Cihan Aktaş: Siz sanat adına yerleşmiş bir ilişkiler ağının hegemonyasına karşılık sanatla hayatı bütün olarak gören, bir bakıma sanatı hayata, hayatı da sanata katmaya çalışan bir çabayı önemsiyorsunuz. Nasıl karşılanıyorsunuz peki? Anlaşıldığınızı, anlamlı bir şekilde eleştirildiğinizi düşünüyor musunuz?
Hakan Akçura: 20 yıldır sanat ortamındayım, yapılan röportajların haddi hesabı yok ama sanatım hakkında sadece tek eleştiri yazısı var, o da itibarsızlaştırmak için. Ama o bile bir şey...
Danışıklı olmayan, baştan şu ya da bu şekilde ücreti ödenmemiş, vaadi verilmemiş kaç yazı var ki yazılan, sanat eleştirisi olan! Birileri hep "Hakan ya, çok önemli bir yerde akıyor sanatın, senin hakkında yazmayı hep düşünüyorum," diyor, ama yazmıyor. Bunu deme ihtiyaçları niye var o halde, bilmiyorum açıkçası.
Ben sanat ortamında, şu ya da bu güç sahibinin, o güçle belirleyenin yolunda, suyunda, isteğinde, kabul görmek için yazana "anaakım yazarı" derim. Türkiye'de bu tanımın dışında kalan sanat yazarı bir elin parmaklarını geçmez. O yüzden ne özgün, ne derin, ne de yeni ve zihin açıcıdırlar. Oysa yazıları özgün, derin, nitelikli olmayan yazarlar, bağımsız yazma geleneğinin varolduğu yerlerde okunmaz, sektörün reklam yazarları olarak anılır. Ben, hakkında tonla yazı yazılan kimi sanatçıların bile, eğer kendilerini umursuyorlarsa, hakkında yazılanları özgün, derin bulduğunu sanmıyorum.
Oysa her doğru sanatçı, sanat felsefesi, kuramı, tarihi, eleştirisinde zihin açacak yeni, özgün, derin cümlelere açtır. Sanat adına diğer düşünen ve yazanların yazma saikleri ise farklıdır. Doğru sanatçı, o yazarlarda, eleştirmenlerde, en iyi anlatıcıyı, yansıtıcıyı, göstericiyi, kazan kaynatıcıyı, kafa karıştırıcıyı, can sıkıcıyı, hatta düşmanı bulmak ister. Ben Türkiye'de bunu hemen hiç bulamadım.
Sonuçta biz sanatçılar her şeye rağmen "görülmek için" bu sektöre muhtacız. Ne yaparız? Sanat ortamında çok az da olsa bulunan kimi farklı özneleri, bağımsız galerileri arar, buluruz, onlar eliyle “yollar ararız”. Ya da iletişmek istediğine aracısız ulaşmanın yeni yollarını bize veren yeni medya ve internette soluk alır, üretir, kendimizi tanıtıp duyururuz.
Geçtiğimiz günlerde Stocholm’de “Yeni fikirler, buluşlar fuarı”nda fotoğraf serginiz vardı. Başlığı çok hoş: “Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!” Sohrab Sepehri’nin şiirini çağrıştırdı bana: “Her nereye gidersem gökyüzü benimdir.” Üç mevsim boyunca çalıştığınız bakımevinin balkonundan seçtiğiniz gökyüzü kareleri… Sergiye nasıl hazırlandınız, nasıl karşılandı?
Bu serginin benim için en hoş özelliği, ilk kez, aslında sergilemeyi hedeflemeden yaptığım bir eylemin ve sonuçlarının bir sergiye dönüşmesiydi. Daha önce sözünü ettiğim son işyerim bakımevindeki sigara molalarında çıktığım balkonda, gökyüzünün panoramik fotograflarını çekme alışkanlığım vardı. Aylarca atelyeme gidecek zaman bulamadığım yoğun iş temposunda yaptığım tek “yaratıcı iş”ti bu, bana iyi geliyordu, aldığım “nefesi” genişletiyordu. O fotografların birçoğunu, çeker çekmez, sosyal ağlarda paylaştım. Fotografları balkonun ortasından, en geniş panoramaya sahip noktadan, yani hep aynı noktadan çektim.
Bu eski bir alışkanlıktı aslında: 1995'de 4. İstanbul Bienali için yaptığım “Pencere” adlı işim de evimin balkonundan beş ay boyunca aynı noktadan, değişik zaman ve ışıkta, değişik halleriyle belgelediğim bir başka evin fotograflarından üretilmişti.
Neyse... Bu gökyüzü fotografları biriktikçe hoş bir toplam oluşturdular. İşverenim, aslında mesleki gelişmelerin, yeni fikirlerin tartışılacağı bu fuarda bir sanat sergisi arzulayıp, bana fikrimi danışınca, yarı şaka, yarı ciddi bu fotograf serisinin sergilenebileceğinden bahsettim. Havada kaptı bu fikri, üretim, baskı sürecine destek verdi ve sergilendiler...
Sergi o sadece bir günlük kısa varlık süresinde, bir sanat sergisiyle karşılaşacağını hiç ummayan binlerce insan tarafından gezildi ve çok ilginç, hoş, keyif aldığım tepkilerle karşılandı. Konuşmaktan, anlatmaktan yoruldum. Mesela aslında haliyle meslektaşım da olan bir ziyaretçi şunu dedi: "Kaçımız on yıllardır her karışını ezbere bildiğimiz işyerimizdeki o balkona çıkıp da hiç görmediğimiz bir şey gibi gökyüzüne bakacağız yarın, biliyor musun Hakan?!" İyi geldi tabii...
Mutlaka bütün performanslarınızı önemsiyorsunuzdur. Bazılarını okuyucularımızla paylaşmak ister miydiniz? Fikir nasıl doğuyor, eser nasıl gerçekleşiyor, sunum hemen mümkün oluyor mu?
Bir videoperformansımdan, fikrinin doğuşundan, sürecinden daha önce bahsettim: “Günaydın.” Sunumu üç karma sergide oldu. İlki Stockholm'de. İkincisi Zagrep'te. Sonuncusu ise nihayet bu yıl boyunca sürecek bir sergide, İstanbul Adalar Müzesi'nde. İlk iki sunumumun sonuçlarından çok hoşnutum. Umarım İstanbul'da da ilgiyle karşılanır.
2006 yılında, İsveç Göçmen Dairesi'ne oturma ve çalışma izni almak için ikinci kez başvurdum. Onların görüşme davetini aylarca bekledikten, ben gibi bekleyen 10 bin kadar başka insanın da olduğunu öğrendikten sonra, bu videoperformansı yapmaya karar verdim. 50 dakikalık tek taraflı bir görüşme kaydı. Videoperformansımda Göçmen Bürosu'nun soracağını bildiğim soruları cevaplamakla kalmayıp, onların asla sormayacağı, bence çok önemli başka soruların cevaplarını da vermek, aslında İsveç'e, ülkenin göçmen politikasına, bizzat Göçmen Dairesi'ne, günlük tanıklık ve izlenimlerime dair düşüncelerimi iletmek, paylaşmak derdindeydim.
Videoperformansın kaydını Göçmen Bürosu'na yolladığım gün içeriğini kamuya da açıkladım ve diğer binlerce göçmenle paylaştığım bu ortak sorunumu medyaya taşıdım. İsveç'in en çok satan ikinci gazetesi Svenska Dagbladet'te, hemen ardından Türkiye'de Radikal gazetesinde, İsveç'te devlet TV ve radyo kanallarında geniş yer buldu. Yaptığım işin ne kadar olumlu etkisi oldu bilmiyorum, ama hem ben süresiz oturma ve çalışma izni alma, ardından vatandaşlığa kabul edilme süreçlerimi sorunsuz ve hızlı yaşantıladım, hem de genel olarak söz konusu bekleme süreleri çok kısaldı.
Bir de “Sazak’ın Dikenleri”ni konuşalım istiyordum...
2009 yılında, İzmir'in Karaburun ilçesinde yeralan, öldürülüp, sürülüp, göçe zorlanan eski sakinlerinin Yunanistan Patras'taki torunlarının 87 yıl sonra ilk kez ziyarete gelecekleri bir Rum köyünde, Sazak'ta bir performans yaptım. Bu performansı videoyla belgeledim ve yaygınlaştırdım.
Yaptığım performans şuydu: Onların ziyaret tarihinde, köyün terkedilmiş yıkıntılarının arasında, yollarında, kilisesinde büyüyen, adım atmayı zorlaştıran devedikenlerini bahçıvan makasıyla, gündoğumundan günbatımına kadar kesmek. Yapabildiğimce... Bir simgesel arınma, temizlik, hoşgeldin eylemi olarak... Bu kadar! Performansıma o günlerde misafirim olan dostum Dror Feiler de iki notası kırık eski bir yöresel klarnet ve doğaçlama müziğiyle katıldı. Dror Feiler, bir besteci, sanatçı ve Gazze'ye üçüncü seferini geçtiğimiz yıl düzenleyen İsveç “Ship to Gaza” girişiminin kurucu ve sözcüsü.
Performans belgeselim, Patras'tan gelen torunların Sazak'ın silüetiyle karşılaşmasının, iki ayrı köyde düzenlenen karşılama yemeklerinin görüntülerini, en önemlisi köyün eski sakinlerinin bulabildiğimiz fotograflarını da kapsıyor ve internet üzerinden yayınlanıyor. Karaburun Şenliği, Ankara Film Festivali, Portekiz Temps D'Images Film Festivali, Londra Distance Festivali'nde gösterildi. Her birinde, eski sakinlerin fotografları ve benim performansımın, öncesi, sırası, sonrasıyla tüm sürecini belgeleyen fotograflarla... Henüz Yunanistan'da gösteremedim, sergileyemedim. Ona yanarım.
Çok etkileyici... İnşallah Yunanistan’da da sergilersiniz. Refahiye’de çocukluğumun geçtiği ev, mübadele sırasında Yunanistan’a giden bir aileye aitti. Yıllar sonra ailenin gençleri kasabaya geldiler ve o evde yaşayan büyükleri için fotoğraflar çektiler, toprak götürdüler. Ellerini kapılarda pencerelerde gezdirerek bir geçmişi avuçlarında toparlamaya çalışıyorlardı sanki. Çok hüzünlendirmişti beni izlediklerim o yaşta, siz anlatırken o günlere gitti aklım.
"Güncel sanat” Türkiye’de çok iyi bilinmiyor, kimileri de onu sanattan saymıyor. 1960’lar Amerikası’nda Claes Oldenburg, sokağa sahip çıkan sanatı gündeme getiren sanatçılardan biri, şunları söylemiş: “Size saatin kaç olduğunu, aradığınız sokağın nerede olduğunu söyleyen sanattan yanayım. Yaşlı bayanların karşıdan karşıya geçmesine yardım eden bir sanattan yanayım.”
Güncel sanatı gündelik hayat performanslarından ayırarak “sanat” kılan nedir? Hayatın sanatlaştırılması güncel sanat yoluyla ne ölçüde olası dersiniz...
Güncel sanatı gündelik hayat performanslarından ayırıp "sanat" kılmak, yaratıcı, gerekiyorsa aynı zamanda araştırıcı, biriktirici, düzenleyici, yeniden kimlik katıcı edimlerin, eylemlerin, üretimin sadece "niyetiyle" ilintili. Bu niyetle, yani bir sanat nesnesi, edimi, etkinliği, düzenlemesi, müdahalesi hedeflenerek varedilmeleri "sanat" olarak tanımlanmaları için yeterli.
Ama elbette ki güncel sanat örnekleri içerdiği ya da içermediği özgünlük, samimiyet ve derinlikleriyle, etkileyici ya da sıradan, zamana yayılan ya da genelgeçer niteliklerde olabilir. Yani, eğer sorunuz, niteliği güçlü güncel sanatı bulmayı, ayırt etmeyı hedefliyorsa, sorularımız da değişir: Dönüştürüyor mu, dönüştürmüyor mu? Farkındalık veriyor mu, vermiyor mu? İzleyicisi ya da katılımcısıyla birlikte yeniden üretiliyor mu, üretilmiyor mu? Tek ve benzersiz mi, türev mi? Yaşamı -zihinde, algıda, bellekte ya da gerçeklikte- farklılaştırma gücüne sahip mi, değil mi?
Oldenburg'dan bu yana çok sular aktı. Bana sorarsanız, güncel sanat ortamlarının bugün en büyük zaafı, kendi içinde kolaycılığa, türevciliğe verdiği geniş yaşam olanağı. Birbirine çok benzer, birbirinin türevi, "ben yaptım oldu"cu, sığ güncel sanat örneklerinin yaygın varlığı, onların sanat ortamlarında daha önce sözünü ettiğim kirli ilişkilerin iç yasaları gereği çok rahatlıkla ve devamlılıkla yer bulabilmesi...
Söyleşimiz uzayıp gidecek galiba, aklımda daha çok soru var. Türkiye’de Fazıl Say’ın söylemleriyle tartışmaya açılan “çoban ve sanat” konusunu da konuşalım isterdim. Çobanların sanattan anlamayacağını, sanatın her zaman çok daha “yüksek” bir yerde durması gerektiğini sanatçılarımıza düşündürten nedir dersiniz?
Geleneksel sanat tarihi, her sanatçının "kendini seçkin hissetme hakkı" tarihidir de... Dada'dan bu yana akan ve sanatın, sanatçının geleneksel kibrinin burnunu sürten yüz yıllık tersine süreç ise Fazıl Say gibileri elbette hiç etkilemez. Çünkü onların kibri katmerlidir. Kemalist ırkçı beyaz türk seçkinciliğiyle, geleneksel sanatçı seçkinciliği elele, yanyana aynı ruhta, bedende varolur.
Sanatın işlev ve amaçlarından biri, alışkanlığı kırmak, yadırgatmayı sağlamak, en azından izleyenleri alımladıkları temlerle belki sarsmak da... Günümüzde güncel sanatın elbet sanatsal kuralların içinde kalarak bu işlev ve amaçları gerçekleştirebildiğine inanıyor musunuz? Daha önemlisi özellikle şaşırmaz hale gelen izleyici üzerinde etki oranını artırmak üzere kavramsal veya performans sanatları alanında devreye sokulan irkiltici çirkinlik ve teşhir edilen "yaraları" nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Günümüzde güncel sanat" derken çok geniş bir toplamdan sözetmiş oluyoruz. "Alışkanlığı kırmak, yadırgatmayı sağlamak, en azından izleyenleri alımladıkları temlerle belki sarsmak" işlev ve amacının, bu çok geniş toplamın ortak hedefi olmadığı ise kesin. Ne iyi ki böyle!
Böylesi bir işlev ve amaç, özü gereği yaratıma dudak uçuklatan, şaşırtıcı bir etki, güç ekleme çabasını, arayışını gerekli kılar. Bu etkinin ve gücün kısa erimli olacağı ve herkes ve her şey tarafından hızla eskitilip, normalleştirileceği bir zamanda yaşıyoruz oysa. Yine de sektör bu tür yaratımları hızla tanımlayıp, uygun bir biçimde kendi içinde kategorize etti, ediyor.
1997'den 2000'lerin başına kadar Londra, Berlin, Canberra ve New York'a, neredeyse dünyayı dolaşan Saatchi'nin "Sensation" isimli uluslararası sergisi tam da buydu. Marcus Harvey'in minik çocukların el izleriyle yaptığı/yaptırdığı, İngiltere'de çok sayıda çocuğu öldüren bir çocuk bakıcısı Myra Hindley'in dev portresi de ("Myra" / 1998) vardı o sergide, Tracey Emin'in iç yüzüne 1995 yılına kadar birlikte olduğu erkeklerin isimlerini yazdığı kamp çadırı da ("Everyone I Have Ever Slept With 1963 - 1995" / 1995) vardı.
Yapıldıkları dönemde yoğun tartışılan, adı üzerinde sansasyonel bu işlerin, zaman içinde sanat tarihinde nasıl konumlanacağı meçhul. Bana kalırsa, gelecekte, "güncel sanatın 1900'ların sonuna, 2000'lerin başına denk gelen derin kriz döneminde -ki Damien Hirst'ün o dönemin en ünlü ve en çok kazanan sanatçısı olmasından da anlayabileceğiniz gibi- bir çok sanatçı, derinliği, katmanlılığı çok kuşkulu sansasyonel işlerle geniş kitlelerin verili önyargılarını, toplumsal, cinsel, ahlaki, dinsel kodlarını sarsmayı seçti" deyip geçecekler.
O günlerin geleceğine, yani bu yerkürenin bizlerle birlikte bir iki yüz yıl daha döneceğine ilişkin umudum pek olmasa da, "dönse böyle denirdi" diye tahminimi söyleyebilirim nasılsa. Sıradışı bir sanat eleştirmeni olan Ben Lewis'in "Sanat tarihinin çöp tenekesi" başlıklı makalesi sürece ilişkin bakışımı özetler aslında. Size ve okurlarınıza öneririm.
Bir kenara not ediyorum hemen.
Peki, ürperten, bizde güzel duygulara yol açmayan çirkin ve tiksindirici araçsallık sanatın amacı olabilir ve sanatı var kılabilir mi…
Bazen evet, bazen hayır.
Yakınlarda, tanınmış, ötesi sadece sanat eliti olarak değil soyadının verdiği güçle aristokrat da sayılan bir İsveçli sanatçı, Carl Michael von Hausswolff, yeni sergisinde "farklı" bir resim sergiledi. Resminde, 1943 ile 1945 arası 80 bin insanın öldürüldüğü Polonya Lublin'deki Majdanek Nazi Ölüm Kampı'na 1989'da yaptığı ziyaret sırasında çaldığı kurban küllerini kullandı. Polonya'da savcılık, hakkında, insanlığın temel değerlerine saygısızlıktan ve hırsızlıktan ceza davası açtı, İsveç'teki Yahudi dernekleri sergiyi protesto etti. Sergi kapanmak zorunda kaldı ve soruşturma başlatıldı. O ise özetle, yıllarca karşısında duran ve artık onu bir şeyler yapmaya zorlayan küllerle yaptığı bu resimle soykırım kurbanlarının anılarına saygısını gösterdiğini açıkladı.
Benim gözümde, daha yıllarca benzer durumlarda örnek gösterilecek, alabildiğine kolaycı ve soykırımı anlamaktan, kurbanlarına saygı göstermekten ne anlaşılamayacağını gösteren ama yarattığı sansasyonla hedefine ulaşan bir işin altına imza attı.
Ben de örneğin "Bir eksik (İsveç ikilemi: Steril ya da değil)" başlıklı işimde bir başka insanlık suçu, İsveç'teki geçen yüzyıldaki kısırlaştırma politikası ile kağıtsız göçmenleri sağlık hizmetlerinden uzak tutan bugünün devlet politikasını birlikte hedefime aldım ve irkiltici bir sanat formu kullandım: Sabundan pastalar...
Kağıtsız göçmenlere gönüllü hizmet veren yasadışı sağlık ocaklarından topladığım kanlı, irinli çöpleri pastalardan birinin içine yerleştirip sergileyebilmem, onların izni ve desteği ile olanaklıydı benim için.
Herhangi bir sanat işinin sizler üzerinde yarattığı etki eğer sadece tiksindirmek, ürpertmekse, ötesine bir yolculuğa çıkamıyorsanız onun hakkında kuşkulanmakta haklısınız bence... Ama o yolculuğa sadece önyargılarınız ve alışkanlıklarınız, damak tadınız yüzünden çıkmayı istemiyor ve işin tiksindirici, ürpertici niteliğine bir özür olarak sarılıyorsanız, kuşkulanmanız gereken daha çok kendinizsiniz.
Her iki ülkenin de sanat faaliyetlerini yakından izliyorsunuz. Türkiye ve İsveç izleyicilerinin eser ve performanslarınıza yaklaşım ve tepkileri örneğinde bu konuda bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
Bu soru diğerinin ardından gelince, beni de mi "dudak uçuklatan, şaşırtıcı bir etki peşinde koşan" sanatçılardan biri olarak görüyorsunuz diye kuşkulandım. Umarım değildir.
Hiç olur mu? O şekilde görseydim sizinle söyleşi yapmayı istemezdim.
İyi, sevindim o zaman.
Benim "gerilla sanat işleri" dediğim ve genellikle üretildiği dönemdeki hakim verili gündeme karşı konum belirleyen işlerim yok değil. Ama onlarda bile katmanlılığı, derinliği, zamana yayılabilirliği, izleyicisi -göreni, bakanı, okuru, tüketicisi- tarafından yeniden üretilebilirliğini hep dert edindim. Umarım başarabilmişimdir.
Genel olarak ise benim yaratımımın geri dönüşleri genellikle, tam da merak ettiğim, önemsediğim biçimde, izleyicilerimin kendilerini o işimle birlikte kendilerini, kendi yaşantıları içinde yeniden konumladıkları yerden gelir. Bu bazen, benle yaratımımın bağlamını, öznesini, derdini tartıştıkları, bazen de yaratımımın onlarla birlikte eksilen ya da zenginleşen yeni niteliğini bana öğrettikleri bir etkileşimdir.
Ben aynı zamanda izleyicilerinden öğrenmek için, aslında onlara tuttuğu aynanın sonuçlarından nasiplenmek, merak gidermek için üreten bir sanatçıyım. Her gerekli nedenle, her gerekli anlamda, her biçimde "yüzleşme" o yüzden dönüp dönüp çevresinde yolaldığım ana izleğim, ana derdim belki de.
Siz eseri “yaratım” olarak adlandırmayı tercih ediyorsunuz. Müslümanlar açısından bu kullanım tartışmaya açık. “Yaratım”da, Tanrı’ya öykünmede, çok bütüncül bir iddia varken, mesela “eser” daha mütevazı.
Bu notu takiben size şu soruyu da sormak istiyordum: Müslüman dünyada güncel sanatı karşılama pratiği ve potansiyelini izleyebildiniz mi, Türkiye dışında?
Ben kendi inancımın tersine eğer bir yaratan varsa, tek yaratanın kendisi olmasını hiç istemezdi diye düşünenlerdenim. Onun milyarlarca insanda nasıl taşınabildiğini gördüğüm imgesiyle aşık atmak, onla yarışmak derdim hiç olmadı.
Hayır, Müslüman dünyada güncel sanatı karşılama pratiği ve potansiyelini izleyebilme şansım hemen hiç olmadı. Oysa güncel sanatın uluslararası platformlarına taşınan İran, Irak, Mısır ve diğer müslüman yoğun ülkelerin sanatçılarının işlerinin kendi ülkelerinde nasıl karşılandığına dair merakım hep oldu.
Mesela, uluslararası sanat ortamlarının gediklisi, yıllardır oryantal hazla işleri tüketilen kimi muhalif müslüman sanatçıların o artık hiçbiri pek de yeni olamayan işlerinden çok, Kuzey Afrika'daki ayaklanma ve isyan günlerinde gelişen sokak sanatı ilgimi çekti.
Kimi dağınık örneklerle devam etmek isterim:
Düzenlediği HEP Iran karma sergisine, şahsen gidemesem de videomla katıldığım, Sazmanab Platform'un sürekli haberlendiğim Tahran'daki ilginç sergilerinin nasıl karşılandığı da merakımdır.
Bir tek, neredeyse yalın kılıç tüm Avrupa Birliği'ne karşı oldukça ilginç bir müslüman sanatçı duruşu sergileyen arkadaşım Damir Nikšić'in Saraybosna sergilerinin geri dönüşleri hakkında bilgilenebilme olanağım oldu ve oradaki ortamın aslında İstanbul'dan pek farkı olmadığını anladım.
Saraybosna hakkında çok az fikrim var ama İran’da güncel sanatın sokaklara taştığını, metro istasyonlarında olağan bir şekilde sergilendiğini görüyorum.
Ne hoş! Tahminimin dışında bu gerçeklik... Umarım bir gün yolum düşer İran'a.
Belki sorunuzun doğrudan hedefi değil ama, Stockholm'deki sergilerimin sürekli galerisi Tegen 2'nin her yeni açılışında, gerek galerinin muhalif politik, hatta bazen bizzat aktivist sanat çizgisi, gerekse sahiplerinden Dror Feiler'in "Ship to Gaza" girişiminin öncü isimlerinden olması dolayısıyla İsveç'te yaşayan müslümanların yoğun ilgisini görmeye çok alışık olduğumuzu söyleyebilirim.
Açıkçası İsveç'te, sadece müslümanlar değil, ama içinde onlar da olmak üzere, sanat kültür seçkinlerinin o sahte, hazır cümlelerini kullanmadan güncel sanatla ya da sanatımla karşılaşıp, üzerine tartışabilen sahici insan gruplarını fazlasıyla yeğliyorum.
2010 yılında Beral Madra Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'ndayken Tophane 5 Nolu Antrepo'da açılan "Sanat Limanı" sergilerini gezerken, İstanbullu, genellikle de genç dindarların, güncel sanata, hem yoğun katılımını, hem de ilgisini görmüş, şaşırmış, çok sevinmiştim. Daha sonra, "Sanat Limanı"yla açılan bu kapının mekanla birlikte kapandığını düşünürken, geçen yıl son İstanbul yolculuğumda en bilinir güncel sanat mekanlarının en görünür ziyaretçilerinin de aynı kesimden insanlar olduğunu görünce o kapının belki de artık hiç de kolay kapanamayacağını düşündüm, sevindim.
Doğrusunu isterseniz ben de sizinle söyleşi yapmayı, sizin performanslarınızı incelerken özellikle “selam” konusundaki ısrarınız üzerine düşünmüştüm. Söyleşimizi de bu bağlamda bir soruyla bağlamak istiyorum. Sizin selamda ısrarınız... İnsanlar pekâlâ ihtiyaçları olduğu halde niye selamı sabahı kesmekte bu denli hevesliler? Ben kendimi yeniden Müslüman olarak tanıdığım ilk yıllarda, sokakta gördüğüm ve buna açık olduğunu düşündüğüm insanlara selam vermeye çalışırdım ve özellikle başörtülü olduğum için çok ters karşılıklar aldığımı hatırlıyorum. 1980'li yılların başları... Siz de Avrupa'da yeni ırkçılığın kol gezdiği ortamlara kendi selamınızı taşımaya çalışıyorsunuz. Selamı sabahı sohbeti yeniden hayata katma konusunda niyetli insan başka neler yapabilir?
Selamı yeniden hayata katmak, "nasıl bir selamı hayata katmak istediğime dair" sorunun cevabıyla birlikte tartışılıyor artık benim sanatımda.
Epey bir süredir İsveç'in, aslında tüm İskandinavya ve İzlanda'nın saklı, dile getirilmeyen, hakkında cümle kurmak gerektiğinde de dönüştürülen, söylenti kılınan gizli tarihinin kökleri üzerine çalışıyorum. Bu topraklar birkaç yüzyıl öncesine kadar, toplum tarafından artık beslenmemesi gerektiğine inanılan yaşlı, güçsüz ve engelli insanların, önce penceresiz bakımevlerine tıkıldığı, ardından özel uçurumlardan atıldığı topraklar. O zamanlardan ve başka toplumsal yaygın suçlarla da derinleşen ortak utancın, bugün günlük yaşantıda sıklıkla kullandıkları ve önemli bir bölümü yeni ırkçılıklarını da besleyen davranış, düşünüş, eyleyiş kodlarının nedeni olduğunu düşünüyorum. Bulup, biriktirip, seslendirip, uygun bir sanatsal formda karşılarına çıkaracağım o yüzlerce kodun görünür, duyulur halleriyle yüzleşmelerini sağlamak temel derdim. Aslında bu sayede, onların hangi selamlarına benim de karşı bir selamım olmadığını dışavurmuş, açıklamış olacağım.
Yaşlılar gerçekten mi özel uçurumlardan atılmış, yoksa metafor olarak mı kullandınız uçurumu… Çok korkunç bu!
Evet, gerçekten... Sadece yaşlılar değil, güçsüz ve sakatlar da. O uçurumların adı "ättestupa":
ätt = soy, aile / stup = uçurum / stupa = ansızın ya da direnerek ölmek / ättestupa = ailelerin ansızın düştükleri, atıldıkları uçurumlar.
Bu gelenek, yaşlılarını genellikle kendi başlarına ormanlara yollayan Japonya hariç bir tek İsveç ve İzlanda'da var. Resmi söylem bunun bir söylenti olduğunu, hiçbir kanıtı olmadığını söylüyor ve kelime sadece emeklilere, yaşlılara yönelik kötü devlet politikalarını haber yaparken kullanılan bir metafor olarak geçiyor.
Yaşamın ilginç bir tesadüfü olarak neredeyse üç yıldır da, dün olsa o uçurumlardan atılacak ilk kurbanlarla, hasta ve engelli yaşlılarla, onların bakımı, korunması için çalışıyor ve benle birlikte aynı işi yapan onlarca insanı izliyorum. Çok öğretici bir dönem benim için...
Böylesine bir kalkışmanın bu toprakların sadece sekiz yıldır tanığı olan bir göçmene düşmediğini, haddimi bildirerek bana öğretmek isteyecek çok kişi olacak. O yüzden kalkışmamın çok sakin, çok "içerden", yeni bir vatandaşın diğerlerini özgürleştirme çabası olarak inşa edilmesi gerekiyor. Yorucu ama her adımı kelimenin her anlamıyla yeni bir selamı çağıran bir uğraş içindeyim anlayacağınız...
Sonuçta ben yeniden hep beraber gözlerimizin içi gülerek selamlaşabilmek için, bu kez, belki hep birden yeniden atlamak gereken uçurumlar olduğunu düşünen, hala iç rahatlığı ve sevinçle selamlaştıklarımla buna yolu açmaya çalışan bir sanatçıyım.
Çok teşekkür ederim. Uzun bir söyleşi oldu ama güncel sanat hakkında ve İsveç’te Türkiyeli bir göçmen sanatçı olmak nasıldır, bu tecrübe üzerine çok şey öğrendim. Okuyucularımız da eminim aynı şekilde düşünecektir. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Sağolun. Ben de size başarılar, selamı, sıhhati bol günler diliyorum.
Hakan Akçura kimdir?
1995'de katıldığı 4. İstanbul Bienali'nden bu yana dört kişisel, İstanbul ve Stockholm başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında çok sayıda karma sergide işleri sergilenen, 2005 yılından bu yana İsveç'te yaşayan ve üreten ressam, şair, video ve performans sanatçısı, tasarımcı.