23.10.07

Habertürk H2: İsveç'te ırkçılık karşıtı bir türk

Haber portalı Habertürk H2, "Ben, sahibimin köpeği" sergisi ve benim bu sergide yeralan işime dair benimle yaptığı söyleşiyi yayınladı.

Turkiska nyhetsportalen Haberturk H2 har publicerat en intervju med mig om "Jag, min husses hund" unstälningen och mitt konstverk.

İSVEÇ'DE IRKÇILIK KARŞITI BİR TÜRK

İsveç'te yaşayan güncel sanatçımız Hakan Akçura Avrupa tarzı ırkçılığa eleştirel bir bakış atan "Ben, sahibimin köpeği" adlı sergiye katılıyor. Perşembe günü açılacak sergide Akçura İsveç özelinde Avrupa'da ırkçılığın artık müslümanlar ve diğerleri olarak alt kategorilere ayrıldığını belirtirken sergide "Günaydın" adlı eseriyle yeralıyor.

Geçtiğimiz günlerde TC ve İsveç başbakanlarına yönelik ilginç bir
çağrısını da yayınladığımız Hakan Akçura ile gerçekleştirdiğimiz bu online röportajda sanatçı, yeni sergisi ve Avrupa'da yükselen ırkçılık üzerine ilginç yaklaşımlar bulacaksınız.

Serginin adı neden “Ben, sahibimin köpeği”?

Sergi fikri, mekanın sahipleri, çok değer verdiğim sanatçılar olan ve biri sergiye de katılan Dror ve Gunilla Sköld Feiler çiftiyle, çok kısa sürede ama çok yoğun akan bir tartışmanın sonucunda ortaya çıktı. Biliyorsunuz, Lars Vilks isimli isveçli bir sanatçı, bir “meydan köpeği heykeli” önerisi olarak Muhammed’in suretini içeren bir çizim yaptı. Bu çizimi yolladığı sergi sergilemeyi reddetse de, yerel bir gazete yayınladı ve kıyamet koptu. El Kaide sanatçının başına ödül koydu, sanatçı koruma altına alındı ve İsveç’teki tüm basın yayın organları, olayı ve genel olarak “özgürlük” kavramını yoğun bir biçimde tartışmaya başladı.

Ne demek “meydan köpeği heykeli”?

İsveç’te son senelerde bir şehir sanatı olarak kimi meydanlara, değişik niteliklerde köpek heykelleri tasarlanıp uygulanıyor. Ama müslümanların mundar bulduğu “köpek kavramı” ile çizilmesi bir tabu olan peygamberlerinin, üstelik çirkin ve önyargılı bir suretini birleştiren bir tasarım, bu yaygın, hoş meydan heykelciliğine masum bir öneri daha eklemek demek değildi ve sözkonusu sanatçı bunu en başından beri çok iyi biliyordu.

Sergiye dönersek, başlığında yeralan “köpek” kelimesi bu gelişmelerle mi ilintili?

Hem hayır, hem evet… Şöyle ki, biz bu tartışmaları yeni bir zemine yükseltip, aslında bizce tartışılası olan şeyleri gündeme getirmek istiyorduk ve Dror’un elinde bir Orhan Pamuk metni vardı: “Benim adım kırmızı”dan köpeğin dillendiği bölüm. Bu bölüm, sergi boyunca bir duvarda akacak zaten.

Aynı günlerde İsveç’in en büyük günlük gazetesi Dagens Nyheter’de bir çokkültürlülük araştırması nedeniyle yazılan bir başyorumda şu kendi içinde çelişen iki cümle yayınlandı: “Göçmenlere karşı İsveçli yaklaşımı karşıtlıkları içerse de, temelde hoşgörü ve önyargısızlığa dayanıyor. Buna karşılık müslümanlara karşı varolan potansiyel düşmanlığın boyutu ise kaygı verici.” Hangi hoşgörü ve hangi önyargısızlığı tartışacağız? Artık, göçmenler ve göçmen Müslümanlar diye ayrı iki kategoriden mi sözedeceğiz? Varolan önyargılar ne? Ezberler bozulabilir mi? Tartıştık…

Sonuçta ortaya çıkan sergi, tanıtım metnimizden alacağım cümlelerle, “abartılı kibrimize ve doğudan da batıdan da gelsek, yahudi ya da arap, isveçli ya da göçmen de olsak sahip olmadığımızı sandığımız kendi önyargılarımıza da meydan okuyor.”

Sergimiz şu soruların sorulmasına vesile olmayı umuyor: “Güncel sanat keyif vermenin, bazılarının mal ve statüsünü yükseltmenin ve/veya bir sürüleri için de boş bir provokatif jest olmanın ötesine geçebilir mi? Sanat, çok sayıda insanın haberdar olduğu kamuya açık tartışmalarda da gerçek bir rol oynayabilir mi?”

Nasıl bir işle katılıyorsunuz sergiye?

1.5 saate yakın süren uzun bir videoperformansla… Adı isveççe “Godmorgon”, yani “Günaydın”. Sabit kamerayla, günlük bedava bir gazeteyi, herkese “Günaydın” diyerek dağıtırken beni belgeleyen bir çekim.

Nasıl ortaya çıktığına ve ne içerdiğine gelince, aslında sayfalarınızda yer vereceğinizi söylediğiniz ve videoperformansın ilk 8 dakikalık “Epilog” bölümünde, siz beni sözettiğim gazete dağıtımına çıkmadan önce, evimin mutfağında ilk sigaramı içerken yapıyorum bu açıklamaları.

Peki bize biraz sizi bu sergiye taşıyan süreçten bahseder misiniz?

Uzundur iş arayan ama bulamayan bir göçmenim İsveç’te. Yüzlerce işe başvurdum. Sanat yönetmeni, grafik tasarımcı, sayfa tasarımcısı, medya teknikeri olarak… 20 yılı aşkın bir iş kariyerim var bu alanlarda. Ama göçmenim. İş bulmak bir yana, görüşmeye bile çağrılmadım. O zaman genellikle göçmenlerin yaptığı, beden emeği yoğun, parası az olan işlere de başvurmaya başladım.
Sonunda buldum ve yaz aylarında gazete dağıttım bir ay, metro, banliyö istasyonu kapılarının önlerinde.

Sabah beşte kalkıp yola düşmem gerekiyordu bir güneyine, bir kuzeyine doğru Stockholm’un…

Gazete dağıtırken bizlere söylememiz gerektiği söylenen iki cümle vardı. İsveç’te biraz daha sık ve geniş bir kullanımı olan bir tür “buyrun” ya da “bugünün şu ya da bu isimli gazetesi”. Daha ilk gün, bu kadar pasif bir seslenişle değil de, onların çok şaşırdıkları basit bir kelimeyle dağıtmaya karar verdim gazeteleri: “Günaydın”.

Gördüm ki, orta sınıf hiçbir isveçli, hatta isveçlileşen göçmen, sabahın köründe, onlardan hiçbir şey talep etmeyen, hatta isterlerse üzerine bir gazeteyi bedava verecek olan, gözlerinin dibine gülerek bakan, orta yaşı geçmiş, göçmen mi, değil mi anlaşılmayan, ama belli ki göçmen işi yapan bir adama hazırlıklı ve donanımlı değildi. Çoğu seviniyor, renk değiştiriyor, cevap veriyor ve gazeteyi ister istemez alıyor, ardından neden yaptığını pek anlayamayarak beni, yani arkadan gelene de aynı sıcaklıkla “günaydın” dediğim halimi izleyerek metroya giriyordu.

Hasbelkader aynı yerde ikinci kez yine benim gazete dağıttığımı görürse, ertesi ya da bir sonraki gün, sıraya giriyor, donanımlı “günaydın”ı ile karşılıyordu beni. Ödülünü elimden alıp gidiyordu. Gelen, bir önceki gün, olanca sevimsizliği ile yüzüme bile bakmaz, gazeteyi almaz, yanımdan geçerken, ona ve arkasından gelenlere yönelik “günaydın”ımı fark edip, garipseyerek geçen bir başkasıysa, bu kez beni izleyerek ama daha yavaş yaklaşıyordu kapıya.

O başkalarını genellikle hatırlıyordum. Bakıyor, gülümsüyor ama “saygım bir yana, gazete almayacağını biliyorum” dediğim bir beden diliyle diğerlerine dönüyordum elimdeki gazeteyi uzatmak ve “günaydın” demek için.

Bu tanınma, hiç bekledikleri bir şey değildi. Bir diğerinden ayrılabilecekleri, fark edilebilecek bir özellikleri mi vardı! O fark neydi? Bir önceki günün sevimsiz suratı mı? Bir göçmen mahallesinde kaldığını unutturmaya çalıştığı, herkesi küçümser, hırslı ve korkak sulu mavi gözleri, kaldırdığı soluk çenesi, beyaz yeşil ince yatay çizgili ütüsüz gömleği üzerine çektiği siyah ceketi ve elindeki çantası mı? Tayyörünün altından aşağı iki kalın salam gibi uzanan tutuk ve doyumsuz bacaklarıyla ikide bir sol kenarı hafif titreyen dudaklarını ve balık donukluğundaki gözlerini indirip de düzelttiği “yaz geldi dekoltesi” mi?

Aralarından bazıları hafif utanarak, bu kez “talep ediyordu” gazeteyi. “Sevindiğimi anladıkları” bir beden diliyle ve bu kez “günaydın”ımla uzatıyordum. Ödülleri gibi alıyorlardı.

Dağıttığım gazete sayısı şaşkınlık vermeye başladı işverenlerime. Değişik değişik yerlere yollamaya başladılar beni. Genellikle sıkıcı bulunan otoban altı metro girişleri, uzak banliyölerin tren istasyonları… Yolcuların tek bir yönden akarak geldikleri ya da iki, giderek üç yönüne birden hakim olmak zorunda kalacağın kapılar. Merdivenden aşağıya inenlere, yukarı çıkanlara, merdivene inmek ya da çıkmak üzere yaklaşanlara dağıtmak zorunda kaldıklarıma. Yanım sıra başka gazeteleri dağıtanların olduğu ya da kuruyan boğazımı termosumdan içtiğim su ile sık sık ıslatmak zorunda kaldığım üç saatlik keyifli yalnızlıklarımın kapılarına.

Gazete dağıtırken metro kapılarının önlerinde, her gülümsemenin ve her “günaydın”ın ardından, belki de binlerce insana, hangi tende, yaşta, hal ve edada olurlarsa olsunlar usanmadan -nedense- tek tek, iyice bakmak istememden dolayı, yorgun düşüp uyuyorum öğlen suları. Tuhaf düşler görüyorum haliyle.”

Üç hafta boyunca aynı yerde, Stockholm’un uzak bir banliyösü olan ve adı Türkçeye Yakup’un dağı olarak çevrilebilecek Jakobsberg’de dağıttım gazete. Sonra bu videoyu yapmaya karar verdim: Üç haftanın ve bu yazlık geçici işim bittiği gün, gazete dağıtan kendimi ve yolcuları, yani müşterilerimi sabit kamerayla belgeledim. Yüzlerce “günaydın”ımla…

Eminim birçoğu için o gün kendisine söylenmiş tek “günaydın”la…

Yarın da, yani Perşembe açılacak sergimin iki gün öncesinde aynı yere gidip, aynı yolculardan bu kez seçtiğim kimilerine bu kez açılış davetiyemi dağıtacağım.

Bu kez de sizi videoya çekecek biri var mı?

Dror Feiler şaka yollu önermişti ama istemedim. Bu kez yapmak istediğim belgelenmesini isteyeceğim bir performans değil, samimi, yüzyüze bir davet diyaloğu.

İşsizliğiniz sürüyor mu?

Evet. Yaşamın her alanındaki ayrımcılıkla birlikte o da sürüyor. Daha önce yaptığım
“İsveç Göçmen Bürosu’na Açık Mektup” ardından şu sıralar Bienal’in “Gecegezenler”i içinde de gösterilen Bush’u hedefleyen “Mr. President let me challenge you to face his (1-2)” isimli videolarım yüzünden ne kadar sakıncalıyım aslında bilmiyorum.

Ama artık daha öfkeli ve hak arayan bir işsizim. Geçen ay, onca geçmişime, kilolarca belgeye karşın beni sanatçı, hatta kültür insanı saymayan İsveç İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’nü, “etnik ayrımcılık” yaptığı suçlamasıyla “Etnik Ayrımcılığa karşı Ombusman” isimli saygın ve etkin bir devlet kurumuna ihbar ettim. Yakında duruşmalar başlayacak.

Ne sonuç çıkabilir duruşmalardan?

Haklı bulunursam, kurumu teşhir edip, yapısında köklü değişimler yapmaya kadar olası sonuçlar var. Benim için önemli olan, birçok yeni göçmen sanatçının benim maruz kaldığım ayrımcılığa uğramamasını sağlamak…

Mart ayında başlattığınız ve ırkçılığa karşı konumlanmış bir sanat etkinliği diye tanımladığınız
“Nefret tünelinde Aşk” çağrısına umduğunuz karşılığı alıp almadığınızı merak ediyoruz.

Ne yazık ki henüz umduğum karşılığı almadım. Çok destek veren ve katılmak isteyen olsa da, bana yollanan video sayısı henüz çok az.

Aslında, ülkenin tatsız bir ateş çemberine düştüğü ve boylu boyunca bir “nefret tüneli” haline gelmeye başladığı, şu günlerde, o çağrımın ve hedeflediği serginin önemi daha da artıyor.

Umarız aradığınız katılımı sağlayabilirsiniz. Şimdiden kolay gelsin diyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

H2/necati yıldırım


Godmorgon (Günaydın)
87 dakika
Hakan Akçura, 2007, Stockholm


Epilog
8 dakika
İsveççe, türkçe altyazılı

2 comments:

salihtugran said...

SesVer.Net English Contents Page yazdıklarınıza aynen katılmakla beraber benim de bir katkım olmasını arzu ediyorum, şimdiden teşekkürler

Unknown said...

sevgili dostum; seni yapmış olduğun 'gerçekler bilinsin' adlı videon için canı yürekten kutluyorum. emeğine sağlık dostum.

ilhan tülman

ilerdeolumvar@hotmail.com

sevgiler, selamlar