Sezin Öney
Taraf 25.02.2010
2003’te, Budapeşte’den atlayıp sık sık Belgrad’ın yolunu tutan bir arkadaşım vardı. O zamanlar Sırbistan-Karadağ olan ülkede, savaşla, Milošević yönetiminin işlediği savaş suçlarıyla hesaplaşmak gerektiğini savunan insan hakları örgütlerinin, toplumda “Batı ajanı”, “vatan haini” diye damgalandığını anlatan bir tez yazıyordu. Sırplar, kendilerini “kuşatma psikolojisi” içinde hissediyor, “bütün dünyanın kendilerine karşı bir komplo içinde olduğu” düşüncesiyle geçmişle yüzleşmeyi reddediyordu. Bugün savaş suçluları olarak uluslararası çapta haklarında arama emri olan isimler, o zaman Sırplar için “milli kahramanlar” idi. Milošević dönemine yönelik şikâyetler genelde yolsuzluk konusuna odaklıydı. O zamanlar yaşanan insan hakları ihlallerine isyan, etnik kıyımlara ilişkin bir vicdani sıkıntı duyulması pek de söz konusu değildi.
Bugün hayal etmesi güç ama o günlerde Türkiye’nin geleneksel zenofobisine rağmen, dış dünya paranoyası bu kadar tavan yapmamıştı. Öyle ki, çoğu zaman bu tezle ilgili arkadaşımla konuşurken, Sırpların durumuna acırdım.
O zamanlar, geride bıraktığım Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği yolunda emin adımlarla ilerleyen, geleceğe ümitle bakan, dinamik bir ülkeydi.
Aradan geçen yedi yıl sonucunda Sırbistan, AB yolunda son sürat ilerleyen, kendine güvenen bir ülkeye dönüştü. Türkiye ise, siyasetinden sivil toplumuna, sokaktaki insanına herkesin sürekli birbiriyle didiştiği, itiştiği, aşırı milliyetçiliğin kol gezdiği bir “Linç Cumhuriyeti”ne. (Linç Cumhuriyeti deyince, İsveç’te yaşayan sanatçı Hakan Akçura’nın 17 Ocak 2010’da Birgün’de yayımlanan ve Türkiye genelinde 1992’den beri gerçekleşen veya kalkışılan linçlerin illere göre dağılımını ve Türkiye haritasının nasıl kan kestiğini gösteren sarsıcı çalışmasını anmadan olmaz).
Salı günü Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nin Türkiye genelinden ve Diyarbakır ile çevresinden gelen sivil toplum örgütlerini buluşturduğu toplantıya katılan yerel örgütler, aslında kendi dertlerini dile getirirken barış sürecinin de ne denli ciddi biçimde sekteye uğradığını ortaya koyuyordu. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şube Sekreteri Burhan Zorooğlu’nun, “1990’lardaki konsept, farklı şekilde uygulanıyor” sözleri, maalesef, ortadaki tabloya bakılınca gayet doğru gözüküyor. İHD’nin Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey’in KCK operasyonları çerçevesinde tutuklandığını da hatırlatmak gerek.
Toplantıda, Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde gözaltına alınan, mahkûm edilen çocuklar, hapishanelerdeki kötü koşullar, tedaviye muhtaç olduğu halde gerekli bakımı alamayan mahkûmları anlatan karanlık bir resmigeçit dile getirilirken, BDP İl Başkanı Mehmet Ali Aydın’ın, ifade vermeye çağrılmışken tutuklandığını sonradan öğreniyorduk. Diyarbakır’da hemen herkeste bir karamsarlık, bıkmışlık, yorgunluk vardı.
Oysa aynı gün, güzel şeyler de oluyordu. Mesela, Vali Avni Mutlu ile sivil toplum örgütleri temsilcilerinin görüşmesinde son derece olumlu, iletişime açık bir hava vardı. Mutlu, devletin dinlemeye çalışan, çözüm bulmaktan yana yüzünü yansıtırmışçasına bir tavır içersindeydi. Keza, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in kendisini ziyarete gelen gazeteci ve sivil toplum örgütü temsilcilerine özellikle dikenlerinden arındırılmamış olarak verdiği kırmızı güllerle beraber ilettiği mesaj da yapıcıydı. Baydemir, “Bu ülkede herkesin işi zor. Hükümetin de, BDP’nin de, Genelkurmay’ın da işi zor, PKK’nin de işi zor. İşi kolay olan kimse yok. Dolayısıyla, bana göre, bu işi zor olanların tümünün, aklın yolunu vicdanın yoluyla ortaklaştırması lazım” diyordu. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi gösterilerde, polise taş attıkları iddiasıyla 13 çocuk hakkında hazırlanan iddianameyi iade etmişti.
Ancak, Diyarbakır’da genel olarak olan bitene bakınca, anlaşılan o ki, Türkiye, bazı “en”lerinden vazgeçmek istemiyor. Ocak sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açıkladığı verilere göre Türkiye, 1959 ile 2009 arasında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni “en çok ihlal eden ülke” oldu. 2009’da da, AİHM’in aleyhine “en çok karar verdiği” ülke olmayı başardı. Bu dönemde verilen toplam 1625 aleyhte hükmün 347’si Türkiye içindi. En çok ihlal edilen hak, adil yargılanma hakkıydı. Aynı şekilde, insanlık dışı ve onur kırıcı muamele konusunda da Türkiye’nin çarpıcı bir “başarısı” vardı.
Balyoz soruşturması çerçevesinde gözaltına alınan emekli ve muvazzaf askerlerin sayısının 49’a yükselmesi, ilk kez bu kadar ciddi “askerî” gözaltıların olması, Türkiye’nin İspanya ve Yunanistan’ın cuntacılardan kurtulma tarihini anımsatan bir sürece girdiğinin işareti sayılabilir. Ama, bu süreç, siyasi bir satranç oyununda kozların paylaşımından değil, insan haklarına duyarlılıktan kaynaklanmalı. Bunun için de, toptan bir şekilde, özellikle Kürt sorununa yönelik olarak, bir an önce insan hakları ihlallerini durdurmak gerekiyor.
25.2.10
22.2.10
Sanatçılardan Başbakan'a açık mektup
Sayın Başbakanımız,
Demokratik açılım hakkında görüşmek üzere bir grup müzisyenle buluştunuz. Önümüzdeki günlerde de bazı sinemacı, tiyatrocu ve yazarla buluşacağınızdan haberdarız.
Biz de, Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları dahilindeki edebiyat, müzik, tiyatro, sinema, dans, plastik sanatlar vd sanat alanlarında üretim yapan vatandaşlarız.
Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları (ÇİAÇ) hudutlarını TMK Mağduru Çocuklar'la belirlemiş farklı kesimlerden gelen insanlardan müteşekkil, kurumsal olmayan bir hak arama kampanyasıdır.
Bilginiz dahilindedir, maalesef TMK Mağduru Çocuklar'ın sayısı hızla 4 bine yaklaşıyor.
Ulusalüstü belgeler ve Türkiye'deki Çocuk Koruma Kanunu'ndaki düzenlemeler ortadayken çocuklar açısından vahim bir gelişme yaşanmış, 29.06.2006 tarih ve 5532 sayılı kanunun 8. maddesiyle 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 9. maddesi değiştirilmiştir.
Bu değişiklikle Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250/1 maddesinde belirtilen devlet güvenliğine, anayasal düzenin işleyişine, milli savunmaya, devlet sırlarına karşı suçlar söz konusu olduğunda 15 - 18 yaş arasındaki çocukların özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanmasının yolu açılmış, böylece Türkiye ulusalüstü belgelere, evrensel hukuka, toplumun çocuklara karşı sorumlu olduğu ahlaki ilkelere aykırı olarak vicdanla ve akılla bağdaşmayacak bir uygulamaya geçmiştir.
Ayrıca Yargıtay Ceza Genel Kurulu da hukuka ve adalete gölge düşürecek bir kararla, çocukların "taş atma," "zafer işareti yapma" gibi eylemlerini örgüt adına suç işlenmesi sonucu örgüt üyesi gibi cezalandırma kapsamında değerlendirmiş, hatta bu eylemlerin ayrıca örgütün propagandasını yapmak ya da polise mukavemet suçlarını oluşturduğunu kabul ederek çocukların çok ağır cezalarla karşılaşmasına neden olmuştur.
Bu çocukların çoğunun dosyasında somut delil yoktur. Ve bu çocukların büyük bölümü iyi okulların iyi öğrencileridir.
Maalesef ülkemizde pek çok sorun yaşanıyor ve gündem sürekli dolu, ancak çocukların heba olması bekletilebilecek, ertelenebilecek bir mesele değildir.
Basından bildiğimiz kadarıyla çocuklara çok düşkün bir insansınız, bu ülkenin başbakanı olarak TMK Mağduru Çocuklar sorununa da eğilmenizi ve destek vermenizi istiyoruz.
ÇİAÇ dahilindeki sanatçılar olarak sizden acil bir randevu talep ediyoruz.
ÇİAÇ içindeki farklı disiplinlerden insanlar gerek bölgede gerek akademik olarak TMK Mağduru Çocuklar'a dair birçok araştırma yaptı. Pek çok sorun saptandı ve rapor hazırlandı.
Ne ki, maalesef konu basında büyük ölçüde saptırıldı. Üstelik bu alandaki toplumsal farkındalık düzeyi çok düşük. Yaratılan nefret söylemleriyle, toplumun bazı kesimleri bu çocukları tehlikeli yaratıklar olarak görebiliyor.
Bugün TMK Mağduru Çocuklar'ın % 95'i Kürt çocuklarıdır ancak mevcut kanuni düzenleme durdukça ülkenin tüm çocukları potansiyel birer TMK Mağduru çocuktur.
Daha önce Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül ile yaptığımız görüşmede de bu meselenin önemini, yasal düzenlemenin gerekliliğini ama bunun tek başına yeterli olmayacağını, bu konuda ülkede geniş çaplı bir rehabilitasyon çalışması yapılması gerektiğini uzun uzun konuştuk.
Acilen çözümlenmesi gereken bu mesele hakkında sizinle buluşup fikir teatisinde bulunmak, TMK Mağduru Çocuklar'ı size bizzat anlatmak ve raporlarımızı dikkatinize sunmak istiyoruz.
Biz ÇİAÇ dahilindeki sanatçılar olarak sizden acil bir randevu talep ediyoruz.
*Bu metin Ümit Kardaş'ın hukuk danışmanlığında Mehmet Atak tarafından tasarlanmış ve yazar Yaprak Zihnioğlu tarafından kaleme alınmıştır.
Alfabetik Sanatçı İsim Listesi
A. Hicri İzgören, Açelya Akkoyun, Adil Okay, Adnan Binyazar, Adnan Özyalçıner, Ahmet Boyacıoğlu, Ahmet Cemal, Ahmet Nesin, Ahmet Mümtaz Taylan, Ahmet Ümit, Akasya Aslıtürkmen, Akgün Akova, Akif Kurtuluş, Ali Kocatepe, Ali Düşenkalkar, Ali Öz, Ali Poyrazoğlu, Ali Tarık Hatipoğlu, Alican Yücesoy, Altan Erkekli, Arda Uskan, Aret Gıcır, Arif İsmet Yılmaz, Arzu Başaran, Aslı Erdoğan, Aslı İçözü, Aslı Öngören, Asuman Çakır, Asuman Dabak, Ayça Damgacı, Ayça Şen, Ayla Algan, Atilla Özdemiroğlu, Ayda Aksel, Aydan Çelik, Aydın Bağardı, Aydın Orak, Aydın Sayman, Aydın Sevinç, Ayşe Akdeniz, Ayşe Hür, Ayşe Kalyoncu, Ayşe Karaköse, Ayşe Kilimci, Ayşe Lebriz, Ayşe Önal, Ayşe Yamaç, Ayşe Yıldırım, Ayşegül Devecioğlu, Ayşegül Güryüksel, Ayşegül İyidoğan, Ayşegül Sönmez, Ayşegül Ünsal, Ayşen Candaş, Ayşenil Şamlıoğlu, Ayşenur Kolivar, Ayten Uncuoğlu, Balım Kenter, Balkan Naci İslimyeli, Banu Fotocan, Bayram Balcı, Barış Pirhasan, Bedirhan Toprak, Behçet Çelik, Behiç Ak, Bejan Matur, Belgin Oral, Bennu Yıldırımlar, Berfin Zenderlioğlu, Beyza Gümüş, Bilal Kayabay, Bilge Contepe, Bilgin Adalı, Bora Ayanoğlu, Buket Uzuner, Burçin Oraloğlu, Bülent Başpınar, Bülent Erkmen, Can Dündar, Cem Sancar, Cem Selcen, Ceyda Düvenci, Cezmi Ersöz, Cihan Aktaş, Civan Canova, Cuma Boynukara, Cüneyd Özmen, Cüneyt Çalışkur, Cüneyt Yalaz, Çağlar Yigitoğullları, Çiğdem Gündeş, Deniz Atamtürk, Deniz Türkali, Derya Alabora, Derya Baykal, Didem Şahin, Doğan Durgun, Ece Gözmen, Edip Saner, Elif Şafak, Emine Uçak, Emre Kınay, Emre Koyuncuoğlu, Engin Yağmurdereli, Enver Ercan, Enver Sezgin, Erdağ Aksel, Erden Alkan, Erendiz Atasü, Erol Babaoğlu, Ersan Uğur Gör, Ertan Aydın, Esmeray, Esra Bezen Bilgin, Esra Çiftçi, Evin İlyasoğlu, Evrim Alataş, Evrim Altuğ, Ezel Akay, Faiz Cebiroğlu, Fatih Coşkun, Fatih Özgüven, Fatma Karanfil, Fatoş Sezer Ulusoy, Feride Çiçekoğlu, Ferhat Özgür, Ferhat Tunç, Ferhat Uludere, Feridun Andaç, Fethiye Çetin, Feyza Hepçilingirler, Feza Tansuğ, Fırat Tanış, Filiz Ali, Filiz Kutlar, Firuz Kutal, Füsun Önal, Gamze Bozo, Gonca Karapınar, Gökçe Tuncer, Gökhan Akçura, Gökhan Küçük, Gülçiçek Günel Tekin, Güler Kazmacı, Güler Yüksel İnce, Gülin Tokat, Gülsüm Cengiz, Gülsüm Soydan, Gülsün Karamustafa, Gülten Kaya, Gülüm Baltacıgil, Gülüm Dağlı, Hakan Akçura, Hakan Gürel, Halil Ergün, Halil İbrahim Özcan, Halime Kökçe, Haluk Bilginer, Haluk Ünal, Handan Börtücene, Handan Ergiydiren, Handan Öztürk, Hande Demircioğlu, Harun Tekin, Hasan Kıyafet, Hasret Birsel, Hatice Meryem, Haydar Ergülen, Hikmet Akçiçek, Hulki Aktunç, Hülya Aktaş, Hülya Karakaş, Hülya Tuncağ, Hümeyra Akbay, Hüseyin Avni Danyal, Hüseyin Karabey, Hüseyin Karaca, Hüseyin Sorgun, Işık Yenersu, Işıl Yücesoy, İdil Fırat, İhsan Kaçar, İlhami Algör, İlkay Akaya, İlyas Odman, İnan Gündoğdu, İnci Aral, İnci Eviner, İnsel İnal, İskender Savaşır, İsmail Yıldız, İpek Çalışlar, Jaklin Çelik, Julide Kural, Kaan Arslanoğlu, Kadim Laçin, Karin Karakaşlı, Kawa Nemir, Kayuş Çelikman, Kemal Sayar, Kemal Yiğitcan, Kemalettin Bal, Kenan Işık, Kerem Görsev, Kerem Kabadayı, Kerem Kurdoğlu, Kezban Arca Batıbeki, Kutluğ Ataman, Laçin Ceylan, Lale Mansur, Latife Tekin, Lemi Bilgin, Levent Soy, Levent Ülgen, Leyla İpekçi, Macit Koper, Mahir Günşiray, Mario Levi, Mazlum Çimen, Mehmet Açar, Mehmet Atak, Mehmet Çağlarer, Mehmet Ergen, Mehmet Esatoğlu, Mehmet Güler, Mehmet Güreli, Mehmet Murat Somer, Mehmet Sander, Mehmet Teoman, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Mehtap Bayrı, Melek Özman, Melisa Gürpınar, Meltem Ahıska, Memet Ali Alabora, Meral Okay, Mercan Erzincan, Mete Sakpınar, Metin Cengiz, Metin Yoksu, Mıgırdıç Margosyan, Mihran Tomasyan, Mine Söğüt, Mine Vargı, Miraz Bezar, Mirza Metin, Murat Batgı, Murat Daltaban, Murat Garipağaoğlu, Murat Gülsoy, Murat Morova, Murat Uyurkulak, Murathan Mungan, Musa Uzunlar, Mustafa Alabora, Mustafa Altıoklar, Mustafa Kaplan, Mustafa Köz, Müge İplikçi, Müslim Çelik, Naim Dilmener, Nalan Barbarosoğlu, Naz Erayda, Nazan İpşiroğlu, Nazlı Eray, Necati Abay, Nedim Saban, Nermin Bezmen, Neslihan Acu, Neslihan Yargıcı, Neşe Doğan Yüksel, Neşe Yaşin, Nevin Cangur, Nihal G. Koldaş, Nihal Gündüz, Nihat Behram, Nihat Ziyalan, Nilay Yılmaz, Nilgün Yurdalan, Nilüfer Açıkalın, Nilüfer Akbal, Nişan Şirinyan, Nur Sürer, Nurinisa Yıldırım, Nursel Duruel, Nurullah Can, Oğuzhan Akay, Oğuzhan Tercan, Ohannes Şaşkal, Okay Temiz, Olgun Şimşek, Onur Caymaz, Orhan Aydın, Orhan Kurtuldu, Orhan Miroğlu, Oruç Aruoba, Osman Şahin, Oya Baydar, Oya Coşkun, Ömer Erdem, Ömer Madra, Ömer Tuncer, Önder Çakar, Öner Erkan, Övül Avkıran, Özcan Yaman, Özdemir Nutku, Özen Yula, Özgün Bulut, Pakrat Estukyan, Pelin Batu, Pelin Durtaş, Pelin Esmer, Pınar Kür, Pınar Tümer, Ragıp İncesağır, Ragıp Savaş, Ragıp Zarakoğlu, Refik Durbaş, Reha Erdem, Reha Özcan, Reha Ruhavioğlu, Recep Yener, Reis Çelik, Roni Margulies, Ruhi Sarı, Sadık Yalsızuçanlar, Sanem Öge, Sedat Kalkavan, Sedef Ecer, Selahattin Özpalabıyıklar, Selim Demirdelen, Selim Selçuk, Sema Kaygusuz, Semih Gümüş, Semih Kaplanoğlu, Sennur Sezer, Seray Gözler, Serdar Orçin, Serhan Erözçelik, Serkan Dizman, Serpil Odabaşı, Serra Yılmaz, Sevin Okyay, Sevinç Altan, Sevinç Yalçın, Seza Paker, Sezai Sarıoğlu, Sibel Eraslan, Sibel Köse, Sina Akyol, Sumru Yavrucuk, Suna Selen, Süleyman Bulut, Şahnaz Çakıralp, Şanar Yurdatapan, Şaziye Dağyapan, Şebnem Köstem, Şehmuz Ay, Şerif Sezer, Şeyhmus Diken, Şule Albayrakoğlu, Şule Ateş, Şükriye Tutkun, Tacim Çiçek, Taha Feyizli, Tahsin Yücel, Takuhi Tovmasyan, Tamer Levent, Tarık Günersel, Tayfun Pirselimoğlu, Tekin Gönenç, Tevfik Taş, Tilbe Saran, Tuna Erdem Baykal, Tuncer Cücenoğlu, Turgay Tanülkü, Tülin Altılar, Tülin Özen, Uğur Polat, Uğur Yücel, Ulaş Özdemir, Uluç Esen, Ulvi Alacakaptan, Umur Hozatlı, Uskan Çelebi, Uygar Şirin, Ülker Uncu, Ülkü Ayvaz, Ümit Ilgin Yiğit, Ümmühan Atak, Vahap Kaya, Vedat Turkali, Vecdi Sayar, Vedat Yıldırım, Vivet Kanetti, Yağmur Atsız, Yaprak Zihnioğlu, Yasemin Göksu, Yavuz Pekmen, Yeşim Büber, Yeşim Dorman, Yeşim Koçak, Yeşim Özsoy Gülan, Yeşim Ustaoğlu, Yıldıray Şahinler, Yıldız Ramazanoğlu, Yılmaz Demiral, Yiğit Bener, Yiğit Özşener, Yusuf Çetin, Yusuf Eradam, Zaven Çiğdemoğlu, Zehra İpşiroğlu, Zekeriya Can, Zeki Coşkun, Zeynep Aliye, Zeynep Erkekli, Zeynep Oral, Zuhal Gencer
12.2.10
Penguen'in yaptığı ve -ne yazık ki- asla yapmayacağı kapak
Ertuğrul Özkök’ün alkışladığı ‘muhalif’ mizah (Alper Görmüş - Taraf - 25.12.2009)
“Devlet”in alkışladığı “iktidar karşıtı” mizah... (Alper Görmüş - Taraf - 14.11.2008 - Uzun ve ilk versiyon)
“Devlet”in alkışladığı “iktidar karşıtı” mizah... (Alper Görmüş - Taraf - 14.11.2008 - Uzun ve ilk versiyon)
10.2.10
Yargıtay neden mi Pınar'a düşman?
Pınar Selek için müebbet istendi
Saflık ve dürüstlük - Yıldırım Türker
Yine Yargılanacak Pınar Selek'e 200 Aydından Destek
Pınar Selek sitesi
Pınar Selek'in 17 Mayıs 2006 tarihli 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdiği Savunması:
Hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum.
Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.
Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. Bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. Sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim.
14 Nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, Flaubert’in “Sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “Birçok hayatın içine girmek istiyorum. Yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen Baurdieu’ye gönderme yapmıştım. İşte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım.
Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.
Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi.
Toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. İlk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.
Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.
Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”
Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
Beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. Dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. Sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. Ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. O kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. Ben de dalmadım. İlk mahkemede "Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. Mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım.
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omuzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saflık ve dürüstlük - Yıldırım Türker
Yine Yargılanacak Pınar Selek'e 200 Aydından Destek
Pınar Selek sitesi
Pınar Selek'in 17 Mayıs 2006 tarihli 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdiği Savunması:
Hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum.
Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.
Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. Bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. Sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim.
14 Nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, Flaubert’in “Sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “Birçok hayatın içine girmek istiyorum. Yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen Baurdieu’ye gönderme yapmıştım. İşte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım.
Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.
Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi.
Toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. İlk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.
Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.
Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”
Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
Beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. Dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. Sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. Ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. O kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. Ben de dalmadım. İlk mahkemede "Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. Mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım.
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omuzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saygılarımla...
Pınar Selek
5.2.10
Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?
Birgün gazetesindeki serüvenimin son eksik halkası olan "Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?", Richard Hamilton'ın pop art'ı başlattığı kabul edilen efsane kolajının bir türevi...
Richard Hamilton, "Just What Is It That Makes Today's Homes So Different, So Appealing?"i (Günümüz evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?) 1956 yılında Londra'da Whitechapel Sanat Galerisi'nde açılan "This is tomorrow" (Bugün yarındır) başlıklı serginin kataloğu için yarattı. Özgün boyutları 26 x 24,8 cm. olan kolaj, serginin posterinde de kullanıldı. O günden bu yana birçok sanatçı tarafından türevleri üretildi.
Birgün gazetesine Baykuş'un bu cumartesi gününe tarihlenecek işi olarak yolladığım "Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?", geçen gün yayınladığım "Al bayrak" ile benzer gerekçelerle reddedildi ve yollarımız ayrıldı.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın imzasıyla bugün 28 Şubat tarihe gömüldü.
Üretimini 3 Şubat 2009 sabahı bitirdiğim "Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?"i, EMASYA protokolünün kaldırılması nedeniyle, daha önce karar verdiğim gibi sözkonusu cumartesi değil, bugün yayınlıyorum.
Richard Hamilton'a saygı ve ülkem demokrasi mücadelesine selamımla...
Richard Hamilton, "Just What Is It That Makes Today's Homes So Different, So Appealing?"i (Günümüz evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?) 1956 yılında Londra'da Whitechapel Sanat Galerisi'nde açılan "This is tomorrow" (Bugün yarındır) başlıklı serginin kataloğu için yarattı. Özgün boyutları 26 x 24,8 cm. olan kolaj, serginin posterinde de kullanıldı. O günden bu yana birçok sanatçı tarafından türevleri üretildi.
Birgün gazetesine Baykuş'un bu cumartesi gününe tarihlenecek işi olarak yolladığım "Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?", geçen gün yayınladığım "Al bayrak" ile benzer gerekçelerle reddedildi ve yollarımız ayrıldı.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın imzasıyla bugün 28 Şubat tarihe gömüldü.
Üretimini 3 Şubat 2009 sabahı bitirdiğim "Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?"i, EMASYA protokolünün kaldırılması nedeniyle, daha önce karar verdiğim gibi sözkonusu cumartesi değil, bugün yayınlıyorum.
Richard Hamilton'a saygı ve ülkem demokrasi mücadelesine selamımla...
Labels:
28 şubat,
atatürk,
bedri baykam,
canan arıkan,
chp,
demokrasi,
emasya,
kemalizm,
milliyetçilik,
ordu,
sincan,
tsk,
türkan saylan,
uğur dündar
3.2.10
"Al bayrak" ya da Birgün'le yollarımızın ayrılması üzerine
"Al bayrak", Birgün'ün, kültür sayfa editörü Ali Şimşek eliyle "dava açılması da dahil olmak üzere bazı riskler taşıdığı", "zaten para sıkıntıları içindeyken.. durup dururken ceza yeme saflığına düşmemek için" yayınlamayacaklarını ilettikleri, yerine başka bir çalışmamı talep ettikleri, geçen hafta cumartesi gününe tarihlenmiş sıradaki Baykuş işimdi. Cumartesi gününden bu yana neden yayınlanmadığını öğrenmeye çalıştığım bu çalışmama dair reddi ve yeni iş talebini dün öğrendim.
Yayın-yaratım çizgimde yoksayamayacağım, eksik kalmaması gereken bir iş olduğu için ve aynı zamanda dost bildiğim çevrelerde yaşantıladığımız otosansürleri "kol kırılır yen içinde kalır" diyerek gizli kılmayı hiçbir zaman doğru bulmadığım için, hem "Al bayrak"ı burada yayınlamayı, hem de bu gelişmelere dair izleyenlerimi bilgilendirmeyi seçtim ve bu kararımı dün gazeteye ilettim.
Bugün, uygulamanın bir otosansür olduğunu düşünsem, onları eleştirsem de yine de Birgün'le çalışmaya devam etme istekliliğimi sürdürdüğümü de iletip yeni işimi gönderdiğimde ise, onun hakkında da benzer gerekçeyle "yayınlanamayacağı" bilgisi geldi. Artık onlar açısından da, benim açımdan da, birlikte çalışmanın olanaklı olmadığı ortadaydı. Bu da iletildi. Bence -ne yazık ki- bizim için en iyisi de bu ortak karar oldu.
Baykuş'un Birgün'deki serüveni, ancak iki işimi, "Az kaldı" (Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası) ve Hrant: Üç çift gözbebeği'ni yayınlamamı sağlayacak kadarmış.
Yukarda değindiğim, Birgün'ün ikinci reddine konu olan yeni işimi, önümüzdeki günlerde yine Open Flux'ta yayınlayacağım.
Yenileme:
Birgün'ün ikinci reddine konu olan yeni işimi yayınlayınca buraya da linkini eklemem doğru diye düşündüm:
"Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?"
Yayın-yaratım çizgimde yoksayamayacağım, eksik kalmaması gereken bir iş olduğu için ve aynı zamanda dost bildiğim çevrelerde yaşantıladığımız otosansürleri "kol kırılır yen içinde kalır" diyerek gizli kılmayı hiçbir zaman doğru bulmadığım için, hem "Al bayrak"ı burada yayınlamayı, hem de bu gelişmelere dair izleyenlerimi bilgilendirmeyi seçtim ve bu kararımı dün gazeteye ilettim.
Bugün, uygulamanın bir otosansür olduğunu düşünsem, onları eleştirsem de yine de Birgün'le çalışmaya devam etme istekliliğimi sürdürdüğümü de iletip yeni işimi gönderdiğimde ise, onun hakkında da benzer gerekçeyle "yayınlanamayacağı" bilgisi geldi. Artık onlar açısından da, benim açımdan da, birlikte çalışmanın olanaklı olmadığı ortadaydı. Bu da iletildi. Bence -ne yazık ki- bizim için en iyisi de bu ortak karar oldu.
Baykuş'un Birgün'deki serüveni, ancak iki işimi, "Az kaldı" (Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası) ve Hrant: Üç çift gözbebeği'ni yayınlamamı sağlayacak kadarmış.
Yukarda değindiğim, Birgün'ün ikinci reddine konu olan yeni işimi, önümüzdeki günlerde yine Open Flux'ta yayınlayacağım.
Yenileme:
Birgün'ün ikinci reddine konu olan yeni işimi yayınlayınca buraya da linkini eklemem doğru diye düşündüm:
"Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?"
Labels:
barış,
birgün gazetesi,
milliyetçilik,
otosansür,
pkk,
savaş,
şehit,
tsk,
türk bayrağı
Subscribe to:
Posts (Atom)