafla yayınlanmıştı. O imgenin izi retinamda hep kaldı. Ardından aylar boyunca Abdülkadir Aygan’ın itiraflarına birkaç kez daha rastladım, ama birçoğumuzda varolduğuna inandığım bir tür savunma refleksiyle, resmin bütününü görme, acıyı ve çaresizliği içimde yayma, yani Aygan'ın itiraflarını okuma çabasından kendimi alıkoydum.

Sonra Hürriyet’in Abdülkadir Aygan ile Musa Anter’in kızı Rahşan Anter’i karşı karşıya getirdiği buluşmanın haberi çıktı karşıma. O haberin her satırını defalarca okudum ve her fotoğrafına defalarca baktım. Öne eğilmiş, saygılı anlatan Aygan, ona geriden eli boğazında dehşetle bakan Anter ve o başlık: ”Babamın katiliyle buluşmaya nasıl karar verdim”. Haberin içeriğinden çok, sunuluş biçiminde midemi bulandıran bir tat vardı. Neden böyle olduğunu istediğimce net ifade edemediğim... O tat, beni bu işin ardındaki, öncesindeki öyküyü öğrenme çabasına yöneltti.

Döndüm Aygan’ın adını ilk kez okuduğum Radikal haberine ve yeniden okudum:

Aygan, itiraflarında dönemin Bölge Jandarma İstihbarat Grup Komutanı emekli albay Abdülkerim Kırca'nın da bizzat olayın içinde olduğunu vurguladığı Aslan cinayetini şöyle anlattı:
"Murat Aslan isimli şahıs, Yenişehir Semti'nde, yani Diyarbakır Belediyesi civarından alınarak, (Abdülkerim Kırca o sırada bizzat oradaydı) zorla sivil Toros arabaya bindirildi ve JİTEM'e getirildi. Daha sonra Silopi JİTEM İstihbarat Tim Komutanlığı'na götürüldü. Burada işkenceyle sorgulandıktan sonra Dicle Nehri'nin kenarındaki bir dereye götürüldü. Derede öldürülerek üzerine benzin döküldü ve yakıldı. Bu dere Körtük Köyü'nün karşısına düşen bir dere idi.


Bu anlatım biçimindeki soğuk, nesnel, kendinden emin ve itirafa çok istekli ton bu kez beni çarptı. Ben artık uzun bir yolun yolcusuydum. Ona dair her şeyi bilmek, okumak, öğrenmek istiyordum. İnternette tarayınca Aygan’a dair aslında yüzlerce belgeye ve tartışmaya, yoruma ulaşmanın çok kolay olduğunu gördüm. Ama daha çok internet forumları ve küçük haber-yorum sitelerinde... Şaşkındım, o güne kadar anlattıklarının kapsamı ve gücünden. Hemen hepsi JİTEM dönemine aitti. Oysa o eski bir PKK’lıydı da! İtirafçı bir PKK’ıydı ardından; şimdi ise ne PKK’lıydı, ne JİTEM mensubu. Ama herkes, onu bu eski kimliklerinin ya birinde, ya da diğerinde dondurma derdindeydi. Herkes kendi ile onlara göre bir ”garabet” olan bu adı Abdülkadir Aygan olan ”şey” arasına mesafe koymak derdindeydi. Bense giderek, bu mesafeyi tümden ortadan kaldıracak bir portrenin izi peşindeydim. O ”insanın” ve o ”2000’e yakın faili meçhulün, yani kurbanın, yani insanın kemiklerinin de, belki toprak altında Murat’ınkine benzer kurşun delikleriyle hala yatakaldığı dönemin” portresinin peşinde...

Bu insan bana göre, kirli bir savaşın iki cephesinin de birinci elden tanığıydı ve kimsenin onu zorlaması gerekmeden bu -o zamanki deyimimle- ”bağırsaklarını boşaltırcasına itiraf etmek, anlatmak istemesinin” ardında ne vardı, artık ben çok merak ediyordum. Ne kadar anlatsa da, ülkemin insanlarına bu itiraflarını ulaştıramıyor olması ise beni, bunun sağlanabileceği bir ”biçim”, ”sunum” bulmak konusunda düşünmeye zorluyordu. Ben sanatçıydım, ben yıllarca en büyük hayali çok etkileyici bir röportaj dergisi çıkartmak olan eski bir gazeteciydim, eski bir siyasal tutuklu ve hükümlü, eski bir işkence kurbanı, ülkesinde akan kanı durdurmak için hala yapabileceği neyse onu yapmaya çalışan muhalif bir entelektüeldim. Bu beni oluşturan her şey ve en çok da merakım, beni onu bulmaya, onunla bir video yapmaya yöneltti. Bunu ona önermek, belli ki medyayla ilişkilerini kısıtlamasına neden olmuş olan güvensizliğini ortadan kaldırmak, onla tanışmak, oturup uzun uzun konuşmak ve bu konuşmayı bir tanık kamerayla çekmekten daha çok istediğim bir şey yoktu artık.

HHT: Kadir ile nasıl iletişime geçtin? Onu böyle bir çalışmaya nasıl ikna ettin ve üç sandalye, üç gömlek fikri nasıl çıktı ortaya?
HA: Kadir’i nasıl bulduğuma dair sorunuzu, onu bulmak isteyen ve niyeti hiç de iyi olmayan başkalarının da olduğunu bildiğim için cevap vermek istemiyorum. İlk diyaloğumuzda o, zamanını neden bir sanatçının onunla bir video yapmaya kalkıştığını anlamaya çalışmakla ve aslında böylesi bir görüşmeye ilişkin ne kadar güvensiz ve isteksiz olduğunu iletmekle harcadı. Bense, nasıl bir ön çalışmayla karşısında olduğumu, güvensizlik ve isteksizliğini nasıl da iyi anladığımı, aslında ortaya çıkacak olan şeye ilişkin hiç bir ön beklentimin olmadığını, ne olacaksa karşılıklı açıklık ve dürüstlükle, eşitlikle ortaya çıkacağını, bir insan ve dönem portresi peşinde olduğumu, ama ortaya çıkan şeye bakıp, onu çok rahatlıkla çöpe de atabileceğimi, benden beklediği samimiliği, aynı ölçüde ondan da benim beklediğimi iletmeye harcadım.

Dinledi. Düşünmek ve ailesi ile, onu korumakla yükümlü ve aslında hiçbir yeni görüşme yapmamasını ona sürekli öneren İsveç gizli polis örgütü SAPO’nun ondan sorumlu bireyleriyle konuşup bana yeniden döneceğini iletti.

Sonra bir kez daha konuştu benle ve ardından, ailesinin de, SAPO’nun da tersini önermesine rağmen kabul etti buluşmayı. O konuşmada ona ”seni ne yargılamak, ne de aklamak diye bir derdim var. Ben çok meraklı bir adamım, seni anlamaya çok zaman harcadım, hala anlayamadım ve bu merakımı doyurmak istiyorum. Varsan varsın,” demiştim.

Sonra yapacağım video kaydının, o’nun taşıması çok doğal, tek bir görüşmeyle de yıkılması çok zor olan donanımlarını ortadan kaldırabilecek biçiminin ne olabileceğini düşünmeye ve psikiyatri alanında çalışan karımla tartışmaya başladım. O bana, bir zamanlar kendime uygulanmasına izin verdiğim ve sonuçlarını kabullenmek bana çok zor gelse de yararı çok net olan, yaşantılamaktan fazlasıyla mutlu olduğum bir terapi biçimini ve kullandığı yöntemleri hatırlattı: Ses terapisi (voice therapy). Bir psikolog bu terapi sırasında, beni transa geçirerek, alt kimliklerimi ortaya çıkarmış, onlar ortaya çıktıkça onları/beni oda içindeki farklı bir sandalyeye oturtup, geçmişimde varlık buldukları zamanın ve konumun sesiyle konuşmalarının yolunu açmıştı.

Tabii ki ben bir terapist değildim, tabii ki Abdülkadir’i transa sokmaya isteğim ve yeteneğim yoktu ama bu ”biçimi”, beraberinde o’nun kimi hazır donanımlarının en azından bir kısmını yıkabilecekse önermek ve kabul ederse uygulamak istedim. O’nun, ikisi o zamanlar içinde bulunduğu iki ayrı yasadışı örgütün ona verdiği kod adlarıyla anılan ve biri de elbette ki hep varolan ve gerçek ismini taşıyan ”üç kimliğiyle, üç ayrı giysi içinde, bedeni üç ayrı yöne dönükken” ayrı ayrı söyleşmek istediğimi ona ilettim. Düşünmeden kabul etti. Şaşırdım, sevindim.

Sonra buluştuk.

Sanırım on yıllık istihbarat deneyiminin ona verdiği ”insan sarrafı” olma halinden çok, garip bir iç rahatlığıyla beni ”gördü” ve önceden kabul etmediği bir başka isteğime bu kez olumlu yanıt vererek, ailesiyle yaşadığı mekana götürdü beni. Videoyu o mekanda kaydetmiş olmaktan çok hoşnutum. Kullandığım yöntemin ve soru sorma biçimimin ise onda hangi donanımları ortadan kaldırdığını, neye yolaçıp açmadığını ancak o cevaplayabilir. Ama bana kalırsa, o alıştığı biçimiyle”vuruldu” ya da ”kaybedildi” demek yerine ”vurduk”, ”öldürdüm” demeye başlaması ile birlikte biraz daha özgürleşti.
HHT: Böyle bir çalışma için bir aya yakındır uğraşıyorsun... Bu süre boyunca, Kadir ile bir çok kez konuşma fırsatın oldu. İşe başlarken Kadir hakkında düşündüklerin ile işin sonundaki durumun arasında bir fark var mı? Nasıl bir fark var? Kadir'in söylediklerini samimi buluyor musun? İsveç'e yerleşmesini ve kendini 'katıldığı yasadığı faaliyetlerin kurbanları'nın akıbetinden kurtarma gayreti, yani kendi canını, canını aldıklarından daha kıymetli görüyor olması, canını sıkmadı mı? Ona karşı bir öfke hissetmedin mi?
HA: Kadir’in söylediklerini çok samimi buluyorum. Ona da söyledim, ben baştan onun elini sıkıp sıkamayacağımı bile bilmiyordum. Her şey bir yana, karşımda bulduğum insan, hem yaptığının ne kadar zor ve önemli olduğunu pek kafa takmadan, kendisi, bu ülkenin yarını ve birilerine ders vermek adına ve en önemlisi arınmak adına konuşan bir ”anlatıcı”ydı. Benle birlikte tüm anlatacakları da bitmişti. Ama öte yandan kayıt ve sohbetimiz bittiğinde o benim için, ben gibi göçtüğü yeni ülkenin öğrenmesi gereken yeni dili, aşması gereken iş sorunları ile cebelleşen bir göçmen, ergen çocuklarının çift kültürlü varoluşlarından kaynaklanan sorunlarına çözüm önermesi gereken bir baba, hangi balıkları hangi tür oltalarla tuttuğunun sohbetini yapmaya başladığım bir diğer amatör balıkçıydı.

Neyi kıymetli gördüğüne ilişkin bir önermeyi içeren sorunuza gelince, bu soruda sizin sahip olduğunuzu gördüğüm ”yargı ve suçlama”, hem bakış açısı, hem de sonuç itibariyle bende yok. Ona karşı ne kayıt sırasında, ne de ardından hiçbir öfke hissetmediğim gibi, o beni yaşantımda hiç saygı duyamayacağıma emin olduğum türden insanlara karşı, çok farklı ama önemli bir nitelikle saygı duyulabileceğimi hissettirdi, öğretti. Onun isteyerek ya da zorunda kalarak yaşadıklarını ben yaşamış ve bu yaşantıyla ister istemez değişmiş olsaydım, sonuçta onun bugün yapıyor olduğunu yapar mıydım, hiç emin değilim.

HHT: Videoyu siteye koyduktan sonra epey fazla sayıda bir ziyaretçin var. Bunlar arasında Türkiye'den bir takım güvenlik kuruluşlarının da olduğunu söylüyorsun. Ancak, yine senin ifadenle genelde bu kadar ilgi görmesine rağmen basının konuya ilgi göstermediğini belirtiyorsun. Bunu neye bağlıyorsun? Neden basın konuya yeterli ilgi göstermedi? Yoksa Kadir'in hikayesi aslında pek de yeni bir hikaye olmadığı için mi? Böyle bir çalışmanın nasıl bir etki yaratacağını düşünüyorsun? Bu çalışmadan beklentilerin neler?

HA: Videoyu bir video paylaşım sitesine koydum ve sunumuyla birlikte ”Open Flux”tan yayınladım. Sadece bir hafta içinde, yani şu ana kadar bu üç buçuk saatlik filmi başından sonuna kadar izleyenlerin sayısı 1954. Bu videoyu sadece internetin bana sunduğu olanaklarla, e-mail listem, üye olduğum forum ve paylaşım sitelerine yazdığım duyurularla yaygınlaştırdım. Sadece, üç küçük haber-yorum sitesi bu işle ilgili haber yayınladı ve hiç ummadığım oldu: Videoyu izleyen herkes, diğerlerini çağırdı. Bu bir ”gerçeğe susama hali” bence.

Oysa ben, belki de ilk kez bölüm bölüm kendi kanalında yayınlamak ve böylece yayınladığı habercilik amaçlarına çok uygun bir iş yapar diye, bu videoyu NTV’ye yollamıştım. Halbuki, tüm belli başlı gazete ve dergilerin yayınladığım basın bültenini okuduktan sonra sunumumu okuyup, videoyu izlediklerini biliyorum. Ama hiçbirinde ne yazık ki tek satırla bu işim ve içeriği haber yapılmadı.

Basın, medya, ülkede gelişen yaygın milliyetçilik ve ırkçılıktan payını aldı. Madem müşterim bu nitelikte, ben de ona göre yayın yapmalıyım diyerek, korkak, özgüdüm ve özsansürlü bir haberciliğe saptı. Bu utanç verici gazeteciliğin dışında kalan çok az sayıda örnek olduğunu çok rahat söyleyebilirim. ”Kadir’in hikayesi”, TSK, bünyesinde bir zamanlar bu ölçüde yasadışı bir cinayet şebekesi kurulduğunu kabul edene, bundan dolayı özür dileyene ve dönemin sorumlularının bulunması, yargılanması için elindeki tüm belge ve bilgileri açıklayana kadar, ya da ne bileyim, savcılarımız Kadir’in nerede olduğunu, şu anda ne yaptığını, zamanında ve şimdi kimlerin koruması altında olduğunu bu videoda ihbar ettiği katillerin yakasına yapışıncaya kadar hep ”yeni bir hikaye” olarak kalacaktır. Ne yazık ki!

Evet, ”Open flux”un en dakik –her gece aynı saatlerde- ve sürekli izleyicilerinden biri Genelkurmay Başkanlığı. Ben bu ülkede yaşayan her gerçek muhalifin sahip olduğu kaygılarla bakmak istemiyorum bu duruma. Yani ülkeye girerken ya da çıkarken başıma bir şeyler gelebileceğinin habercisi olarak değil, tam da yukarda dediğim gibi belki de o kurumun içine dönüp bakması, gerçek demokrasinin gerekleri adına adım atmasının bir göstergesidir diye ummak istiyorum bu takibi. Ne kadar iyiniyetliyim bilemiyorum. Ama gerçekçi olmak gerekirse, bugünlerdeki gelişmelere baktığımızda, hala eleştirilmekten en çok rahatsız olan kurumun TSK olduğu çok açık.

Beklentim, videonun isminde, o isme beden veren Kadir’in sözlerinde: ”Gerçekler bilinsin yeter!” Bu kadar! Bilindi mi, o gerçeğin bilgisi ile bu ”değişemezliği dayatılan verili durum” ve hayat değişecektir. Bundan eminim.

Abdülkadir Aygan'la yapılan röportajın kısaltılmamış hali:
H. Hüseyin Tahmaz: İtirafçılar neden JİTEM'e katılıyordu? Cem Ersever'den sonra JİTEM kadroları yine itirafçılardan mı oluşuyordu? Bir değişiklik oldu mu Ersever'den sonra?
Abdülkadir Aygan: JİTEM'in itirafçılara, itirafçıların da korunmaya ihtiyaçları vardı. JİTEM'de görev yapan itirafçı sayısı bir düzineyi geçmez. Ersever, itirafçıların değerini biliyordu. Onlara "eski terörist" muamelesi yapmıyordu. Ersever'den sonra gelen diğer komutanlar itirafçılara pek güvenmezlerdi. Ancak işleri düştüğü zaman, "kullanma" amacıyla yaklaşırlardı.HHT: Burdur'a tayin edilip JİTEM'den tasfiye edilmeniz, kişisel bir tasfiye miydi? Eğer öyleyse, neden sizi ekipten uzaklaştırdılar?
AA: Kendi isteğimle Diyarbakır'dan başka bir ile tayin olmak istemiştim. Ancak uzun süre çeşitli bahanelerle bu isteğim yerine getirilmedi. Ancak 1998'de Abdülhekim Güven isimli itirafçıyı silahla yaralamam ve TİM komutanı Yüzbaşı Zahit Engin'le ters düşmemden dolayı Burdur'a tayinimin öngörüldüğü kanaatindeyim. Diyarbakır'da bana ihtiyaçları kalmamıştı galiba.
HHT: Eğer bu kişisel bir tasfiye değilse, JİTEM'e ihtiyaç kalmadı mı? Yerine başka bir şey mi kuruldu yoksa öyle bir izlenim mi sağlanmak isteniyor?
AA: Susurluk olayından sonra JİTEM'i perdeleme, geçici olarak sadece asli istihbarat faaliyeti yürütme görevi gündeme gelmişti. JİTEM'in bağlı olduğu "psikolojik harekat birimi" kuruldu.Tayin edilmemin temelinde hem şahsi karar, hem de bahsettiğim etkenler etkili olmuştu.HHT: Devletin, sizin durumundakileri için Türkiye içinde yürüttüğü bir koruma programı yok muydu?
AA: Devletin "tanık koruma" veya itirafçıları koruma kanunu vardır. Fakat sadece kağıt üzerinde vardır. Pratikte böyle bir uygulama yoktur.HHT: Vedat Aydın'dan Musa Anter'e birçok cinayetin içinde bulundunuz ve 9 yıl boyunca bu işi yapmayı sürdürdünüz. Sonra siz tasfiye edilene kadar kendiniz yurtdışına kaçmayı denemediniz. Fakat tasfiye edildikten sonra, güvenlik endişeleriyle yurtdışına gittiniz. Türkiye'de de bir şekilde güvenliğinizin sağlanması sizce hiç mi sözkonusu değildi? Neden JİTEM hakkında itiraflar yapmayı seçtiniz?
AA: Yurt dışına şahsi çabanla çıkmak zordur. Hele de beş çocuklu bir aile reisi iseniz bu daha da zorlaşır.Ancak maddi durumu iyi olanlar bu işi bir şekilde halledebilirler.

Türkiye'de kalıp JİTEM veya başka bir yasadışı faaliyeti deşifre etmek intiharla eşdeğerdedir. Hepimiz Ahmet Cem Ersever ve arkadaşlarının akibetini gördük.Türkiye'de kalsaydım ben de bir faili meçhule kurban giderdim. Çocuklarım sokakta kalırdı.

Türkiye'de kalıp JİTEM'i deşifre edecek kadar deli değilim.
HHT: Hakan Akçura'nın 3,5 saatlik filminde anlattıklarınızdan görülüyor ki, insan her durumda kendini haklı hissediyor. Yani siz, PKK'lıyken de yaptıklarınızı doğru buluyordunuz, JİTEM içindeyken de doğru yaptığınızı düşünüyordunuz, şimdi de muhtemelen doğru yaptığınızı düşünüyorsunuz. Halbuki doğru, birbirine bu denli taban tabana zıt yönler içermez. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? İnsan kendi seçimi olmayan bir hayat yaşarken, kendi kendine yaptıklarını haklı göstermek mi istiyor?
AA: Hiç kimse "benim ayranım ekşidir," demez. Elbette ki benim de, her insan gibi, şahsi kusurlarım ve yanlışlarım vardır. Atığım her adımda aldığım her kararda haklıydım veya doğru yaptım demiyorum.

Fakat içerisinde bulunduğun manevi ve maddi şartlar seni bir işe zorluyorsa, senin de başka alternatifin yoksa o işi yapmak zorundasın.Ve o işi kendi iç mantığında haklı gerekçelere dayandırmazsan kahrolur veya delirirsin. Her dönemde attığım her adımın haklı gerekçelerini buldum. Kendi vicdani muhasebemle PKK'ya girişim, sonra JİTEM'de görev almam ve daha sonraki safhaların bence haklı gerekçeleri vardı.

Eğer bu böyle olmasaydı her halde şimdi tımarhanede olmam gerekirdi.
HHT: Hayat hikayenize bakıldığında, kişisel güvenliğinizin ön planda tuttuğunuz, hayatınızı güvenceye almak için çok önemli savrulmaları yaşadığınız görülüyor. Acaba bu durum sizde yerleşik bir hale geldi mi? Mesela İsveç devleti gelse size dese ki, "Burada yaşamak istiyorsan bize çalışacaksın". Bunu kabul eder misiniz?
AA: Her normal canlının kendi kendini dış tehlike ve tehditlere karşı koruma içgüdüsü vardır. Bir ormanda gezerken dahi gözünüze çöp batmasına müsade edermisiniz? Olayı sadece şahsi koruma veya can güvenliğini güvenceye almak olarak ele almak yanlıştır benim açımdan. Beş çocuk babasıyım ve onları yetiştirmekle görevliyim. Başıma bir kötülük gelmesi halinde onların hayatı kararacaktı. Bu düşünceyle hareket etmeyi insani görüyorum.

İsveç Devleti bir hukuk devletidir. Burada insan hak ve hukuku, demokrasi vardır. Sadece burada kalmak için değil, burada yaşamasam da böyle bir devleti korumak insani bir görevdir. Kaldı ki, benim gibilerine ihtiyacı yoktur. Her isveç vatandaşı ülkesini korumak ve kollamak ister.

Bir iş teklifi yasadışı değilse, insan neden o teklifi geri çevirsin ki?
HHT: Filmde, Hakan Akçura'nın oğlunuz M'yi görüşme odasından çıkarmak istemesine tanık olduk, sizin de M'yi odadan çıkardığınıza. İlerde çocuklarınız büyüdüğünde ve size geçmişinizi sorduklarında ya da bunu bir yerlerden öğrendiklerinde yaşadıklarınızı izah etmekte zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?
AA: Sadece oğlum M. daha küçük olduğundan ve dikkatim dağılmasın diye odadan çıkarmak istedim. Ailemin diğer fertleri hayatımı biliyorlar ve beni seviyorlar. Sevilmediğimi hissettiğim an alır başımı giderim.

Hakan Bey'in çektiği videoyu onlar da izlediler. Sadece ikide bir kazağımın kolunu çekiştirmemi eleştirdiler. Bir de çekim esnasında sigara içmemi yadırgadılar. Ailemin bir ferdine veya başka bir insana kendimle ilgili hiçbir ayrıntıyı açıklamakta zorlanacağımı düşünmüyorum.
HHT: Yıllardır itiraflarınız çeşitli yerlerde yayınlanıyor ama buna rağmen açılan birkaç davadan başka çok önemli değişiklikler olmuyor Türkiye'de. Buna rağmen, bu itirafların bugün ya da gelecekte bir şeyleri değiştireceğini umut ediyor musunuz?
AA: Türkiye'nin bugünkü durumunda bir şeyin değişeceğine inanmıyorum. Fakat bazı insanlara ders olsun diye, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye açıklamalarda bulundum.

Geleceğin nasıl olacağını kestirmek zor. Omuzu apoletlilerin siyaseti, medyayı, ekonomiyi ve hayatın her alanını zaptu rapt altına aldığı bir ülkede fazla iyimser olunamaz.
HHT: İleride, sizden başka itiraflar duymamız mümkün olacak mı? Henüz açıklamaya kendinizi hazır hissetmediğiniz başka olaylar da var mı?
AA: Herkes halen birşeyler sakladığımı sanıyor galiba. Böyle davranmam için hiç bir gerekçem yok. Ancak, insan karşısındakinin sorusuna göre cevap verir. Şimdiye kadar sorulmayan soru kaldıysa, bu sorular bana yöneltilirse, tabii ki bilgim ve gücüm dahilinde cevap veririm. Örneğin, canı gönülden oynayan milli takımın Almanya yenilgisinin sebeplerini bile açıklayabilirim. Almanya aynı gün ROJ TV'yi yasaklama kararı verdi ve karşılığında maçı aldı. Kısacası, aslanlar gibi futbol oynayan gençlerin emeği satıldı.HHT: Söyleşide, PKK'nın kendini makul bir çizgiye çekmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce Kürt gençleri PKK'ya katılmaya neden devam ediyorlar?

AA: Türkiye' de bugünkü zihniyet ve uygulamalar devam ettikçe buna tepki olarak PKK' ya katılımlar devam edecektir. PKK olmasa bile başka bir muhalefet bu görevi üstlenecektir.22 Haziran 2008'de yayınladığım basın açıklamam:"Gerçekler bilinsin yeter"(Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi)
Hakan Akçura
210.35 dakika
Stockholm, Haziran 2008Selamlar,

Bu kez, İsveç'te gerçekleştirdiğim ve internetten yaygınlaştırmayı seçtiğim pek alışılmadık türden bir videoyu -
sadece Türkiye'nin sanat ve kültür ortamına değil, on yıllara yayılan acıların ve akan kanın tartışıldığı tüm gündelik yaşam zeminlerine de - sunuyorum. Tüm siyaset, medya, hukuk kimlik ve kurumlarının bir kez daha sorumluluk ve samimiyetlerinin sınanacağı bir döneme bahane olsun, tek tek her türkiyeliye daha aydınlık bir gelecek için, gerçeğin bilgisi, gücü ve yolgöstericiliğini taşısın diye...

Video, ikinci "kayıt" videom. Adı "Gerçekler bilinsin yeter". Süresi 3.5 saat.

Videoda benım sorularıma cevap veren "kimlikler", Abdülkadir Aygan, "Abuzer" ve "Şerif" (Aziz Turan).


Abdülkadir Aygan 1977-1985 yılları arasında PKK militanı, 1985-1991 yılları arasında bir PKK itirafçısı olan, 1991-1999 yıllari arasında da Diyarbakır'da JİTEM elemanı olarak çalışan, 5 yıllık bir iç hesaplaşmanın ardından ailesiyle birlikte İsveç'e kaçarak, Türkiye'nin bu 22 yıllık birçok yanı karanlık kalmış, çok kan dökülmüş dönemine dair tüm bildiklerini anlatmaya karar vermiş bir insan.


Şimdiye kadar anlattıklarının çoğunun üstü örtüldü. Sadece JİTEM'e dair kimi aktarımları ait olduğu geniş bütün içinden seçilip ayrılarak Özgür Gündem'de yayınlandı. Musa Anter'in nasıl öldürüldüğünü de aktarması üzerine Hürriyet gazetesi sansasyonel bir buluşma organize etti ve Anter'in kızı ile Aygan'ı İsveç'te karşı karşıya getirdi. Attığı "babasının katiliyle buluştu" manşeti, Aygan'ın medyayla ilişkilerini sınırlamasına neden oldu. Çünkü o kabullendiği, ötesi itiraf ettiği, açık ettiği gibi birçok insanın katili olsa da, "Anter'in katili değildi".

Hayatını yazdı. Kitap, küçük bir alman göçmen yayınevince basıldı. Aygan, kitabın önsözünü yargıcı, toplamını özensiz buldu. Elindeki tek kopyayı bile dolaylı yollardan edindi. Kitabın yaygınlaşabilmesi çok şüpheli görünüyor.

Anlattıklarıyla iki toplu mezar açıldı ve JİTEM timlerince öldürülen "faili meçhul"ların kemikleri bulundu.

JİTEM'in de, Aygan'ın -sahte resmi kimliğiyle Aziz Turan'ın- da varlığını baştan inkar eden resmi çevreler, bu gelişmelerin ardından savcılık eliyle JİTEM üyelerine karşı bir dava açmak zorunda kaldı.


Bense uzun süre Aygan'la buluşmaya hazırlandım, binlerce sayfa belge okudum, internetin kolay ulaşılamayan forumlarında hakkında devam eden ya da zamanında yapılmış tartışmaları, kavgaları takip ettim. Ardından farklı bir kimlikle ve isveç gizli polisinin korumasıyla yaşadığı yerde onu bulup, ikna edip, ardından buluşup, güven verip, bu söyleşiye giden yolu açtım.

Onu ne aklamak ne de yargılamak istemediğime ve gerçek bir "portre" peşinde olmaklığıma inandı. İnandığı şey doğruydu. Bu ikimize de yetti.

Sadece çekinmeden aktardığı bildiklerini ve tanıklıklarını değil, bizzat işlediği suçları, hatta eski aşkına, maruz kaldığını düşündüğü ihanetlere, umutları ve duygularına dair cümlelerini de içeren, İsveç'te gerçekleştirilen bu izleyeceğiniz kayıt, 25 Mayıs 2008 tarihini taşıyor.

Ben bu kayıt sırasında sorularımı karşımdaki insanın kişisel tarihini belirleyen üç ayrı kimliğe, PKK'daki kod ismiyle Abuzer'e, JİTEM'deki kod ismiyle Şerif'e ve Abdülkadir ya da ailesinin seslendiği biçimiyle Kadir'e, bedeni üç ayrı yöne dönük, üç ayrı oturma biriminde ve üç ayrı gömlekle oturmuşken sordum. O ya da onlar da cevapladı.

Ama uyarıyorum, kaydı atlaya atlaya izlerseniz, aktarılan uzun öykünün aralara sıkışmış kimi çok önemli ayrıntılarını öğrenmekten, iki ayrı kimliğe sorulan sorular arasındaki güçlü bağdan ve oluşan portrenin kendi iç mantığını izlemekten geri kalabilirsiniz.






Bu linki, ticari olmayan kaygılarla, kişisel izlenme ve yükleme niyetiyle istediğinizce yaygınlaştırabilirsiniz.
Gazeteler, TV kanalları, haber siteleri, bu videonun akan ya da sabit görsellerini, ancak iznimle ve ismimi, eserin ismini ve yayınlandığı bu blog sitesinin linkini vererek yayınlayabilir. Aksine kullanım, cezai yaptırım nedenidir.
Tabii ki, seyredenlerin yorumlarını bu blogun en altına eklemeleri de beni çok sevindirir.


"Bu kaydı üzerindeki sis perdesi kaldırıldıkça, ne denli kirli olduğu yeniden, yeniden ortaya çıkan kirli savaşın tüm kurbanlarına, onların çocuklarına ve Kadir'in çocuklarına adıyorum."


Hakan Akçura
İsveç, Stockholm, Haziran 2008


Abdülkadir Aygan'ın verdiği resimaltı bilgileriyle, filmin sonunda yeralan fotoğraf ve belgeler:
(Önemli not: Bu fotoğraf ve belgeler sadece yanı sıra "Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura / open-flux.blogspot.com" kaynak bilgisi eksiksiz yeralırsa, yazılı, görsel ve elektronik medyada alıntılanabilir ve yayınlanabilir.)



Abdülkadir Aygan, Adana Motor Meslek Lisesi'nde arkadaşları ve öğretmenleriyle (orta sırada, soldan üçüncü). Yıl 1976.



Abdülkadir Aygan, 1986-1987 yıllarında Adana Kapalı Cezaevi 18 nolu itirafçılar koğuşunda.



Abdülkadir Aygan, 1986-1987 yıllarında Adana Kapalı Cezaevi 18 nolu itirafçılar koğuşunda arkadaşlarıyla (ayakta, soldan üçüncü).


Abdülkadir Aygan, 1990 yaz aylarında Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı karargahı Bölük Er Yatakhanesi'nde. (Önceki resimaltı A. Aygan'ın hatırlaması ve bilgilendirmesi ile değiştirildi.)



"Şerif" ("Aziz Turan" / Abdülkadir Aygan) 1990-1991 yıllarında Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde yeralan JİTEM Bölge Grup Komutanlığı'nda. (Fotoğrafı çeken A. Cem Ersever - A. Aygan'ın hatırlaması ve bilgilendirmesi ile eklendi.)


JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde yeralan JİTEM Bölge Karargahı'nda toplu halde. Soldan sağa: Hüseyin Tilki, Fethi Çetin, Recep Tiril, İbrahim Babat, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy. (Fotoğrafı çeken Adil Timurtaş.)


JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde yeralan JİTEM Bölge Karargahı'nda toplu halde. Soldan sağa: Abdülkadir Aygan, Adil Timurtaş, Hüseyin Tilki, Recep Tiril, Fethi Çetin, Ali Ozansoy. (Fotoğrafı çeken İbrahim Babat.)



JİTEM elemanı "çevirmen" Şerif /Aziz Turan (Abdülkadir Aygan), KDP lideri Mesut Barzani ile Diyarbakır Orduevi'nde (1992-1994 yılları arasında bir tarih) 



JİTEM elemanı "çevirmen" Şerif /Aziz Turan (Abdülkadir Aygan), KDP lideri Mesut Barzani, dönemin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen ile Diyarbakır Orduevi'nde toplantıda (1992-1994 yılları arasında bir tarih)


JİTEM elemanı "çevirmen" Şerif /Aziz Turan (Abdülkadir Aygan), KDP lideri Mesut Barzani, dönemin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen ve diğer katılımcılarla Diyarbakır Orduevi'nde toplantıda (1992-1994 yılları arasında bir tarih) 



Aziz Turan'ın (Abdülkadir Aygan) JİTEM maaş bordrosu


Aziz Turan'ın (Abdülkadir Aygan) Ordu Yardımlaşma Kurumu daimi üyelik belgesi