BİR KAÇIŞ HİKAYESİ
FİRARİ ESKİ JİTEMCİ
Üç farklı hayat yaşadı. İlkinde PKK’lı, ikincisinde JİTEM görevlisiydi. Bugünlerde üçüncü hayatını yaşıyor, bu kez İsveç’te gizli polisin korumasında. Abdülkadir Aygan, çocuklarının geçimi için hafta sonları mesaiye kalıyor. Peki, o bir cani mi, yoksa şiddet ikliminin kurbanlarından biri mi? Yanıt, ‘video performans sanatçısı’ Hakan Akçura’nın belgeselinde…
H. Hüseyin TahmazEnis Tayman
Adı Abdülkadir Aygan. İsveç’te yaşıyor. Beş çocuğu, onu seven eşi, gidip geldiği de bir işi var. Beş çocuğunun geçimi için hafta sonları mesaiye bile kalıyor. Yani dışarıdan bakınca normal biri gibi görünüyor. Oysa cinayetler işledi, canlar yaktı; sonra pişman oldu. İtiraf etti. Yetmedi, Cem Ersever’in telkiniyle Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde kurulu istihbarat örgütü JİTEM’e çalışmaya başladı. ‘657’ye tabi devlet memuru’ Aygan, JİTEM içinde çok sayıda operasyona katıldı. Vedat Aydın’ın cenazesinde kalabalığı silahla taramaktan Musa Anter cinayetine kadar, içinde bulunduğu ekibin yapmadığı iş kalmadı. Susurluk sonrası geri plana itildi. Silah taşımasına izin verilmedi. Yurtdışına kaçtı.
Aygan’ın öyküsü ana hatlarıyla buraya kadar biliniyor. Biliniyor; ama nedense Türkiye’de kimse bu itirafların peşine düşüp yeni Susurluklar ortaya çıkarmaya bir türlü yanaşmıyor. Aygan’sa hem PKK’lı hem JİTEM’ci olarak ileri sürdüğü ve hakikaten demokratik bir ülkede yeri yerinden oynatacak itiraflarının gölgesinde yaşıyor. Gerçi o da Türkiye'nin bugünkü durumunda bir şeyin değişeceğine inanmıyor. Ama soran olursa, ”Bazı insanlara ders olsun diye, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye” cevabını veriyor.
Son olarak ‘video performans sanatçısı’ Hakan Akçura ile yaptığı belgesel söyleşi de yine aynı amacı taşıyor. Akçura’nın üç buçuk saati bulan belgeselinde, üç ayrı hayat yaşayan Abdülkadir Aygan, bu üç farklı haliyle ayrı ayrı kameraya konuşuyor. Üç ayrı gömlek ile üç ayrı yöne bakarak gerçekleştirilen söyleşide Aygan, kendisine sorulan sorulara, yaşadığı dönemin penceresinden yanıtlar veriyor.
GERÇEKLER BİLİNSİN!
Peki, Akçura böyle bir belgeseli niye hazırladı? Cevap şöyle; “Beklentim, videonun isminde, o isme beden veren Kadir’in sözlerinde: “Gerçekler bilinsin yeter!” Bu kadar! Bilindi mi, o gerçeğin bilgisi ile bu ‘değişemezliği dayatılan verili durum’ ve hayat değişecektir. Bundan eminim.”Akçura’nın belgesele karar veriş biçimi de hayli ilginç. Gazete haberlerinden gördüğü Aygan’ın hayat öyküsünü üç farklı kimliğiyle görüntülemek isteyen Akçura, uzun uğraşlardan sonra amacına ulaşmış. Akçura, belgeselin bu haliyle Türkiye’de açık kanallarda izlenmesinin zor olacağını biliyor. Bu yüzden üç buçuk saati bulan videoyu, http://open-flux.blogspot.com adresinden herkesin izlemesine olanak sağlıyor. Kendi ifadesine göre belgesel bir haftada iki bin kişi tarafından indirilmiş durumda.
Belgesel izlendikçe görülüyor ki her bir kimliği ile ayrı ayrı birçok kez gazete manşetlerine geçen Abdulkadir Aygan, aslında tüm bu kimliklerinin parçalayıp öğüttüğü bir yaşam öyküsünün kahramanı. O ne bir PKK’lı, ne bir itirafçı, ne de eski bir JİTEM’ci. Tüm bu kimliklerin, büyük baskın kuvvetlerin, tek bir insanı katmer katmer aşan bir şiddet ikliminin ‘hiçleştirdiği’ yaşamlardan sadece birinin öznesi Abdülkadir Aygan. Muhtemelen kendisinden sonra gelenler için de unutulmaz bir örnek.
Hakan Akçura’nın blog sitesi: http://open-flux.blogspot.com/
Videonun linki: http://openflux.blip.tv/file/1013673/“Türkiye'de kalıp JİTEM'i deşifre edecek kadar deli değilim”
1977’de ’Apocu’ olan, Kıbrıs’ta askerlik yaparken firar edip Rum Kesimi’ne, oradan Almanya’ya giden, Apo’nun çağrısıyla Şam’a gidip PKK’ya katılan, oradan Kuzey Irak’taki kampların lojistiğiyle ilgilenen Abdulkadir Aygan, 1985’te sınırdan Türkiye’ye girip bir köy baskınına katılmadan önce, güvenlik kuvvetlerine teslim oluyor. Sonra itirafçı, 1990’ın sonlarında da JİTEM’ci. İsveç gizli polisi SAPO’nun korumasında yaşayan Abdülkadir Aygan’ı, Tempo Dergisi’yle röportaj yapmaya ikna etmek zor oldu. Aygan, araya giren Hakan Akçura sayesinde sorularımızın bazılarına yanıt vermeyi kabul etti.
İtirafçılar neden JİTEM'e katılıyordu? Cem Ersever’den sonra bir değişiklik oldu mu?
JITEM'in itirafçılara ihtiyacı vardı, itirafçıların da korunmaya. JITEM’de görev yapan itirafçı sayısı bir düzineyi geçmez. Ersever itirafçıların değerini biliyordu. Onlara 'eski terörist' muamelesi yapmıyordu. Ondan sonra, diğer komutanlar itirafçılara pek güvenmezlerdi. Ancak işleri düştüğü zaman 'kullanma' amacıyla yaklaşırlardı.
Burdur'a tayin edilip JİTEM'den tasfiye edilmeniz, kişisel bir tasfiye miydi? Eğer öyleyse, neden sizi ekipten uzaklaştırdılar? Yoksa JİTEM mi tasfiye edildi?
Kendi isteğimle Diyarbakır’dan başka bir ile tayin olmak istemiştim. Uzun süre çeşitli bahanelerle bu isteğim yerine getirilmedi. Ancak 1998’de Abdulhekim Güven isimli itirafçıyı silahla yaralamam ve TİM komutanı Yüzbaşı Zahit Engin ile ters düşmemden dolayı Burdur'a tayinimin öngörüldüğü kanaatindeyim. Diyarbakır'da bana ihtiyaçları kalmamıştı galiba. Susurluk olayından sonra JITEM' i perdeleme, geçici olarak sadece asli istihbarat faaliyeti yürütme görevi gündeme gelmişti. JITEM’in bağlı olduğu 'psikolojik harekat birimi' kuruldu. Tayin edilmemin temelinde hem şahsi karar hem de bahsettiğim etkenler etkili olmuştu.
Sizin gibiler için Türkiye’de bir koruma programı yok mu?
Devletin 'tanık koruma' veya itirafçıları koruma kanunu vardır. Fakat sadece kağıt üzerinde vardır. Pratikte böyle bir uygulama yoktur.
Tasfiye edildikten sonra yurt dışına gittiniz. Türkiye'de de bir şekilde güvenliğinizin sağlanması söz konusuyken, neden JİTEM hakkında itiraflar yapmayı seçtiniz?
Yurtdışına şahsi çabanla çıkmak zordur. Hele de beş çocuklu bir aile reisi iseniz bu daha da zorlaşır. Ancak maddi durumu iyi olanlar bu işi bir şekilde halledebilirler. Türkiye'de kalıp JITEM veya başka bir yasadışı faaliyeti deşifre etmek intiharla eşdeğerdedir. Hepimiz Ahmet Cem Ersever ve arkadaşlarının akıbetini gördük. Türkiye'de kalsaydım ben de bir faili meçhule kurban giderdim. Çocuklarım sokakta kalırdı. Türkiye'de kalıp JİTEM'i deşifre edecek kadar deli değilim.
Belgeselde görülüyor ki, her durumda kendinizi haklı hissediyorsunuz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Hiç kimse, ”Benim ayranım ekşidir ”demez. Elbette benim de her insan gibi kusurlarım ve yanlışlarım vardır. ”Attığım her adımda, aldığım her kararda haklıydım veya doğru yaptım” demiyorum. Fakat içerisinde bulunduğun manevi ve maddi şartlar seni bir işe zorluyorsa, senin de başka alternatifin yoksa, o işi yapmak zorundasın. Ve o işi kendi iç mantığında haklı gerekçelere dayandırmazsan kahrolur veya delirirsin. Her dönemde attığım her adımın haklı gerekçelerini buldum. Kendi vicdani muhasebemle PKK'ya girişim, sonra JİTEM’de görev almam ve daha sonraki safhaların bence haklı gerekçeleri vardı. Eğer bu böyle olmasaydı her halde şimdi tımarhanede olmam gerekirdi.
Hayatınızı güvenceye almak için çok önemli savrulmaları yaşadığınız görülüyor. Acaba bu durum sizde yerleşik bir hale geldi mi? Mesela İsveç devleti size dese ki, “Burada yaşamak istiyorsan bize çalışacaksın”, bunu kabul eder misiniz?
Her normal canlının kendini dış tehlike ve tehditlere karşı koruma içgüdüsü vardır. Bir ormanda gezerken dahi gözünüze çöp batmasına müsaade eder misiniz? Olayı sadece şahsi koruma veya can güvenliğini güvenceye almak olarak ele almak yanlıştır benim açımdan. Beş çocuk babasıyım ve onları yetiştirmekle görevliyim. Başıma bir kötülük gelmesi halinde onların hayatı kararacaktı. Bu düşünceyle hareket etmeyi insani görüyorum. İsveç Devleti bir hukuk devletidir. Burada insan hak ve hukuku, demokrasi vardır. Sadece burada kalmak için değil, burada yaşamasam da böyle bir devleti korumak insani bir görevdir. Kaldı ki, benim gibilerine ihtiyacı yoktur. Her İsveç vatandaşı ülkesini korumak ve kollamak ister. Bir iş teklifi yasadışı değilse insan neden o teklifi geri çevirsin ki?
İlerde çocuklarınız büyüdüğünde ve size geçmişinizi sorduklarında ya da bunu bir yerlerden öğrendiklerinde, yaşadıklarınızı izah etmekte zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?
Ailemin fertleri hayatımı biliyorlar ve beni seviyorlar. Sevilmediğimi hissettiğim an, alır başımı giderim. Hakan Bey’in çektiği videoyu onlar da izlediler. Sadece ikide bir kazağımın kolunu çekiştirmemi eleştirdiler. Bir de çekim esnasında sigara içmemi yadırgadılar. Ailemin bir ferdine veya başka bir insana kendimle ilgili hiçbir ayrıntıyı açıklamakta zorlanacağımı düşünmüyorum.
Yıllardır itiraflarınız yayınlanıyor ve çok önemli değişiklikler olmuyor Türkiye'de. İtiraflarınızın bir gün bir şeyleri değiştireceğini umut ediyor musunuz?
Türkiye'nin bugünkü durumunda bir şeyin değişeceğine inanmıyorum. Fakat bazı insanlara ders olsun, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye açıklamalarda bulundum.Geleceğin nasıl olacağını kestirmek zor. Omzu apoletlilerin siyaseti, medyayı, ekonomiyi ve hayatın her alanını zaptu rapt altına aldığı bir ülkede fazla iyimser olunamaz.
İleride, başka itiraflarınızı duymak mümkün olacak mı?
Herkes halen bir şeyler sakladığımı sanıyor galiba. Böyle davranmam için hiç bir gerekçem yok. Ancak, insan karşısındakinin sorusuna göre cevap verir. Şimdiye kadar sorulmayan soru kaldıysa, bu sorular bana yöneltilirse tabii ki bilgim ve gücüm dâhilinde cevap veririm.
Sizce Kürt gençleri PKK'ya katılmaya neden devam ediyorlar?
Türkiye' de bugünkü zihniyet ve uygulamalar devam ettikçe buna tepki olarak PKK' ya katılımlar devam edecektir. PKK olmasa bile başka bir muhalefet bu görevi üstlenecektir.
Benimle yapılan röportajın kısaltılmamış hali:H. Hüseyin Tahmaz: Kadir'in İsveç'te yaşadığını nasıl öğrendin? Onunla bir video kaydı yapmaya nasıl karar verdin? Daha doğrusu, onunla 'bir şeyler' yapmaya nasıl karar verdin?
Hakan Akçura: Abdülkadir Aygan’ın ismini İlk kez Radikal’in “Acı bir Susurluk öyküsü” başlıklı 3 Şubat 2005 tarihli haberinde okudum. Çok uzun süre, bu isimden çok o haberin fotoğrafını taşıdım görsel belleğimde. Habere göre, bir eski JİTEM üyesinin (Aygan) itiraf ve yer göstermesi ile 10 Haziran 1994’ten beri kayıp olan Murat Aslan’ın kemikleri, gömüldüğü yerde bulunmuştu ve haber, kafatasının arkasındaki kurşun deliğiyle kuru toprağın içine yüzüstü gömülmüş bir iskeletin, ona ”bakan”ın sadece ucu gözüken siyah ayakkabısıyla birlikte yeraldığı bir fotoğrafla yayınlanmıştı. O imgenin izi retinamda hep kaldı. Ardından aylar boyunca Abdülkadir Aygan’ın itiraflarına birkaç kez daha rastladım, ama birçoğumuzda varolduğuna inandığım bir tür savunma refleksiyle, resmin bütününü görme, acıyı ve çaresizliği içimde yayma, yani Aygan'ın itiraflarını okuma çabasından kendimi alıkoydum.
Sonra Hürriyet’in Abdülkadir Aygan ile Musa Anter’in kızı Rahşan Anter’i karşı karşıya getirdiği buluşmanın haberi çıktı karşıma. O haberin her satırını defalarca okudum ve her fotoğrafına defalarca baktım. Öne eğilmiş, saygılı anlatan Aygan, ona geriden eli boğazında dehşetle bakan Anter ve o başlık: ”Babamın katiliyle buluşmaya nasıl karar verdim”. Haberin içeriğinden çok, sunuluş biçiminde midemi bulandıran bir tat vardı. Neden böyle olduğunu istediğimce net ifade edemediğim... O tat, beni bu işin ardındaki, öncesindeki öyküyü öğrenme çabasına yöneltti.
Döndüm Aygan’ın adını ilk kez okuduğum Radikal haberine ve yeniden okudum:
Aygan, itiraflarında dönemin Bölge Jandarma İstihbarat Grup Komutanı emekli albay Abdülkerim Kırca'nın da bizzat olayın içinde olduğunu vurguladığı Aslan cinayetini şöyle anlattı:
"Murat Aslan isimli şahıs, Yenişehir Semti'nde, yani Diyarbakır Belediyesi civarından alınarak, (Abdülkerim Kırca o sırada bizzat oradaydı) zorla sivil Toros arabaya bindirildi ve JİTEM'e getirildi. Daha sonra Silopi JİTEM İstihbarat Tim Komutanlığı'na götürüldü. Burada işkenceyle sorgulandıktan sonra Dicle Nehri'nin kenarındaki bir dereye götürüldü. Derede öldürülerek üzerine benzin döküldü ve yakıldı. Bu dere Körtük Köyü'nün karşısına düşen bir dere idi.
Bu anlatım biçimindeki soğuk, nesnel, kendinden emin ve itirafa çok istekli ton bu kez beni çarptı. Ben artık uzun bir yolun yolcusuydum. Ona dair her şeyi bilmek, okumak, öğrenmek istiyordum. İnternette tarayınca Aygan’a dair aslında yüzlerce belgeye ve tartışmaya, yoruma ulaşmanın çok kolay olduğunu gördüm. Ama daha çok internet forumları ve küçük haber-yorum sitelerinde... Şaşkındım, o güne kadar anlattıklarının kapsamı ve gücünden. Hemen hepsi JİTEM dönemine aitti. Oysa o eski bir PKK’lıydı da! İtirafçı bir PKK’ıydı ardından; şimdi ise ne PKK’lıydı, ne JİTEM mensubu. Ama herkes, onu bu eski kimliklerinin ya birinde, ya da diğerinde dondurma derdindeydi. Herkes kendi ile onlara göre bir ”garabet” olan bu adı Abdülkadir Aygan olan ”şey” arasına mesafe koymak derdindeydi. Bense giderek, bu mesafeyi tümden ortadan kaldıracak bir portrenin izi peşindeydim. O ”insanın” ve o ”2000’e yakın faili meçhulün, yani kurbanın, yani insanın kemiklerinin de, belki toprak altında Murat’ınkine benzer kurşun delikleriyle hala yatakaldığı dönemin” portresinin peşinde...
Bu insan bana göre, kirli bir savaşın iki cephesinin de birinci elden tanığıydı ve kimsenin onu zorlaması gerekmeden bu -o zamanki deyimimle- ”bağırsaklarını boşaltırcasına itiraf etmek, anlatmak istemesinin” ardında ne vardı, artık ben çok merak ediyordum. Ne kadar anlatsa da, ülkemin insanlarına bu itiraflarını ulaştıramıyor olması ise beni, bunun sağlanabileceği bir ”biçim”, ”sunum” bulmak konusunda düşünmeye zorluyordu. Ben sanatçıydım, ben yıllarca en büyük hayali çok etkileyici bir röportaj dergisi çıkartmak olan eski bir gazeteciydim, eski bir siyasal tutuklu ve hükümlü, eski bir işkence kurbanı, ülkesinde akan kanı durdurmak için hala yapabileceği neyse onu yapmaya çalışan muhalif bir entelektüeldim. Bu beni oluşturan her şey ve en çok da merakım, beni onu bulmaya, onunla bir video yapmaya yöneltti. Bunu ona önermek, belli ki medyayla ilişkilerini kısıtlamasına neden olmuş olan güvensizliğini ortadan kaldırmak, onla tanışmak, oturup uzun uzun konuşmak ve bu konuşmayı bir tanık kamerayla çekmekten daha çok istediğim bir şey yoktu artık.
HHT: Kadir ile nasıl iletişime geçtin? Onu böyle bir çalışmaya nasıl ikna ettin ve üç sandalye, üç gömlek fikri nasıl çıktı ortaya?
HA: Kadir’i nasıl bulduğuma dair sorunuzu, onu bulmak isteyen ve niyeti hiç de iyi olmayan başkalarının da olduğunu bildiğim için cevap vermek istemiyorum. İlk diyaloğumuzda o, zamanını neden bir sanatçının onunla bir video yapmaya kalkıştığını anlamaya çalışmakla ve aslında böylesi bir görüşmeye ilişkin ne kadar güvensiz ve isteksiz olduğunu iletmekle harcadı. Bense, nasıl bir ön çalışmayla karşısında olduğumu, güvensizlik ve isteksizliğini nasıl da iyi anladığımı, aslında ortaya çıkacak olan şeye ilişkin hiç bir ön beklentimin olmadığını, ne olacaksa karşılıklı açıklık ve dürüstlükle, eşitlikle ortaya çıkacağını, bir insan ve dönem portresi peşinde olduğumu, ama ortaya çıkan şeye bakıp, onu çok rahatlıkla çöpe de atabileceğimi, benden beklediği samimiliği, aynı ölçüde ondan da benim beklediğimi iletmeye harcadım.
Dinledi. Düşünmek ve ailesi ile, onu korumakla yükümlü ve aslında hiçbir yeni görüşme yapmamasını ona sürekli öneren İsveç gizli polis örgütü SAPO’nun ondan sorumlu bireyleriyle konuşup bana yeniden döneceğini iletti.
Sonra bir kez daha konuştu benle ve ardından, ailesinin de, SAPO’nun da tersini önermesine rağmen kabul etti buluşmayı. O konuşmada ona ”seni ne yargılamak, ne de aklamak diye bir derdim var. Ben çok meraklı bir adamım, seni anlamaya çok zaman harcadım, hala anlayamadım ve bu merakımı doyurmak istiyorum. Varsan varsın,” demiştim.
Sonra yapacağım video kaydının, o’nun taşıması çok doğal, tek bir görüşmeyle de yıkılması çok zor olan donanımlarını ortadan kaldırabilecek biçiminin ne olabileceğini düşünmeye ve psikiyatri alanında çalışan karımla tartışmaya başladım. O bana, bir zamanlar kendime uygulanmasına izin verdiğim ve sonuçlarını kabullenmek bana çok zor gelse de yararı çok net olan, yaşantılamaktan fazlasıyla mutlu olduğum bir terapi biçimini ve kullandığı yöntemleri hatırlattı: Ses terapisi (voice therapy). Bir psikolog bu terapi sırasında, beni transa geçirerek, alt kimliklerimi ortaya çıkarmış, onlar ortaya çıktıkça onları/beni oda içindeki farklı bir sandalyeye oturtup, geçmişimde varlık buldukları zamanın ve konumun sesiyle konuşmalarının yolunu açmıştı.
Tabii ki ben bir terapist değildim, tabii ki Abdülkadir’i transa sokmaya isteğim ve yeteneğim yoktu ama bu ”biçimi”, beraberinde o’nun kimi hazır donanımlarının en azından bir kısmını yıkabilecekse önermek ve kabul ederse uygulamak istedim. O’nun, ikisi o zamanlar içinde bulunduğu iki ayrı yasadışı örgütün ona verdiği kod adlarıyla anılan ve biri de elbette ki hep varolan ve gerçek ismini taşıyan ”üç kimliğiyle, üç ayrı giysi içinde, bedeni üç ayrı yöne dönükken” ayrı ayrı söyleşmek istediğimi ona ilettim. Düşünmeden kabul etti. Şaşırdım, sevindim.
Sonra buluştuk.
Sanırım on yıllık istihbarat deneyiminin ona verdiği ”insan sarrafı” olma halinden çok, garip bir iç rahatlığıyla beni ”gördü” ve önceden kabul etmediği bir başka isteğime bu kez olumlu yanıt vererek, ailesiyle yaşadığı mekana götürdü beni. Videoyu o mekanda kaydetmiş olmaktan çok hoşnutum. Kullandığım yöntemin ve soru sorma biçimimin ise onda hangi donanımları ortadan kaldırdığını, neye yolaçıp açmadığını ancak o cevaplayabilir. Ama bana kalırsa, o alıştığı biçimiyle”vuruldu” ya da ”kaybedildi” demek yerine ”vurduk”, ”öldürdüm” demeye başlaması ile birlikte biraz daha özgürleşti.HHT: Böyle bir çalışma için bir aya yakındır uğraşıyorsun... Bu süre boyunca, Kadir ile bir çok kez konuşma fırsatın oldu. İşe başlarken Kadir hakkında düşündüklerin ile işin sonundaki durumun arasında bir fark var mı? Nasıl bir fark var? Kadir'in söylediklerini samimi buluyor musun? İsveç'e yerleşmesini ve kendini 'katıldığı yasadığı faaliyetlerin kurbanları'nın akıbetinden kurtarma gayreti, yani kendi canını, canını aldıklarından daha kıymetli görüyor olması, canını sıkmadı mı? Ona karşı bir öfke hissetmedin mi?
HA: Kadir’in söylediklerini çok samimi buluyorum. Ona da söyledim, ben baştan onun elini sıkıp sıkamayacağımı bile bilmiyordum. Her şey bir yana, karşımda bulduğum insan, hem yaptığının ne kadar zor ve önemli olduğunu pek kafa takmadan, kendisi, bu ülkenin yarını ve birilerine ders vermek adına ve en önemlisi arınmak adına konuşan bir ”anlatıcı”ydı. Benle birlikte tüm anlatacakları da bitmişti. Ama öte yandan kayıt ve sohbetimiz bittiğinde o benim için, ben gibi göçtüğü yeni ülkenin öğrenmesi gereken yeni dili, aşması gereken iş sorunları ile cebelleşen bir göçmen, ergen çocuklarının çift kültürlü varoluşlarından kaynaklanan sorunlarına çözüm önermesi gereken bir baba, hangi balıkları hangi tür oltalarla tuttuğunun sohbetini yapmaya başladığım bir diğer amatör balıkçıydı.
Neyi kıymetli gördüğüne ilişkin bir önermeyi içeren sorunuza gelince, bu soruda sizin sahip olduğunuzu gördüğüm ”yargı ve suçlama”, hem bakış açısı, hem de sonuç itibariyle bende yok. Ona karşı ne kayıt sırasında, ne de ardından hiçbir öfke hissetmediğim gibi, o beni yaşantımda hiç saygı duyamayacağıma emin olduğum türden insanlara karşı, çok farklı ama önemli bir nitelikle saygı duyulabileceğimi hissettirdi, öğretti. Onun isteyerek ya da zorunda kalarak yaşadıklarını ben yaşamış ve bu yaşantıyla ister istemez değişmiş olsaydım, sonuçta onun bugün yapıyor olduğunu yapar mıydım, hiç emin değilim.
HHT: Videoyu siteye koyduktan sonra epey fazla sayıda bir ziyaretçin var. Bunlar arasında Türkiye'den bir takım güvenlik kuruluşlarının da olduğunu söylüyorsun. Ancak, yine senin ifadenle genelde bu kadar ilgi görmesine rağmen basının konuya ilgi göstermediğini belirtiyorsun. Bunu neye bağlıyorsun? Neden basın konuya yeterli ilgi göstermedi? Yoksa Kadir'in hikayesi aslında pek de yeni bir hikaye olmadığı için mi? Böyle bir çalışmanın nasıl bir etki yaratacağını düşünüyorsun? Bu çalışmadan beklentilerin neler?
HA: Videoyu bir video paylaşım sitesine koydum ve sunumuyla birlikte ”Open Flux”tan yayınladım. Sadece bir hafta içinde, yani şu ana kadar bu üç buçuk saatlik filmi başından sonuna kadar izleyenlerin sayısı 1954. Bu videoyu sadece internetin bana sunduğu olanaklarla, e-mail listem, üye olduğum forum ve paylaşım sitelerine yazdığım duyurularla yaygınlaştırdım. Sadece, üç küçük haber-yorum sitesi bu işle ilgili haber yayınladı ve hiç ummadığım oldu: Videoyu izleyen herkes, diğerlerini çağırdı. Bu bir ”gerçeğe susama hali” bence.
Oysa ben, belki de ilk kez bölüm bölüm kendi kanalında yayınlamak ve böylece yayınladığı habercilik amaçlarına çok uygun bir iş yapar diye, bu videoyu NTV’ye yollamıştım. Halbuki, tüm belli başlı gazete ve dergilerin yayınladığım basın bültenini okuduktan sonra sunumumu okuyup, videoyu izlediklerini biliyorum. Ama hiçbirinde ne yazık ki tek satırla bu işim ve içeriği haber yapılmadı.
Basın, medya, ülkede gelişen yaygın milliyetçilik ve ırkçılıktan payını aldı. Madem müşterim bu nitelikte, ben de ona göre yayın yapmalıyım diyerek, korkak, özgüdüm ve özsansürlü bir haberciliğe saptı. Bu utanç verici gazeteciliğin dışında kalan çok az sayıda örnek olduğunu çok rahat söyleyebilirim. ”Kadir’in hikayesi”, TSK, bünyesinde bir zamanlar bu ölçüde yasadışı bir cinayet şebekesi kurulduğunu kabul edene, bundan dolayı özür dileyene ve dönemin sorumlularının bulunması, yargılanması için elindeki tüm belge ve bilgileri açıklayana kadar, ya da ne bileyim, savcılarımız Kadir’in nerede olduğunu, şu anda ne yaptığını, zamanında ve şimdi kimlerin koruması altında olduğunu bu videoda ihbar ettiği katillerin yakasına yapışıncaya kadar hep ”yeni bir hikaye” olarak kalacaktır. Ne yazık ki!
Evet, ”Open flux”un en dakik –her gece aynı saatlerde- ve sürekli izleyicilerinden biri Genelkurmay Başkanlığı. Ben bu ülkede yaşayan her gerçek muhalifin sahip olduğu kaygılarla bakmak istemiyorum bu duruma. Yani ülkeye girerken ya da çıkarken başıma bir şeyler gelebileceğinin habercisi olarak değil, tam da yukarda dediğim gibi belki de o kurumun içine dönüp bakması, gerçek demokrasinin gerekleri adına adım atmasının bir göstergesidir diye ummak istiyorum bu takibi. Ne kadar iyiniyetliyim bilemiyorum. Ama gerçekçi olmak gerekirse, bugünlerdeki gelişmelere baktığımızda, hala eleştirilmekten en çok rahatsız olan kurumun TSK olduğu çok açık.
Beklentim, videonun isminde, o isme beden veren Kadir’in sözlerinde: ”Gerçekler bilinsin yeter!” Bu kadar! Bilindi mi, o gerçeğin bilgisi ile bu ”değişemezliği dayatılan verili durum” ve hayat değişecektir. Bundan eminim.
Abdülkadir Aygan'la yapılan röportajın kısaltılmamış hali:H. Hüseyin Tahmaz: İtirafçılar neden JİTEM'e katılıyordu? Cem Ersever'den sonra JİTEM kadroları yine itirafçılardan mı oluşuyordu? Bir değişiklik oldu mu Ersever'den sonra?
Abdülkadir Aygan: JİTEM'in itirafçılara, itirafçıların da korunmaya ihtiyaçları vardı. JİTEM'de görev yapan itirafçı sayısı bir düzineyi geçmez. Ersever, itirafçıların değerini biliyordu. Onlara "eski terörist" muamelesi yapmıyordu. Ersever'den sonra gelen diğer komutanlar itirafçılara pek güvenmezlerdi. Ancak işleri düştüğü zaman, "kullanma" amacıyla yaklaşırlardı.HHT: Burdur'a tayin edilip JİTEM'den tasfiye edilmeniz, kişisel bir tasfiye miydi? Eğer öyleyse, neden sizi ekipten uzaklaştırdılar?
AA: Kendi isteğimle Diyarbakır'dan başka bir ile tayin olmak istemiştim. Ancak uzun süre çeşitli bahanelerle bu isteğim yerine getirilmedi. Ancak 1998'de Abdülhekim Güven isimli itirafçıyı silahla yaralamam ve TİM komutanı Yüzbaşı Zahit Engin'le ters düşmemden dolayı Burdur'a tayinimin öngörüldüğü kanaatindeyim. Diyarbakır'da bana ihtiyaçları kalmamıştı galiba.
HHT: Eğer bu kişisel bir tasfiye değilse, JİTEM'e ihtiyaç kalmadı mı? Yerine başka bir şey mi kuruldu yoksa öyle bir izlenim mi sağlanmak isteniyor?
AA: Susurluk olayından sonra JİTEM'i perdeleme, geçici olarak sadece asli istihbarat faaliyeti yürütme görevi gündeme gelmişti. JİTEM'in bağlı olduğu "psikolojik harekat birimi" kuruldu.Tayin edilmemin temelinde hem şahsi karar, hem de bahsettiğim etkenler etkili olmuştu.HHT: Devletin, sizin durumundakileri için Türkiye içinde yürüttüğü bir koruma programı yok muydu?
AA: Devletin "tanık koruma" veya itirafçıları koruma kanunu vardır. Fakat sadece kağıt üzerinde vardır. Pratikte böyle bir uygulama yoktur.HHT: Vedat Aydın'dan Musa Anter'e birçok cinayetin içinde bulundunuz ve 9 yıl boyunca bu işi yapmayı sürdürdünüz. Sonra siz tasfiye edilene kadar kendiniz yurtdışına kaçmayı denemediniz. Fakat tasfiye edildikten sonra, güvenlik endişeleriyle yurtdışına gittiniz. Türkiye'de de bir şekilde güvenliğinizin sağlanması sizce hiç mi sözkonusu değildi? Neden JİTEM hakkında itiraflar yapmayı seçtiniz?
AA: Yurt dışına şahsi çabanla çıkmak zordur. Hele de beş çocuklu bir aile reisi iseniz bu daha da zorlaşır.Ancak maddi durumu iyi olanlar bu işi bir şekilde halledebilirler.
Türkiye'de kalıp JİTEM veya başka bir yasadışı faaliyeti deşifre etmek intiharla eşdeğerdedir. Hepimiz Ahmet Cem Ersever ve arkadaşlarının akibetini gördük.Türkiye'de kalsaydım ben de bir faili meçhule kurban giderdim. Çocuklarım sokakta kalırdı.
Türkiye'de kalıp JİTEM'i deşifre edecek kadar deli değilim.HHT: Hakan Akçura'nın 3,5 saatlik filminde anlattıklarınızdan görülüyor ki, insan her durumda kendini haklı hissediyor. Yani siz, PKK'lıyken de yaptıklarınızı doğru buluyordunuz, JİTEM içindeyken de doğru yaptığınızı düşünüyordunuz, şimdi de muhtemelen doğru yaptığınızı düşünüyorsunuz. Halbuki doğru, birbirine bu denli taban tabana zıt yönler içermez. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? İnsan kendi seçimi olmayan bir hayat yaşarken, kendi kendine yaptıklarını haklı göstermek mi istiyor?
AA: Hiç kimse "benim ayranım ekşidir," demez. Elbette ki benim de, her insan gibi, şahsi kusurlarım ve yanlışlarım vardır. Atığım her adımda aldığım her kararda haklıydım veya doğru yaptım demiyorum.
Fakat içerisinde bulunduğun manevi ve maddi şartlar seni bir işe zorluyorsa, senin de başka alternatifin yoksa o işi yapmak zorundasın.Ve o işi kendi iç mantığında haklı gerekçelere dayandırmazsan kahrolur veya delirirsin. Her dönemde attığım her adımın haklı gerekçelerini buldum. Kendi vicdani muhasebemle PKK'ya girişim, sonra JİTEM'de görev almam ve daha sonraki safhaların bence haklı gerekçeleri vardı.
Eğer bu böyle olmasaydı her halde şimdi tımarhanede olmam gerekirdi.HHT: Hayat hikayenize bakıldığında, kişisel güvenliğinizin ön planda tuttuğunuz, hayatınızı güvenceye almak için çok önemli savrulmaları yaşadığınız görülüyor. Acaba bu durum sizde yerleşik bir hale geldi mi? Mesela İsveç devleti gelse size dese ki, "Burada yaşamak istiyorsan bize çalışacaksın". Bunu kabul eder misiniz?
AA: Her normal canlının kendi kendini dış tehlike ve tehditlere karşı koruma içgüdüsü vardır. Bir ormanda gezerken dahi gözünüze çöp batmasına müsade edermisiniz? Olayı sadece şahsi koruma veya can güvenliğini güvenceye almak olarak ele almak yanlıştır benim açımdan. Beş çocuk babasıyım ve onları yetiştirmekle görevliyim. Başıma bir kötülük gelmesi halinde onların hayatı kararacaktı. Bu düşünceyle hareket etmeyi insani görüyorum.
İsveç Devleti bir hukuk devletidir. Burada insan hak ve hukuku, demokrasi vardır. Sadece burada kalmak için değil, burada yaşamasam da böyle bir devleti korumak insani bir görevdir. Kaldı ki, benim gibilerine ihtiyacı yoktur. Her isveç vatandaşı ülkesini korumak ve kollamak ister.
Bir iş teklifi yasadışı değilse, insan neden o teklifi geri çevirsin ki?HHT: Filmde, Hakan Akçura'nın oğlunuz M'yi görüşme odasından çıkarmak istemesine tanık olduk, sizin de M'yi odadan çıkardığınıza. İlerde çocuklarınız büyüdüğünde ve size geçmişinizi sorduklarında ya da bunu bir yerlerden öğrendiklerinde yaşadıklarınızı izah etmekte zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?
AA: Sadece oğlum M. daha küçük olduğundan ve dikkatim dağılmasın diye odadan çıkarmak istedim. Ailemin diğer fertleri hayatımı biliyorlar ve beni seviyorlar. Sevilmediğimi hissettiğim an alır başımı giderim.
Hakan Bey'in çektiği videoyu onlar da izlediler. Sadece ikide bir kazağımın kolunu çekiştirmemi eleştirdiler. Bir de çekim esnasında sigara içmemi yadırgadılar. Ailemin bir ferdine veya başka bir insana kendimle ilgili hiçbir ayrıntıyı açıklamakta zorlanacağımı düşünmüyorum.HHT: Yıllardır itiraflarınız çeşitli yerlerde yayınlanıyor ama buna rağmen açılan birkaç davadan başka çok önemli değişiklikler olmuyor Türkiye'de. Buna rağmen, bu itirafların bugün ya da gelecekte bir şeyleri değiştireceğini umut ediyor musunuz?
AA: Türkiye'nin bugünkü durumunda bir şeyin değişeceğine inanmıyorum. Fakat bazı insanlara ders olsun diye, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye açıklamalarda bulundum.
Geleceğin nasıl olacağını kestirmek zor. Omuzu apoletlilerin siyaseti, medyayı, ekonomiyi ve hayatın her alanını zaptu rapt altına aldığı bir ülkede fazla iyimser olunamaz.HHT: İleride, sizden başka itiraflar duymamız mümkün olacak mı? Henüz açıklamaya kendinizi hazır hissetmediğiniz başka olaylar da var mı?
AA: Herkes halen birşeyler sakladığımı sanıyor galiba. Böyle davranmam için hiç bir gerekçem yok. Ancak, insan karşısındakinin sorusuna göre cevap verir. Şimdiye kadar sorulmayan soru kaldıysa, bu sorular bana yöneltilirse, tabii ki bilgim ve gücüm dahilinde cevap veririm. Örneğin, canı gönülden oynayan milli takımın Almanya yenilgisinin sebeplerini bile açıklayabilirim. Almanya aynı gün ROJ TV'yi yasaklama kararı verdi ve karşılığında maçı aldı. Kısacası, aslanlar gibi futbol oynayan gençlerin emeği satıldı.HHT: Söyleşide, PKK'nın kendini makul bir çizgiye çekmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce Kürt gençleri PKK'ya katılmaya neden devam ediyorlar?
AA: Türkiye' de bugünkü zihniyet ve uygulamalar devam ettikçe buna tepki olarak PKK' ya katılımlar devam edecektir. PKK olmasa bile başka bir muhalefet bu görevi üstlenecektir.22 Haziran 2008'de yayınladığım basın açıklamam:"Gerçekler bilinsin yeter"(Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi)
Hakan Akçura
210.35 dakika
Stockholm, Haziran 2008Selamlar,
Bu kez, İsveç'te gerçekleştirdiğim ve internetten yaygınlaştırmayı seçtiğim pek alışılmadık türden bir videoyu -sadece Türkiye'nin sanat ve kültür ortamına değil, on yıllara yayılan acıların ve akan kanın tartışıldığı tüm gündelik yaşam zeminlerine de - sunuyorum. Tüm siyaset, medya, hukuk kimlik ve kurumlarının bir kez daha sorumluluk ve samimiyetlerinin sınanacağı bir döneme bahane olsun, tek tek her türkiyeliye daha aydınlık bir gelecek için, gerçeğin bilgisi, gücü ve yolgöstericiliğini taşısın diye...
Video, ikinci "kayıt" videom. Adı "Gerçekler bilinsin yeter". Süresi 3.5 saat.
Videoda benım sorularıma cevap veren "kimlikler", Abdülkadir Aygan, "Abuzer" ve "Şerif" (Aziz Turan).
Abdülkadir Aygan 1977-1985 yılları arasında PKK militanı, 1985-1991 yılları arasında bir PKK itirafçısı olan, 1991-1999 yıllari arasında da Diyarbakır'da JİTEM elemanı olarak çalışan, 5 yıllık bir iç hesaplaşmanın ardından ailesiyle birlikte İsveç'e kaçarak, Türkiye'nin bu 22 yıllık birçok yanı karanlık kalmış, çok kan dökülmüş dönemine dair tüm bildiklerini anlatmaya karar vermiş bir insan.
Şimdiye kadar anlattıklarının çoğunun üstü örtüldü. Sadece JİTEM'e dair kimi aktarımları ait olduğu geniş bütün içinden seçilip ayrılarak Özgür Gündem'de yayınlandı. Musa Anter'in nasıl öldürüldüğünü de aktarması üzerine Hürriyet gazetesi sansasyonel bir buluşma organize etti ve Anter'in kızı ile Aygan'ı İsveç'te karşı karşıya getirdi. Attığı "babasının katiliyle buluştu" manşeti, Aygan'ın medyayla ilişkilerini sınırlamasına neden oldu. Çünkü o kabullendiği, ötesi itiraf ettiği, açık ettiği gibi birçok insanın katili olsa da, "Anter'in katili değildi".
Hayatını yazdı. Kitap, küçük bir alman göçmen yayınevince basıldı. Aygan, kitabın önsözünü yargıcı, toplamını özensiz buldu. Elindeki tek kopyayı bile dolaylı yollardan edindi. Kitabın yaygınlaşabilmesi çok şüpheli görünüyor.
Anlattıklarıyla iki toplu mezar açıldı ve JİTEM timlerince öldürülen "faili meçhul"ların kemikleri bulundu.
JİTEM'in de, Aygan'ın -sahte resmi kimliğiyle Aziz Turan'ın- da varlığını baştan inkar eden resmi çevreler, bu gelişmelerin ardından savcılık eliyle JİTEM üyelerine karşı bir dava açmak zorunda kaldı.
Bense uzun süre Aygan'la buluşmaya hazırlandım, binlerce sayfa belge okudum, internetin kolay ulaşılamayan forumlarında hakkında devam eden ya da zamanında yapılmış tartışmaları, kavgaları takip ettim. Ardından farklı bir kimlikle ve isveç gizli polisinin korumasıyla yaşadığı yerde onu bulup, ikna edip, ardından buluşup, güven verip, bu söyleşiye giden yolu açtım.
Onu ne aklamak ne de yargılamak istemediğime ve gerçek bir "portre" peşinde olmaklığıma inandı. İnandığı şey doğruydu. Bu ikimize de yetti.
Sadece çekinmeden aktardığı bildiklerini ve tanıklıklarını değil, bizzat işlediği suçları, hatta eski aşkına, maruz kaldığını düşündüğü ihanetlere, umutları ve duygularına dair cümlelerini de içeren, İsveç'te gerçekleştirilen bu izleyeceğiniz kayıt, 25 Mayıs 2008 tarihini taşıyor.
Ben bu kayıt sırasında sorularımı karşımdaki insanın kişisel tarihini belirleyen üç ayrı kimliğe, PKK'daki kod ismiyle Abuzer'e, JİTEM'deki kod ismiyle Şerif'e ve Abdülkadir ya da ailesinin seslendiği biçimiyle Kadir'e, bedeni üç ayrı yöne dönük, üç ayrı oturma biriminde ve üç ayrı gömlekle oturmuşken sordum. O ya da onlar da cevapladı.
Ama uyarıyorum, kaydı atlaya atlaya izlerseniz, aktarılan uzun öykünün aralara sıkışmış kimi çok önemli ayrıntılarını öğrenmekten, iki ayrı kimliğe sorulan sorular arasındaki güçlü bağdan ve oluşan portrenin kendi iç mantığını izlemekten geri kalabilirsiniz.
Bu linki, ticari olmayan kaygılarla, kişisel izlenme ve yükleme niyetiyle istediğinizce yaygınlaştırabilirsiniz.
Gazeteler, TV kanalları, haber siteleri, bu videonun akan ya da sabit görsellerini, ancak iznimle ve ismimi, eserin ismini ve yayınlandığı bu blog sitesinin linkini vererek yayınlayabilir. Aksine kullanım, cezai yaptırım nedenidir.Tabii ki, seyredenlerin yorumlarını bu blogun en altına eklemeleri de beni çok sevindirir.
"Bu kaydı üzerindeki sis perdesi kaldırıldıkça, ne denli kirli olduğu yeniden, yeniden ortaya çıkan kirli savaşın tüm kurbanlarına, onların çocuklarına ve Kadir'in çocuklarına adıyorum."
Hakan Akçura
İsveç, Stockholm, Haziran 2008
Abdülkadir Aygan'ın verdiği resimaltı bilgileriyle, filmin sonunda yeralan fotoğraf ve belgeler:
(Önemli not: Bu fotoğraf ve belgeler sadece yanı sıra "Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura / open-flux.blogspot.com" kaynak bilgisi eksiksiz yeralırsa, yazılı, görsel ve elektronik medyada alıntılanabilir ve yayınlanabilir.)
Abdülkadir Aygan, Adana Motor Meslek Lisesi'nde arkadaşları ve öğretmenleriyle (orta sırada, soldan üçüncü). Yıl 1976.
Abdülkadir Aygan, 1986-1987 yıllarında Adana Kapalı Cezaevi 18 nolu itirafçılar koğuşunda.
Abdülkadir Aygan, 1986-1987 yıllarında Adana Kapalı Cezaevi 18 nolu itirafçılar koğuşunda arkadaşlarıyla (ayakta, soldan üçüncü).
Abdülkadir Aygan, 1990 yaz aylarında Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı karargahı Bölük Er Yatakhanesi'nde. (Önceki resimaltı A. Aygan'ın hatırlaması ve bilgilendirmesi ile değiştirildi.)
"Şerif" ("Aziz Turan" / Abdülkadir Aygan) 1990-1991 yıllarında Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde yeralan JİTEM Bölge Grup Komutanlığı'nda. (Fotoğrafı çeken A. Cem Ersever - A. Aygan'ın hatırlaması ve bilgilendirmesi ile eklendi.)
JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde yeralan JİTEM Bölge Karargahı'nda toplu halde. Soldan sağa: Hüseyin Tilki, Fethi Çetin, Recep Tiril, İbrahim Babat, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy. (Fotoğrafı çeken Adil Timurtaş.)
JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde yeralan JİTEM Bölge Karargahı'nda toplu halde. Soldan sağa: Abdülkadir Aygan, Adil Timurtaş, Hüseyin Tilki, Recep Tiril, Fethi Çetin, Ali Ozansoy. (Fotoğrafı çeken İbrahim Babat.)
JİTEM elemanı "çevirmen" Şerif /Aziz Turan (Abdülkadir Aygan), KDP lideri Mesut Barzani ile Diyarbakır Orduevi'nde (1992-1994 yılları arasında bir tarih)
JİTEM elemanı "çevirmen" Şerif /Aziz Turan (Abdülkadir Aygan), KDP lideri Mesut Barzani, dönemin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen ile Diyarbakır Orduevi'nde toplantıda (1992-1994 yılları arasında bir tarih)
JİTEM elemanı "çevirmen" Şerif /Aziz Turan (Abdülkadir Aygan), KDP lideri Mesut Barzani, dönemin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen ve diğer katılımcılarla Diyarbakır Orduevi'nde toplantıda (1992-1994 yılları arasında bir tarih)
Aziz Turan'ın (Abdülkadir Aygan) JİTEM maaş bordrosu
Aziz Turan'ın (Abdülkadir Aygan) Ordu Yardımlaşma Kurumu daimi üyelik belgesi
Ulkemiz uzerinde oynanan oyunlarin farkindayiz. Hainlerin basarili olmalarinin en onemli asamasi orduyu yipratmaktan geciyor. Kahraman ordumuzun bu ulkenin ve Turk Milletinin en buyuk guvencesi oldugunu bildikleri icin cirpiniyorlar, ama kendi camurlarinda bogulacaklar. Ve, o zaman yandaslari yedi duvel
bile onları KURTARAMİYACAK!!!bile onlari KURTARAMİYACAK!!!
CANİM ORDUM SEN COK YASA.
Yeniden Ergenekoncu UPSD yönetimine verecek artık hiçbir cevabım, yazacak hiçbir yorumum yok!